GeriSeyahat Seyahat yazarlarının ilkbahar rotaları
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Seyahat yazarlarının ilkbahar rotaları

Seyahat yazarlarının ilkbahar rotaları

Bahar rotalarına doğru yola çıkmanın tam zamanı. Size kılavuz olsun diye dört seyahat yazarına en sevdikleri bahar rotalarını sorduk: Mehmet Yaşin, "Her döndüğünüz virajda farklı bir tablo var" diye Kapıdağ yarımadasını anlattı. Reyan Tuvi, "Akdeniz ile Ege buluşur da, baharı güzel olmaz mı?" diyerek Datça’yı işaret etti. Saffet Emre Tonguç, "Aşk tanrısı, aşk mevsiminde sizi bekliyor" dedi ve Afrodisias’a gitmeniz için kışkırttı. Fatih Türkmenoğlu, "Ben her bahar aşık olurum, Kaz Dağları’nı turlarım" dedi.

Saffet EMRE TONGUÇ
  Â
AFRODÄ°SÄ°AS

Aşk tanrısı aşk mevsiminde sizi bekliyor

Yunan mitolojisindeki tarım tanrıçası Demeter’in kızı, güzel Persephone’nin hikayesini bilir misiniz? Ölülerin tanrısı olan amcası Hades, aşık olduğu Persephone’yi kaçırarak, yerin altındaki dünyada yaşamaya mahkûm bırakır. Anne o
/images/100/0x0/55eb5edef018fbb8f8bcbe4d
kadar üzülür ki, toprak artık ürün vermez olur, dünyada kıtlık başlar. En sonunda amca ve anne bir anlaşma yaparlar. Persephone her bahar yeryüzüne annesinin yanına gelecektir. Demeter, her kış bitiminde sevincini, yeryüzünü yeşile boyayarak gösterir. Sonbahar geldiğinde ise Persephone geri dönmek zorundadır. Anne Demeter’in hüznü tabiatın renklerine yansır, yeşil yerini sarı ile kahverenginin tonlarına bırakır.

Bu ay doğanın uyanışına şahitlik etmek için, elimde kameram, Persephone’ye hoşgeldin diyen Anadolu’nun yollarına attım kendimi. İlk durağım, Büyük Menderes Nehri’nin kollarından birinin üzerindeki Afrodisias. Nazilli’yi geçtikten sonra, "Afrodisias 38 km" yazan kahverengi tabeladan saptım. Yeşile bezenmiş bir vadide, nar, incir, zeytin ve çam ağaçlarının arasından ilerledim. Karacasu’yu geçtikten sonra kendime bir yemek ziyafeti verdim. Pide, menemen, fırında mantar, alabalık, ve ev yapımı reçellerin tadına baktım. Sazıyla yörenin türkülerini çalan, hatta oradaki bir Alman gruba halay çektiren saz ustasını dinledim. Tütün ekilmiş tarlaları geçtikten sonra karşıma Afrodisias’ın surları çıktı, ardından da mermere kazılmış şaheserler. Tam karşıda ise tüm görkemi ve bembeyaz zirvesiyle Babadağ duruyordu. Etraf çiçeklerle bezenmiş, doğa adeta coşmuştu.

Anadolu’daki en eski yerleşimlerden biri olan Afrodisias, Karya, Lidya ve Frigya gibi önemli medeniyetlerin kavşağında yer alıyor. Şehir Romalılara verdiği destek sayesinde özellikle İ.Ö. 2. yüzyılda tarihteki yerini almaya başlamış. Atalarının Afrodit’ten geldiğine inanan Sezar tanrıçanın tapınağına bir altın Eros heykeli hediye etmiş. Hıristiyanlığın, Roma İmparatoru Konstantin tarafından resmi din olarak kabul edilmesi güzellik tanrıçasının popülaritesine gölge düşürmemiş. Yeni dini kabul ettirmek isteyen Hıristiyanlar Afrodit Tapınağı’nı kiliseye çevirmişler. Afrodisias’ın adı da "Haç’ın Şehri" anlamındaki Stavropolis’le değiştirilmiş.

