Sana kızdığımız zaman bile seni çok sevdik...

O, BELKİ BUNLARIN HEPSİ BELKİ DE HİÇBİRİ DEĞİL

Haberin Devamı

O, en çok kadınları sevdi...

Kadınlar da onu...

Ertuğrul Özkök, kadınlara kendini kadın gibi hissettiren yayın yönetmeniydi...

Yaşı, konumu ne olursa olsun...

Asla üstünlük taslamayan, hiyerarşik konumunu karşısındakine kullanmayan, onun kadın olduğunu hiç unutmayan, hatta kadınlara pozitif ayrımcılık uygulan, gazete içinde seslerini yükseltmeleri için çaba harcayan...

Aslında kadınlarla arası erkeklerden daha iyi olan bir adam...

Ve işte bu adamın, birlikte çalıştığı kadınların her biriyle ayrı bir hikayesi oldu...

Yazsalar roman olur...

Çekseler film...

Onunki artık kabul edelim- müthiş bir karizma...

“Sana kızdığımız anlarda bile seni çok sevdik” dedirten...

Tarifi zor bir şeytan tüyü...

Ya da şimdiye kadar giyme fırsatını bulamadığı Tavşan Kardeş’in tüyü...

Haberin Devamı

Ya da Forest Gump’ın havada uçuşan tüyü...

 

*

 

Kadınlar sahicidir.

“Ölen körler”i badem gözlü yapmazlar.

Zınk diye bütün gerçekleri söylerler.

“Özkök’ü kadınlar anlatıyor” diye bir konu önerince, herkesten sadece “güzelleme”, “övgü”, “methiye” almak doğru olmazdı.

Çünkü gerçek olmazdı.

Özkök’e de haksızlık olurdu.

“Ama’larınız varsa onu da yazın...” dedim.

“Sevdim çünkü, kızdım çünkü diye yazın” dedim.

Uzun bir yolu birlikte yürüdüğün insanlarla bir sürü duyguyu paylaşıyorsun, sadece sevinci, mutluluğu, coşkuyu değil...

Yazdılar...

Herkes kendi Özkök’ünü anlattı...

O, belki bunların hepsi...

Belki de hiçbiri değil...

 

AYŞE ARMAN

 

Sana kızdığımız zaman bile seni çok sevdik...

 

DİLEK ÇAĞLAK

 

Senin yanında büyüdüm anne oldum

 

Seni seviyorum...

Çünkü iyi kalplisin... Çünkü kompleksin yok... Çünkü hata yaptığımda bile bana kızmadın... Çünkü hayattan keyif almayı biliyorsun... Çünkü görüntüne özen gösteriyorsun... Çünkü dostluğa önem veriyorsun...

Seni seviyorum...

Haberin Devamı

Çünkü müthiş bir espri anlayışın var, Cem Yılmaz bile oldun, daha ne olsun!

Seni seviyorum...

Çünkü odandan öyle güzel müzik sesleri geliyor ki, bayılıyorum...

Seni seviyorum...

Çünkü çok yoğun olmana rağmen her gün spor yapıyorsun...

Seni seviyorum...

Çünkü her konuda bilgilisin...

Seni seviyorum...

Çünkü gazetede değilken, kızımın yanında olabilmem için bana izin verdin.

Seni seviyorum...

Çünkü sen sevilmeyi hak ediyorsun!

 

*

 

Sana kızıyorum...

Çünkü neyi unutsan benim üzerime atıyorsun...

Sana kızıyorum...

Çünkü dinliyor gibi gözüküp aslında dinlemiyorsun...

Ama gördüğün gibi, aslında kızamıyorum!

Ben buraya 17 yaşımda geldim şimdi 28’im. Senin gibi olağanüstü bir insanın yanında büyüdüm, evlendim, anne oldum. İşe girerken aslında niyetim, geçici olarak çalışmaktı, hayalim psikoloji okumaktı, ama kaldım. Hayallerimden vazgeçtim çünkü senin yanım, benim okulum oldu, bu okulda çok şey öğrendim...

