Son Güncelleme:
Akdeniz’de güz gezintisi
Ekim ayının yağmurundan, erken bastıran soğuklardan kaçıp, Akdeniz’in sıcağına sığındım. Kavurmayan güneşin, süt liman olmuş denizin, sessiz koyların, sararmaya yüz tutmuş doğanın tadını çıkartıp, güney sahilleriyle vedalaştım.Ekim ayında, Ege ve Akdeniz sahilleri doyulmaz olur. Yerli turistler artık evlerine dönmüştür. Yabancıların şamatacıları da çoktan ülkelerinde işbaşı yapmıştır. Her yerde bir güz yalnızlığı ve sessizliği hüküm sürer. Sıcak insafa gelir, ışıklar yumuşar, deniz süt liman olur. Şezlonglar ‘kitap kurtlarına’ kalır. Aşıklar fısıldaşacak kuytu bulmakta zorlanmaz. WWF-Türkiye elemanları ile yaptığım Likya gezisi son bulunca, fırsatı ganimet bilip, kıyıları son bir kez ‘teftişe’ çıktım. Niyetim Marmaris kıyılarında şöyle bir dolaşıp, gerisin geri Likya’ya dönmekti. Bir acele gittiğim Marmaris bildiğiniz gibiydi: Nereye baksam taş binaları görüyordum... Aç gözlü Marmaris!.. Gözü binaya doymak bilmiyor. Dereden, tepeden, deniz kıyısından, çam gölgesinden, her yerden yeni binalar fışkırıyordu. Burası benim Marmaris’im değildi. Ben hep, ormanla denizin seviştiği yeşilli mavili küçük Marmaris’i hatırlayıp onu sevecektim.TURUNÇ’TA KARTAL YUVASIBüyük kentleri andıran caddelerden kaçıp, İçmeler’in bir koy sonrasına saklanmış Turunç’a sığındım. Kaldığım yer -Uluslararası Marmaris Akademisi- ilçenin tepesinde kartal yuvası gibi bir yerdi. Toplum Hizmetleri Vakfı’nın bir kuruluşu olan bu mekan sanatçıların sığınağıydı. Ressamlar, heykeltıraşlar yılın belli dönemlerinde buraya saklanıyor, atölyelerde çalışıyor, sonra boyalarını, tuvallerini toplayıp kalabalıklara geri dönüyorlardı. Bir acele balkona çıkıp, oldum olası renklerini kıskandığım begonvillere, uzaktaki lacivert Akdeniz’e, bal toplayabilmek için o sıcakta bıkmadan usanmadan kanat çırpan arılara merhaba dedim. Sonra arabaya atlayıp, Kumbükü’ne gittim. Güz gezilerinde nedense her zaman cimrisi olur çıkarım. Onu çarçur etmekten korkarım. Bitecek diye telaşa kapılırım. Onun için güneşli güz günlerinin her saniyesinin keyfini çıkarmaya çalışırım.Kumbükü sahilinde hemen bir şezlonga uzanıp, kızgınlığına gem vurmuş ekim güneşi ile sarmaş dolaş oldum. Sonra, o duru ve lacivert sulara dalıp çıktım. Güneş kıyıyla vedalaşırken, ben çoktan tembelliğin kollarına atılmıştım bile. Çantamdan mataramı çıkartıp, kalabalıklardan uzakta bir kez daha -kim bilir kaçıncı?- yaşamın tadına baktım.CENNET KOYLARErtesi sabah erkenden bir acele -arılar bile uyanmamıştı- geldiğim yollara geri döndüm... Dalaman, Göcek, Fethiye, Kalkan, Kaş... Denizle kol kola giden yollar, güz tenhalığının tadını çıkarıyorlardı sanki. Demre’ye kadar her şey yolunda gitti. Demre’de jandarma yolu kesti. Antalya’ya kadar uzanan kıyı yolunda genişletme çalışmaları varmış, dinamitler patlıyormuş.İki saatlik zorunlu aradan sonra tekrar gaza bastım. Daracık, zorlu virajları geçip, bütün tarla ve bahçelerin seralara hapsedildiği Kumluca’ya geldim. İlçenin girişi sebze heykelleri ile süslenmişti. Domates, biber, fasulye, patlıcan, salatalık... İlçeye refah taşıyan sebzeler. Kumlucalılar onları heykele dönüştürüp, şükranlarını sunmuşlardı.Yola devam edip, Olympos-Çıralı sapağından saptım. Sararmaya yüz tutmuş çınarların, kavakların, kızıl çamların, böğürtlenlerin arasından dolana dolana kıyıya inip, ‘Olympos Lodge’a demir attım. Burada birkaç gün sonbaharın, sessizliğin tadını çıkartacaktım. Palmiyelerin, kamışların, yabani biber ağaçlarının, jakarandaların arasında kaybolmuş odalardan birinin ön kapısından girip, arka kapıdan verandaya çıktım. Gördüğüm manzara karşısında tüm hücrelerimin bir anda gevşediğini hissettim. Önümde yemyeşil bir çimenlik uzanıyordu. Bir tavuk etrafında civcivleri ile verandanın önünde beni bekliyordu. Birden odamın çatısında bir gürültü koptu. İki tavuskuşu çirkin çığlıklar atarak çimenliğe kondu. Sarı küçük