ANTİK MEYDANDA KÖY KAHVESİ VARMIŞ

Birbirini izleyen depremler, istilalar, şehri tarihin sayfalarına gömmüş. Özellikle, 1402’de Timur’un Anadolu’yu yakıp yıktığı dönemden, Afrodisias da payına düşeni almış; bir daha belini doğrultamamış. 1961’deki kazılar başlayana kadar Geyre köylüleri tarihi eserlerle iç içe yaşamış. Ardından köy, 2 kilometre ileriye taşınmış. Antik kente girdiğinizde karşınıza çıkan o güzel meydanda eskiden Geyre’nin kahvehanesi varmış! Afrodisias, Türkiye’deki en temiz ve düzenli ören yerlerinden. Meydanın hemen sağında mevcut eserlere artık dar gelen müze bulunuyor. Müzenin içinde yontu sanatının olağanüstü örnekleri var. Şehre adını veren güzellik tanrıçası Afrodit’in heykelleri için ayrı bir salon yaratılmış. Afrodit’in en ilginç çocuğu Hermafrodit’miş. Bilindiği gibi bu terim tıpta çift cinsiyetliler için kullanılıyor. Güzelliğini anneden alan genç adam bir gün Bodrum’un girişindeki Bardakçı Koyu’nda, çırılçıplak denize girmiş, ona aşık olan bir su perisi dayanamayıp denize koşmuş, sonra da genç adama sarılmış ve öylece kalmışlar, sonrasında Hermafrodit ortaya çıkmış! Afrodit aşk tanrıçası olunca aşk meşk durumlarını alevlendiren her türlü ilaca da afrodizyak denilmiş.

ANADOLU’NUN EN BÜYÜK STADYUMU

National Geographic’in kazılarını desteklediği antik şehirde, müzenin solundan devam ederseniz bir yuvarlak çizip aynı noktaya gelebilirsiniz. İlk göreceğiniz eser 8 bin kişilik tiyatro. Orkestra çukurunu yükseltip, gladyatör ve vahşi hayvan dövüşleri de organize etmişler. Tiyatronun arkasındaki tepeden şehri panaromik olarak görebiliyorsunuz. Aşağıda Agora dedikleri Pazar Yeri, onun hemen arkasında da 2. yüzyıldan kalma Hadrian Hamamları görülüyor. Frigidarium (Soğukluk), Tepidarium (Ilıklık) ve Caldarium (Halvet) bölümlerinden oluşan hamamların içinde bir yazıt bulmuşlar: "Değerli eşyalarınızı kabinlerde bırakmayın!" Bizans döneminde Piskopos Sarayı olarak kullanılan binanın yanında şehrin en zarif yapısı, Odeon bulunuyor. 1700 kişilik bu tiyatroda konserler verilmiş, münazaralar yapılmış, binada belediye meclisi toplanmış. Hemen arkadaki Afrodit Tapınağı’nın 40 kolonundan geriye sadece 14 tane kalmış. Her ne kadar tapınağın inşaatı İ.Ö. 1. yüzyılda başlamış olsa da burada Afrodit’e tapınma geleneği yaklaşık 2700 yıl öncesine kadar gidiyor.

Afrodisias çok sayıda filozof yetiştirmiş, entelektüeli bol bir şehir. Dönemin Felsefe Okulu tapınağın yanında. Tapınak doğrultusunda yürüdüğünüzde karşınıza şehrin en görkemli yapısı çıkıyor. Anadolu’nun en büyüğü, dünyadaki en iyi korunmuş stadyum 1900 yıllık, 30 bin kişi alıyor. Değişik gruplara özel yerler ayrılmış. Stadyumun arkasında İ.S. 350’li yıllarda yapılan 3,5 kilometrelik şehir surları var. Meydana dönmeden önce göreceğiniz son eser ise ihtişamlı Tetrapylon. Dört sıra halinde dörtlü kolonlardan oluşan bu anıtsal kapı, tapınağa giden yolun üzerinde inşa edilmiş. Yanında şehirdeki kazılara otuz yılını veren Prof. Kenan Erim’in mezarının bulunduğu bu yapı insanda hayranlık uyandırıyor. Üzerinde Eros’un ve Zafer Tanrıçası Nike’nin kabartmalarının olduğu mermer blokların ağırlığını düşündükçe, Romalıların inşaat tekniklerini bir kez daha takdir ediyorsunuz. Gezegenlerin adları bir istisna dışında, Roma tanrı ve tanrıçalarından geliyor ve bunlardan bir tanesi de Afrodit’in Roma dönemindeki adı olan Venüs. İstisna olan tek gezegen ise üzerinde yaşadığımız ve geçmişte bu tanrı ile tanrıçalara tapınılan dünyamız!