Haberin Devamı

Her zaman seni, Ertuğrul Özkök’ü, hayranlıkla izledim ve çok sevdim, hep de seveceğim...

 

 

***

GÜLDEN AYDIN

 

Seninle yaramaz ve mahcup bir çocuk olma lüksünü yaşadım

 

Seni sevdim çünkü...

15 yıl önce Neyyire getirdiğinde beni, nasıl yabancı bir doku gibi hissetmiştim kendimi. Nasıl bir dışlanma duygusuydu, anlatamam. Yolumuzu açtın, Neyyire önderliğindeki Hürriyet Pazar'la harikalar yarattık. Sebebi sensin. Sen, muhabirliğimi onurlandırdın. Hürriyet muhabiri olmanın ayrıcalığını hissettirdin. Bana güvendiğini hep bildim. Akşam macerasına atılırken, “Sen senyör gazetecisin. Gitme, yapamazsın. Ama kapılarımız her zaman açık. Ne zaman istersen gelebilirsin” demiştin. Ağlamamak için kendimi zor tutup, “Beni onurlandırıyorsunuz” diyebilmiştim. İki yıl sonra döndüğümde haber yapmanın, haberlerimin Hürriyet sayfalarında şahane şekilde yer almasının keyfini çıkarmaya başladım. Bana kalan, haberin en iyisini yapmaktı sadece. Senin sayende. Köşe yazılarında haberimi öven bir cümlen bile, gazetecilik ödüllerimin en büyüğü oldu. Habercilik egom sayende gürbüzleşti. Emeğin çok...

Seni sevdim çünkü...

Haberin Devamı

Yaptığım en tuhaf haberlerin, yazıya dökülmemiş en absürt detaylarını anlatma cüreti verdin. En olmadık yer ve zamanlarda, en olmadık özel durumlarımı anlattım. Yaramaz ve mahcup bir çocuk olma lüksünü yaşadım, koca kadın halimle. Âşık olduğumu, ama o adamın haberinin dahi olmadığını söyledim mesela. Doğrulup kalabalığı taradıktan sonra gözlerin, “Nerede o, çağırıp ben söyleyeyim” demiştin mesela. Nasıl panikleyip kaçtığımı, yayın yönetmenime söyleme cüretim aklıma geldikçe nasıl kızardığımı unutur muyum hiç. Hiyerarşiyi yerle bir eden içtenliğini çok sevdim. “Muhabir Gülden” olarak, senin teklemeyen haber burnunu ve zekânı tek geçerim. Sen benim şans muhabirimdin...

Sana kızdıysam da...

Haberin Devamı

Seni aşan nedenler yüzündendir, sayılmaz!

 

***

EZGİ BAŞARAN

 

Hayatı iştahla yaşar üstelik bunu size de öğretebilir

 

İştahını severim. Ertuğrul Özkök, iştahlı bir adamdır. Lezzetli bir tabak yemeğe, adam gibi bir şişe şaraba, eğlenceli bir dedikoduya, mükemmel bir ilk cümleye, renkli bir şehre, iyi yazılmış bir kitaba, eksiksiz kotarılmış bir habere ve eğer doğru yerde ve zamanda duyduysa, en harcıalem şarkıya karşı iştahı vardır. Hayatı iştahla yaşar ve eğer öğrenmeye niyetiniz varsa size de böyle yaşamayı öğretebilir.

Onun ne kendisini ne de karşısındakini üzmeden, hiç yormadan öğretme becerisini severim. Cesaretini severim.

İçindeki bütün küçük denizlerdeki, büyük gemileri bir anda yakabilme cesaretini ve müdanasızlığını severim.

Yalnızlığı bazen özellikle, hatta büyük bir hevesle seçmesini, sonra da bu yalnızlık için yas tutmasını severim. Çünkü o, dünyayla ve kendisiyle barışık bir adamdır. Bir sınavdan kaldıysa kalmıştır. Paşa paşa girer bütünlemesine. Onun hatasını kabul ederken, dik durmasını severim. Gocunmadığı, yüksünmediği için, beynindeki hiçbir damarın bir kompleks yumrusuna çarpıp tıkanması mümkün değildir. Kafası hep açıktır.