bir kedi masanın üstünde güneşleniyordu. Biraz ilerideki gölgelikte, ağaç dallarına asılı şezlonglar kucak açmış beni bekliyorlardı.BUGÜN VE GEÇMİŞBu cennet mekanda üç gün tembelliğin tadını çıkardım. Deniz kıyısında saatlerce kitap okudum. Sıkıldıkça lacivert sularda uzun uzun kulaç attım. Bazen çevreyi tanımak için tarihin içine doğru yürüdüm. Ne zaman ve kimin tarafından kurulduğu belli olmayan Olympos kentinin kalıntıları arasında dolaşıp, korsan başı Zeniketes’i düşlemeye çalıştım. Bir seferinde üşenmeyip, Olympos Dağı’nın eteklerindeki tepelerden birinde, antik çağdan beri yanan ateşi -Yanartaş- görmeye gittim. Ateşin bulunduğu yere ulaşabilmek için, ormanın içinden geçen bir patikadan bir saat tırmanmak zorunda kaldım.Ateş, sık ağaçların arasında, yaklaşık 50 metre çapındaki kayalık bir alanın ortasında yanıp duruyordu. Homeros bu ateşi İliada’da, ‘önü aslana, arkası yılana, ortası keçiye benzeyen ve nefes verdiğinde ağzından alevler saçan’ bir yaratık olarak tarif ettiği Khimaira’yla ilişkilendirmişti. Antik ateş, kaç asır daha yanacaktı kim bilir?..Olympos’un gecelerini de çok seviyordum. Yemekten sonra zifiri karanlık olan sahile iniyor, bir şezlonga uzanıp gökyüzünü süsleyen milyonlarca yıldızı seyrediyordum. Bazen uzaklardan geçen bir uçağın ışığı göz kırpıyor, bazen bir yıldız kayıp gidiyordu. Yıldızlar burada daha büyük, daha parlak, daha güzeldi. Kim bilir kaç asır öncesinden gelen görüntülerdi bunlar. Yüzyıllar öncesini seyretmek çok şaşırtıyordu beni. Bu milyarlarca yıldızın bir tanesinde bile yaşam yok muydu? Daha binlerce soruyla yorulup uykuya dalıyor, bir köpek havlamasıyla tekrar uyanıp odama gidiyordum.YEREL LEZZETLERÜç gün tembelliğin tadını çıkardım ve ‘güz teftişi’ ni bitirip dönüş yoluna geçtim. Öğle olunca şöyle afiyetle yemek yiyecek bir yer bulmakta zorlandım. Gezim boyunca yol üstü lokantalarında hep ‘gözleme-ayran’ yazısına rastladım. Aslında gözlemeye karşı değilim. Hele malzemesi bol olursa bayılırım. Ama buralara kadar gelmişken, insan yöre yemeklerinin tadına bakmak istiyor. Dönüşte Nevin Halıcı’nın kitaplarından Akdeniz yöresinin yemeklerini araştırdım. Sadece bura mutfaklarında -Burdur, Antalya arası- pişen birçok yemek çeşidi buldum. İşte bazıları: Kabak çiçeği dolması, patlıcan yoğurtlaması, enginar dolması, kabak çintmesi, haşhaşlı yalancı sarma, ebegümeci dolması, yumurtalı lale yaprağı, erikli et, zerdali döşemesi, kuru börek, et böreği, kabak böreği, tahinli katmer, nokul, tarhana dondurması... Adlarını bile okuyunca ağzımın suyunu akıtan bu yemekleri herhangi bir yerde yemek imkansızdı. Keşke yerel yemekleri, yerli-yabancı konuklara sunan lokantalar olabilseydi!.. Yerel yol lokantaları düşü kurmaktan asla vazgeçmeyecektim anlaşılan... Korkuteli, Tefenni, Çavdır üstünden dönüş yoluna geçtim. Sadece Serinhisar’da meşhur sıcak leblebiden almak için durdum. CUNDA’DA PAPALİNACunda’ya vardığımda, ufuk kızıla boyanmış, omzuma ağrılar oturmuştu artık. Her zamanki gibi Nesos’a demir attım. Cunda, uzun yolculuklarımın ara durağıdır. Burada bir gecelik mola verip, yorgunluk atarım. Cunda’daki restoranların mezelerinin ününü meraklılar iyi bilir. Ben diyeyim 50 çeşit, siz deyin 60... Her biri damak çatlatan cinstendir. Ben Murat ile Ahmet kardeşlerin işlettiği Nesos restoranı tercih ederim. Yatmak için de Nesos oteli. Yılların verdiği bir alışkanlıktır bu...Denizin kıyısında her zamanki masama oturdum. Garson Rasim işinin erbabıdır, mezelerden azar azar getirdi. Benim aklım fikrim papalina denen balıktaydı. Hamsiden de küçük olan bu balık yaz aylarında çıkar, ekime doğru kaybolurdu. Bu balığın altın gibi kızarmış tavasının tadını anlatmaya kelime bulmakta zorlanırım. Mevsimin son papalinalarını yiyip, sürüklenerek otelime gittim. Ve uzun süren güz gezintimi bitirdim.Akdeniz’de yaptığım bu yolculuğun tadını tüm kış boyu hatırlayacağımı biliyorum.