Reyan TUVÄ°

DATÇA

Akdeniz ile Ege buluşur da, baharı güzel olmaz mı?

Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, Datça’nın havası hakkında, "İklim tam insan boyutundadır. Sıcağı da soğuğu da,
/images/100/0x0/55eb5edef018fbb8f8bcbe4f
insan tahammülünü aşmaz. İklimi paltoyla, sobayla ya da yelpazeyle düzeltmeye gerek yoktur" diye yorum yapmış, tarihçi Strabon ise, "Tanrı çok sevdiği kullarını uzun ömürlü olsunlar diye Knidos’a (Datça) gönderir" demişti.

Kuzeyine Ege’yi, güneyine Akdeniz’i almış Datça Yarımadası, sanıldığının aksine, haziran - ağustos ayları dışında en güzel zamanlarını yaşar. Rutubetsizdir, oksijeni boldur. Datçalılar der ki; "Datça’da yaz biter bahar gelir, bahar biter yaz gelir." İlk yağmurlarla birlikte, "karavilla" denen salyangozlar toplanır, herkes sevmese de, senede bir baharda salyangoz yemenin iyi olduğuna inanılır.

Datça’da bahar, şubatta badem ağaçlarının çiçek açmasıyla başlar. Yarımadaya adeta kar yağar. Fonda mora çalan dağlar vardır. Türkiye’nin en leziz bademini yaratan ağaçların açmasıyla birlikte Datça’nın bitki örtüsünü dağ laleleri (anemon), süsenler, papatyalar, Datça papatyası, gelincikler, orkideler ve türlü türlü bahar çiçekleri kaplar. Datça’da doğal orkide olduğu bilinmez. Oysa ki 12 çeşit orkide vardır. Mart gelir gelmez köylüler sepetlerine doldurdukları çağlaları pazarda satmaya götürürler. Nisanda tarlalar gelinciklerle kırmızıya boyanır, anemonlar açar. Nisan ayında uçurtma şenliği yapılır. Uçurtmasını kapan Datça’nın yüksek tepelerinde alır soluğu. Bir geleneğe dönüşmüştür adeta Datça’da uçurtma uçurtmak. Mayıs papatyaların ayıdır. Hiçbir yerde göremeyeceğiniz bu yöreye ait papatyalar vardır. İnsan boyuna yaklaşırlar. Yaprakları dışarıdan içeriye doğru beyazdan koyu sarıya döner.

Birinci derece doğal sit alanı olan 6 milyon yıllık, 6 kilometre uzunluğundaki Gebekum fosil kumulu da hayat belirtileri gösterir baharda. Yeşil bukalemunlar, renkli böcekler, yer sıçanları ve burada yuva yapan tam 19 kuş türü bahara uyanır.

Datça’ya bahar gelince dağlardan özel otlar toplanır. Özel mezeler, gözlemeler bu otlarla yapılır. Sarı ot, sirken, papatya, ebegümeci, ısırgan, turp otu, arapsaçı, çibez, şevketibostan, hardal otu bunlardan bazıları. Köy ekmeği, şarap, zeytinyağı hep vardır. Bir zeytin ağacının altında, kekik kokuları eşliğinde yapılan bahar piknikleri bambaşkadır. Böreğin otunu, çorbaya konulan dağ nanesini ya da çay için narpızı, adaçayını, ısırganı insan hep kendisi toplar Datça’da.

Yürüyüş ve bisiklet için harika bir zamandır bahar. Karanfiller, gelincikler ve üzüm bağları önünüzde uzanır. Datça’da her yıl mayısın ilk haftasında, şenlikli bir yürüyüş yapılır. Akdeniz’den bir testi su alıp Ege’ye dökülür. Dünyada, bir denizden diğerine yapılan tek yürüyüştür bu. Halk inanışına göre de, yarımadanın bu en dar yerinden geçen artık Datçalı sayılır ve uzun, sağlıklı bir yaşam sürer.