Zihninin açıklığını, gençliğini, zekasını severim. Ülkenin üstündeki çarşafı, iki cümle darbesiyle savurabilmesini, böylelikle gazetecilerin dünyasını havalandırabilmesini severim.

Süperdir Özkök.

Ve bunu sadece onu çok iyi tanıyanlar bilir.

En gerçek halini en çok sevdiği insanlar için saklı tutmasını, geri kalan teferruata kıs kıs gülmesini severim.

 

*

 

Kızarım...

Vakitsizliğine...

Bana göre çok ciddi olan bazı konulara katiyen önem vermemesine...

Bazen söylediğim her şeyi çok uçuk bulma eğiliminde olmasına...

Ve Pazar yazılarındaki duyarlı Özkök’ü bazı günler çekmeceye kilitleyip anahtarı kimsenin bulamayacağı bir yere koymasına...

Kızarım.

 

***

ZEYNEP GÖĞÜŞ

 

Tansu’yu üzdüğü zamanlar ona kızdım

 

Ertuğrul’u Ankara Güniz Sokak Devrim Apartmanı’nda Ali ve Şule Erten kardeşlerin verdiği yılbaşı partisinde tanıdığımda 13 yaşındaydım. Partide Tansu da vardı, Ankara Koleji ortaokuldayız. Ali, abilerini de çağırmış, Ertuğrul yan apartmandaki Basın Yayın öğrencisi. Bize küçük kız muamelesi yapmasınlar diye yaşımızı büyütüp söylüyorduk! Nihayet Tansu, lise sonda Ertuğrul’la evlendi ve hemen doğurdu. Sonuçta beraber büyüdüler. Ben anne olurken, Tansu anneanne oldu!

Tansu’yu üzdüğü bazı zamanlar Ertuğrul’a çok kızdım. Ertuğrul ise, “İnsana özgü hiçbir şey beni şaşırtmaz” dedi hep.

Uzun saçlı ve Mick Jagger’e benzediği, “I can’t get no satisfaction”lı ilk Rolling Stones LP’mi eskittiği zamanını çok sevdim.

Bodrum’daki yazlıkta, kulağında kulaklıklar, kanepede, açık televizyon karşısında, müzik dilerken, uyuya kalışını çok sevdim.

Hürriyet’te Rahmi Turan döneminde, ekonomi sayfasında ilk köşe yazım yayınlandığında heyecan içinde Ankara’yı aradığımda “İyi değil” dediğinde ona kırıldım. Sonradan onun döneminde ekonomide haftanın beş gün yazmaya başladım, ama o geçiş dönemlerinde beni çok ağlattı.

1994’te Hürriyet’i terk ettiğimde de o bana kızdı ve bir daha affetmedi.

Onunla telepatik bir ilişkimiz var. Örneğin o yazısında Anayurt Oteli’ndeki yalnızlık duygusundan bahsettiği gün, ben o kitabı okuyor olurum. Bunun gibi yüzlerce örnek sıralayabilirim, beni hep hayrete düşürmüş olan.

Hürriyet’in son yılbaşı partisinde onu çok düşünceli, hatta hüzünlü görünce dansa kaldırdım. Ertesi günü genel yayın yönetmenliğini bıraktığı açıklandı.

Genel yayın müdürü olarak son valsini benimle yaptı.

 

 

***

ŞERMİN TERZİ

 

Kendiyle dalga geçenler tarikatının şeyhiydi...

 

Hani bazı fitne fücur goygoycuların, “Kapalı kapılar ardında neler konuşuldu?” dediği Özkök'ün odası var ya, işte o kapı, onu tanıdığım 19 yıl boyunca bir kez bile kapanmadı.

Onu sevdim çünkü şeffaftı...

Herkes, ciddiyetin “Ağır ol, molla desinler” cümlesinde saklı olduğunu sanırken, “En büyük cinsel fantezim”, “İhanet ve dönekliğe methiye” gibi insana “Yuhhh be, bunu da yazmış!” dedirten yazılar yazıp, ayıplar mahallesinin kapılarını cesaretle araladı.