Fatih TÃœRKMENOÄžLU

KUZEY EGE

Ben her bahar áşık olurum
/images/100/0x0/55eb5edef018fbb8f8bcbe51

Kaz Dağları’nı turlarım


"Baharda nereye gitmek gerekir" sorusu benim de kafamı kurcalar. "Şöyle iyice Akdeniz’in doğusuna doğru uzanıp, bakir denizde saatlerce yüzeyim" diye geçer aklımdan sıklıkla. Kimseciklerin olmadığı kumsallarda yürürüm, hala serince olan denizle bütünleşir, kavrulmadan da evime dönerim.

Ama yok; hep cayarım. Her zaman.

"Bahar" tanımıma uymaz. O "yeniden doğuş"; o "canlanış", o "tamam işte, her şey sil baştan başlıyor" duygusunu bir türlü resmedemez. Bu mevsim, Akdeniz’in doğusu basbayağı yazdır bana göre. Evet nem daha bindirmemiştir, evet daha nefes alınamaz hale gelmemiştir; ama yazdır işte.

Safranbolu şahane, Kapadokya nefes kesici, Ege mükemmel...

Dünya başkentleri renklenmiştir, İstanbul festivallerle canlanmıştır...

Ama "bahar" olunca, benim için ille de Kaz Dağları. Biraz Çanakkale, biraz Altınoluk, ardından Ayvalık. Akşam karanlığı basınca, insan şöyle bir ürperecek; bir mont, bir hırka alıverecek. Geceler soğukça, ıslakça olacak. Gündüz rengarenk çiçekler bir cümbüş sunacak. Körpe dallar boynunu uzatacak, küçücük yapraklar sağa sola el uzatacak. Çiğ taneleri o yapraklardan toprağa damlayacak...

Bunlar da ancak Marmara ve Ege’nin kucaklaştığı yerde yaşanıyor. Ağaçlar, çiçekler, böceklerle ille Kaz Dağları; ille Çanakkale Gelibolu.

Henüz döndüm, birkaç gün içinde gene gidiyorum. O eşsiz manzarayı, o benzersiz havayı kaçırmak istemiyorum. Kuzeyini ve güneyini; Kaz Dağları’nın her tarafını dolaşmayı arzuluyorum. 1774 metredeki zirvesine kadar çıkıp, mitolojideki adıyla İda Dağı’nın her köyünde yürümek istiyorum. Şimdi kimbilir şelaleler ne güzel olmuştur, Hasan Boğuldu gürül gürül akıyordur... Sonracığıma bolca zeytinyağı, biraz Adatepe, biraz Akçay, Altınoluk, Edremit.

Kaz Dağları’nda Bağlı, Akçakoyun, Karaaydın köylerinde, yani kuzeyde dolaştım bu sefer. Romanlarla göbek attım, çocuklarla oynadım, koyunları okşadım. At bindim, ok attım, saatlerce yürüdüm. Ormancılarla oturdum, kekik çayı içtim, "gençlerimiz aç mı kalsın, tabii maden açılsın" diyen köylülere "sürdürülebilir ekonomi" konusunda elimden geldiğince, dilim döndüğünce bilgi verdim.

Sonra Çanakkale’ye, Gelibolu Yarımadası’na geçtim. Aman yarabbi; o ne güzellik. Aklım oynadı, yüreğim sızladı. Kilitbahir Kalesi’nden göz alabildiğine baharı seyrettim. Bigalı Köyü’nde saatler geçirdim, aydınlık suratlı ve sıcacık yürekli köylülerle sohbet ettim. Şehitliklerde açan çiçeklerle baharı kokladım. Çanakkale’deki sergide, 17 yaşında ölen oğlunun ardından yazdığı veda mektubuyla, Bektaşi Dede’ye ağladım...

"Anan inanmadı öldüğüne yiğidim" diyor Bektaşi Dede. "Hep kapı önünde bekledi, bekledi... Sonra rüyasında söylediler, ’öldü’ dediler, o zaman çok ağladı..."

Ah be bahar!

Hayatının baharında toprak olanlar mı acep buraları böylesine büyülü yapmış? O "ruhun ağırlığı 21 gramdır" hikayesinden midir bu ağırlık, bu hüzün, bu coşku? İşte gene zihnimin arkasından geliveren dizeler: "Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, bir vatan kalbinin attığı yerdir!"