Onu sevdim çünkü devrimci bir fırlamaydı...

Bugüne kadar gördüğüm, en kötü dans eden insanlardan biri olduğu halde, çok iyi dansçıların arasına fütursuzca dalıp, en çok eğlenenlerden biri oldu.

Onu sevdim çünkü kendiyle dalga geçenler tarikatının şeyhiydi...

Herkes, rahmetli Yavuz Gökmen'i eleştirip, ayağını kaydırmak isterken, şahidimdir ki, “Vayy be yazarını nasıl da koruyor!” dedirtecek kadar ona göğsünü siper etti.

Onu sevdim çünkü yürekten sevdiklerine vefalıydı...

Gazetecilik cevheri gördüklerinin çoğuna büyük fırsatlar verip, onlara iyi hayat şartları ve onlardan bir marka yarattığı halde, hiçbirinden vefa görmedi. Hatta, ihanete uğradı.

Onu sevdim çünkü Brütüs'ü çok olan bir Sezar'dı...

Hiç kızmadım mı?

Kızdım.

Kenan Evren'i sevdiği için kızdım.

Zafiyeti olan bazıları hariç, kimseye para kazandırmadığı için, sinirden tırnaklarımı kemirdim. O kadar yalvarıp yakarmama rağmen, arka sayfa güzelini bir kez bile erkeklerden seçmediği için “Size de, çıplak kadın düşkünlüğünüze de...” diye içimden saydırdım. Ama en çok, bazen ihtirasları, sağduyusunu körleştirdiği için ona kızdım.

Ama kardeşim, vasatlar imparatorluğuna kafa tutan bir adamın, kadı kızında bile görülecek kusurları olacaktı elbette...

 

Sana kızdığımız zaman bile seni çok sevdik...

 

***

FİGEN BATUR

 

Seninle tanıştığım gün mıh gibi aklımda

 

Geçmişten söz ederken, günüyle saatiyle konuşan insanlar vardır ya onlardan biri olabilmek için neler vermezdim.

Ama ne yazık ki başım tarihlerle hoş değil.

“Hoş değil” yetmez, düpedüz balık hafızalıyım.

Günden, saatten geçtim yılları bile yuvarladığım söylenebilir.

Oysa, seninle tanıştığım gün mıh gibi aklımda:

1975 yılı, şubat ortaları, akşam altı suları...

Bu keskin hatırlayışta dayanılmaz cazibenden çok, çiçeği burnunda gelin olmamın da payı var elbette.

Dile kolay, 35 yılı devirmişiz birlikte.

Ayşe, telefon edip, bu özel baskı için 3 bin vuruşluk bir yazı istediğinde önce duraksadım. “Her yıla 100 vuruş bile düşmüyor!” diye geçti içimden. Tamam isteği “bizim” değil, “senin” üzerine yazmamdı ama kesin olan bir şey varsa, “ötekini” de ancak kendine değdiği ölçüde anlatabiliyor insan...

Daha doğrusu yazarın hası değilsen eğer, sınırın ancak o kadar...

Şu 35 yıla dönüp baktığımda, kelimenin her anlamıyla birbirimizi çektiğimizi düşünüyorum.

“Di” halini de bildik birbirimizin, “miş” halini de.

Hayat karşısında kırgın, öfkeli, ürkek, yenik halimizi de bildik, mutlu, coşkulu, umutlu halimizi de...

Onaylanmanın, sığınmanın, sevildiğini bilmenin verdiği güven kimsenin söyleyemediğini söyleme cesareti verdi birbirimize...

Düş kırıklarımızı bile çektik birbirimizde...

Hürriyet’in yöneticiliğinden ayrıldığından beri, üzerine yazılanlar insanın farklı suretleri olduğunu bir kez daha hatırlattı bana. Herkesin aynasına farklı yansıyoruz aslında. Yoo, “vakit bu vakittir” diye çakanlardan, biriktirdiklerini kusanlardan, zil çalıp oynayanlardan değil, seni sevenlerin yazdıklarından söz ediyorum. Mesela Yonca’nın yazısı... Çocukluğundaki seni, yani senin gençliğini öyle bir anlatmış, öyle bir baba tasviri yapmış ki... Her ne kadar senin için dünya bir yana Gülüm bir yana olduğunu bilsem de, onun yazdığı tek satırı yazamazdım. O yıllardaki seni ben yazmaya yeltensem, inan bambaşka biri çıkardı ortaya...

İnsan, onu tanıyanların toplamı kadar mı acaba?

Ayşe, sadece 3 bin vuruşluk değil bir de “Ama...”lı yazı istedi bizlerden...

O zaman ben ve benden çok Sarp için yaptıklarını, sana duyduğum minneti ve daha bir sürü şeyi saymayı bırakıp, fotoğrafın Arap’ına geçeyim...

Gevezenin teki olduğumdan ve şımartmanın erdemine inandığımdan, sevdiğim bütün huylarını biliyorsun zaten...

Sevmediklerime gelince, hiçbirinden haberin yok.

Söylemediğimden değil, dinlemediğinden...

Dinlememen, sadece benim değil bil ki seni yakından tanıyan herkesin ortak şikayeti...

Haa, bir de “hayır” diyememe huyunu sevmem.

Başka? Hah, “tavşan dolması” var. İnsan bir “tavşan dolması”nı otuz yıl diline dolar ve buna en küçük ricam bile yerine getirilmiyor anlamı yükler mi Allah aşkına?

Bu arada Tavşan Kardeş olma sevdanın o dolmayla bir ilgisi olmasın mesela...

Daha da sıralarım ama bakalım kaçıncı vuruştayım?

2874 etmiş.

O zaman yazmaya oturduğumda aklıma düşen iki cümleyle yazıyı bağlayayım.

Ya Tansu ile ikinize, geniş zaman kipini ben sizlerle sevdim diyecektim ya da yazıyı, “O mon hypocrite ami, mon frere, mon semblable” diye bitirecektim...

İkisini de sevdim.

Tam 3000

 

***

AYÇA AKTAN

 

Kadınlara nasıl davranması gerektiğini çok iyi bilir

 

Özkök’ü çok sevdim, çünkü...

Kadınlara nasıl davranılması gerektiğini çok iyi bilir.

Bu meslekte kadınlara yol açmış, daima desteklemiş, bu konudaki eleştirilere hiç aldırmamıştır.

Her zaman nazik, zarif ve şıktır.

Küçük büyük herkesin kişiliğine saygı gösterir, düşüncelerine değer verir, dinler.

Rafine zevklere sahiptir.

Her yeni şeyden ilk onun haberi olur, yeniliklere daima açıktır.

Hayatın her alanına dokunur ve bunu yansıtır.

İçindeki çocuğu hiç kaybetmez, aksine ona çok iyi bakar.

Çelik gibi sinirlere sahiptir, soğukkanlılığını korur.

7-24 telefonu açıktır.

Şahane şarap eşliğinde keyif yapmayı, hayatı yaşamayı bilir.

Ruhumuza çok iyi gelen 'Pazar Yazıları' yazar.

Müthiş geyik muhabbetleri çevirir.

Yeni filmleri, CD'leri, kitapları bilir, çok güzel anlatır.

Çok kıvrak bir zekası vardır, gerçek bir liderdir.

Yaptığınız işe değer verir, takdir eder, teşekkür etmeyi bilir.

Amatör ruhunu hiç kaybetmez.

Ekibinin öngörülerine, düşüncelerine, yaptıkları işe güvenir, yazısını bile emanet eder.

Hiçbir zaman “Ben genel yayın yönetmeniyim, böyle yapacaksınız” diye emretmemiştir.

 

*

 

Ama Ertuğrul Bey'e kızdığım zamanlar da oldu çünkü...

Bazı zamanlar gazeteci gibi değil, patron gibi davranır.

Sizi dinler gibi görünür ama aslında aklı başka yerdedir, bir dakika sonra söylediklerinizi unutur.

Bazı sorunları anında çözmek yerine zamana yayar, sizin sabrınızı test eder.