Anıtlar, meçhul askerler, Marmara, Ege, karşımda Gökçeada, Bozcaada, arkamda meşhur Kaz Dağları. Seyit Onbaşı 276 kiloluk mermiyi taşımış da, ben bu hatıraların ağırlığını taşıyamıyorum. Taşıyamadığım nedir, aslında onu da bilemiyorum...

Dünyanın en önemli boğazlarından birine, Çanakkale Boğazı’na bakıyorum. Troya Savaşı’nı ve Çanakkale cephesiyle 1. Dünya Savaşı’nı düşünüyorum. "Homeros’un İlyada’sını alsam elime de, gelsem buralarda okusam" diye aklımdan geçiriyorum. Genlerimle taşıdığım bütün coşkuları, hüzünleri, korkuları ve tekrar doğuşları yaşıyorum.

Ben her bahar aşık oluyorum. Kaz Dağları ve Gelibolu’da turluyorum; yaşamın devamlılığına, insanın hiçliğine, hayatın önemsizliğine, bir küçük dağ menekşesinin nazına aşık oluyorum.

Ben her bahar biraz yok oluyorum; biraz yeniden doÄŸuyorum.

Ben her bahar bu topraklarda bağır çağır ağlıyorum.

Mehmet YAŞİN

KAPIDAÄžI YARIMADASI

Her döndüğünüz virajda farklı bahar tablosu


Bahar gelince yerimde duramam. Hemen yollara düşüp, doğanın canlanmasını, çiçeklerle bezenmesini seyretmeye giderim. Bu bahar rotamı Kapıdağı Yarımadası’na çevirdim. Aslında hiç aklımda yoktu. Kaz Dağları’na gidiyordum.
/images/100/0x0/55eb5edef018fbb8f8bcbe53
Bandırma’ya giden feribotta, yol haritasını incelerken gözüme çarptı. Tam yolumun üstündeydi. Bugüne kadar görmediğim bu coğrafyayı keşfedebilmek için, önüme çıkan fırsatı değerlendirmeliydim.

Yanıma aldığım harita oldukça yeni tarihliydi. Burada belirtildiğine göre, yol Erdek’te bitiyordu. Oradan öte köy yolu dahi görünmüyordu. Ama haritaya inanmadım. Erdek’te hiç oyalanmadım. Kent görünümüne bürünmüş bu kasabayı, bir baştan diğer başa hızla geçtim. "Ocaklar, Narlı" yazılı tabelanın gösterdiği istikamete doğru gaza bastım.

Güzel bir yoldu. İki tarafta kah zeytin, kah meyve ağaçları yer alıyordu. Bazen de asırlık çınarlar, yolun üstünde ağaçtan tüneller oluşturuyordu. Yer yer bozuk olmasına rağmen ortalama asfalt bir yoldu. Denizle kol kola ilerliyordu. Haritaya inansaydım, bu güzelim yolu, hep yok sayacaktım.

BAHAR HAZIRLIÄžI

Bir süre sonra, deniz kıyısında sakin bir belde çıktı karşıma: Ocaklar. Köyün meydanına indim. Hummalı bir faaliyet vardı. Kayıklar kıyıya çekilmiş boyanıyor, iskele üstünde balıkçılar yırtık ağlarını tamir ediyor, pansiyoncular ve kıyıdaki restoranlar, bir süre sonra başlayacak mevsim için yerlerini hazırlıyordu. Tüm bu yazdıklarıma bakıp, Ocaklar’ı gözünüzün önüne getirirken, aklınıza Ege ve Akdeniz’deki yazlıkçı yerleşim yerleri kesinlikle gelmesin. Hayalinizi yanıltmak istemem.

Ocaklar’ı anlatabilmek için şu tanımlamaları kullanabiliriz: Pencerelerin önü, tenekelerin içine dikilmiş rengarenk sardunyalarla süslüydü. Kadınlar kapı önlerinde oturmuş, bir yandan çeyiz için dantel örerken bir yandan da sohbet ediyordu. Erkek çocuklar, kırık dökük bisikletleri ile dar sokaklarda pedal basıyor, kız çocuklar ise bir kolu bir bacağı eksik "Cindy" bebekleri ile evcilik oynuyorlardı. Köyün köpekleri, bazen bisiklet arkasından koşturuyor, bazen de kızların "evcilik evleri"nin kapısında uyuyorlardı. Ve erkekler... Onlar aslında değişik bir şey yapmıyorlardı. Kahvede, dışarıya atılmış masalarda konuşuyorlar (mutlaka siyaset) veya konuşmadan saatlerce oturma becerisini gösterebiliyorlardı.

Ocaklar köyünde ilk kez, zeytin ağacının dallarının denizin dalgaları ile oynaştığını gördüm. Zeytin ağaçları burada, Salkım Söğüt’ün suyla olan aşkına özenmişçesine denize dal uzatmışlardı. Nasıl uzatmasınlar ki!.. Deniz, turkuvaz rengi ile, sanki "gel beni iç" dercesine berrak, temiz ve güzeldi.

Ocaklar’dan sonra yol, biraz virajlandı, biraz tepelere çıktı ama hiç deniz kıyısını terk etmedi. Şimdi, tepelerin görüntüsüne "pastoral" bir anlatım getireceğim. Bu anlatım, tüm Kapıdağı Yarımadası’nın denize bakan yamaçlarını tarif etmekte geçerli olacaktır.

Yamaçlar sanırsınız ki, çiçeklerle süslenmek için bir peyzaj mimarına emanet edilmişti. Sarı katırtırnakları, kırmızı gelincikler, beyaz yapraklı sarı ortalı klasik papatyalar, ortası da yaprakları da sapsarı olan papatyalar, mor çiçek açmış bayır dikenleri, pembe çiçeklere gebe öbek öbek çalılar... Bunca renk öylesine ahenkli yerleştirilmiş ki, hayran olmamak elde değildi. Tüm bu "renkahenge" bir de kuşların şarkılarını eklemenizi önereceğim...

YAZARSAN BOZULUR

Ocaklar’dan sonra Narlı Köyü’ne vardım. Köy görünmeden önce bir tilki fırladı önümden. Ardından bir yılan, toprak yoldan aşağıya kaydı. Köyün içinde de iki kaplumbağanın yolu geçmesini bekledim. Ama öylesine yavaş hareket ediyorlardı ki, dayanamadım, arabadan inip, onları gidecekleri istikamete taşıdım.

Her virajdan, her tepe tırmanışından sonra baharın bir başka güzelliği karşıma çıkıyordu. Arabamın hızı bu yüzden, biraz evvel karşıma çıkan kaplumbağalardan pek farklı değildi. Her manzarayı görüntülemek niyetindeydim. Bu renk cümbüşünü, sanki bir daha göremeyecekmişim gibi film karelerinde dondurup, saklamak istiyordum.

Bir başka tepede, üstünde, İngilizce aşk sloganları ve çiçekler çizili fener binasını geçtikten sonra, İlhanlar köyüne indim. Öğle olmuştu. Yemeği burada yemeyi planlıyordum. Deniz kıyısında bir masaya oturdum...

SARDALYA ZÄ°YAFETÄ°

Balıkçılar sabah sardalya çekmişlerdi. Tek müşteri olmanın bütün avantajlarını kullanıp, mangalı masanın yanına istedim. Kahvenin çardağından topladığım asma yapraklarının arasına sardalyaları yerleştirip, ızgaranın üstüne dizdim. Garson çocuğu, biraz önce önünden geçtiğim tarlaya gönderip, körpelerinden 5-10 tane taze soğan söktürdüm. Bir de fırından yeni çıkmış, kabuğu sert içi pamuk gibi yumuşak ekmekten bir kaç dilim istedim. Yolcu olduğum için, bu lezzetlerle birlikte sadece soğuk su içmek zorunda kaldım.

Daha sonra sırasıyla Büyükova, Doğanlar, Turan köylerine uğradım. Buralarda gördüğüm güzellikler de, yukarıda anlattıklarımın aynısıydı. Bahar buralarda tüm güzelliğini cömertçe sergilemişti. Amacım, yarımadayı tam olarak dolaşıp, diğer uçtan Bandırma’ya çıkmaktı. Ama olmadı. Turan köyünde kime sorduysam yola devam etmemem konusunda beni uyardı. Ben de buradan, yarımadanın tam ortasından geçip, Erdek’e ulaşan yola saptım ve yarım da olsa turu tamamladım.
False