 

*

 

Hürriyet Gazetesi'nin Yazı İşleri'nde, bu kadar uzun bir süre ailelerimizden çok birlikte zaman geçirdik. Çok stresli, müthiş sorumluluk isteyen mesleğimizin hem keyfini ve heyecanını, hem de üzüntüsünü paylaştık. Yaptığımız gazeteyle ilgili çok ağır, hak etmediğimiz eleştiriler işittik, “Biz birbirimizi biliyoruz” deyip, yolumuza devam ettik. Yazı İşleri salonu o kadar evimiz gibiydi ki, bir köpeğimiz bile oldu. Ertuğrul Bey adını “Manşet” koydu. Günlük koşturmaca içinde oluşan kırgınlıkları aşmayı da başardık. Kısacası, hayatın her alanını paylaştık. Ertuğrul Bey'e her zaman söylediğim şeyi bir kez daha tekrarlıyorum:

İyi ki varsınız...

 

 

***

NURCAN AKAD

 

Komplekssizliği en büyük meziyetidir Ama güvenilmezdir

 

Güvenilmez biridir Özkök. Verdiği sözleri tutmaz. Kaygandır. Köpürmüş sabun ya da denizden yeni çıkmış balık gibi...

Ben, kırık bir termometreden yayılan cıva kabarcıklarına benzetirim daha çok.

Ele gelmeyen, yerinde durmayan, hep yön değiştiren o yoğun, parlak, gümüşi kabarcıklara...

Ama o da başka türlü olduğunu savunmaz.

Güvenilmez biri olduğu gerçeğini hiçbir komplekse kapılmadan kabul eder.

Hal böyleyken, verdiği sözleri tutmadığında, yalan söylediği ortaya çıktığında, ona kızabilir misiniz?

Onun için Özkök'ün vaatlerine inanmaktansa, enerjisine, eğlencesine, yenilikçiliğine, yaratıcılığına kapılmak, masaya onun haber arsızlığıyla oturmak, çok daha keyiflidir. Son göründüğü televizyon programında “Hard rock bitti, art rock başladı” diyecek kadar, dünyanın tüm ufuklarını tarayan merakı hem şaşırtıcı, hem yorucudur. Onunla çalışmak, kıvrak zekasına, ilgi alanlarına yetişmek kondisyon ister.

Komplekssizliği bence en büyük meziyeti. Tartışabilir, eleştirebilir, şaka yapabilir hatta kavga edebilirsiniz. Kızmaz, küsmez, takmaz.

Özkök'le çalışırken hem öğrenirsiniz, hem eğlenirsiniz.

 

*

 

Ama kızdığım şeyler de var...

Herkese ikinci bir şans vermek gerektiğine “ilkesiz” biçimde inanması, bu nedenle taciz sabıkası olan bir kişiye de yeni bir şans tanıması...

Mazrufa değil, zarfa önem vermesi...

Değerler sıralamasında önceliklerinin, hak edip etmediklerine bakmaksızın, bir nedenle “önemli” sayılanlar olması...

12 Eylül öncesi devrimcileriyle MHP’lileri arasındaki tek farkın “bıyıklarının şekilleri” olduğunu inançla savunması, aklıma gelen örneklerden birkaçı.

Ama en yakıcısı kuşkusuz, bugünün ihtiyaçları içinde -hak ettiği biçimde- Nuray Mert’i göklere çıkarırken, onun kadar değerli Zeynep Atikkan’ı o günün koşulları içinde engel görüp, işten çıkarması...

Olsun; her şeye rağmen Ertuğrul Özkök, her zaman çok özel.

Benzersiz biri.

Tahammül edilemeyecek yönleriyle ve yarışılması imkansız yetenekleriyle...

Onu her zaman keyifle, takdirle ve gülümseyerek anıyorum ve çok seviyorum.

 

***

NEYYİRE ÖZKAN

 

Zıtların birliği olan bu adamı seviyorum

 

Ben bir sürü Ertuğrul Özkök sevdim. Mesela kendi kendini kurgulayanı. Kendiyle dalga geçeni, her şeyle dalga geçip kadınlarla dalga geçmeyeni... İşini fevkalade önemseyeni. Benzemezler orkestrasındaki şefliğini. Hürriyet Yazı İşleri masasına hayatı taşıyanı. Genel Yayın Muhabirini, hızlı gazeteciyi. Zeki adamı. Zihnimi açan, düşünmeme vesile olan provokatif yazarı. Şaşırtan pervasızı. Sosyolog olanı... Keşfedeni, bulup ortaya çıkaranı. Yeniliğe ve değişime yer açanı. Fırsat tanıyanı. Seni bir yandan derin sulara iterken öbür yandan yaparsın sen, diye hınzırca cesaret vereni. Nezaket sahibi olanı. Sıfır kompleks kişiliği. En çok da, o ağır koltuktaki hafif adamı. Hakaretleri karşılama biçimini. Gücünü şahsi hayatı için kullanmayanı. Merak edeni. Dünyalı olanı. Hayat üzerine üzerine geldiğinde durumu kurtaran oyuncuyu. Ve iskele ucunda tek başına şahsi hesaplaşmalara giren yalnızı sevdim...

 

Ona kızdım da: Statüko kulübüne habire hayat aşısı yaparken, popülizme yaslanırken kızdım. Orhan Pamuk’a duyduğu keskin öfkesine, Mehmet Ağar’dan medet ummasına, milliyetçiliği süsleyip püslemesine, Vurun Liberallere Cephesi’ni körüklemesine sinir oldum.

 

Tıpkı Türkiye’ye gibi olan bir gazeteyi, DNA’sında her türlü çelişkiyi toplamış bir organizmayı 20 yıl yönetti. Değerlerin yer değiştirdiği, felsefi, politik ve ideolojik kodların alt üst olduğu, üstüne teknolojik devrimin eklendiği bir 20 yılın başarılı yayın yönetmeniydi. Benim için çok kıymetli bir 15 yıl geçirdik. Bana fırsat verdi, güvendi. “Yayın yönetmenim o olmasaydı imkansızdı” dediğim çok durum yaşadım. Projeler yaptık, projeler yıktık ama hep ilerledik. Yol gösterdi, tartışırken dinledi, devam ederken önümüzü kesmedi. Fikirlerimin yüzde 100 uyuştuğu bir yayın yönetmeni mi, yoksa yeri geldikçe çatıştığım vizyonlu, dünyalı bir yayın yönetmeni mi? İkincisini tercih ederim. O Ertuğrul Özkök’tür...

 

Sana kızdığımız zaman bile seni çok sevdik...

 

***

NİLGÜN KIDIR ÖZPEYNİRCİ

 

Değişimin adıydınız, cüretkâr ve klişelerden uzak

 

Güzel Sanatlar Fakültesi mezunu bir tasarımcı olarak katıldım Hürriyet Ailesi'ne.

Kendine güvenli, hırslı genç bir kız...

Ama “Burada n’apılabilir ki?” dedim aylar sonra.

Her şey çizilmiş, her şey yazılmış.

“Şunu yapabiliriz” dediğimde, “Hayır bu, bir klişe!” değiştirilemez. “Ya şu?” “Olmaaaaz!” “Bakın, şu karakter ne kadar güzel!” “Yok yok!” Korktum ve sıkıldım. Çekip gitmek istedim. O arada sanat sayfalarını yapmaya başladık İhsan'la. Bir gün geldiniz ve “Son zamanlarda şu sanat sayfaları çok keyifli oldu” dediniz. Acayip sevindim. Sonra bir sorumluluk verdiniz: Pazar Ekonomi. “Hadi bakalım tasarla...” Yaptıklarımı sevdiniz. Unuttum gitmeyi. Siz, gençlerin isterlerse bir şeyleri değiştirebileceğine inandırdınız beni.

Ve ben en büyük şansımla, Neyyire Özkan'la tanıştım yıllar içinde. Onun ekibinde, onun soluduğu atmosferin içinde olmak istedim. O da bana inandı. Ve beraber çalışmaya başladık. Her şeye azıcık da olsa müdahale etmeyi seven siz, baktım ki 5. kata hiçbir şekilde karışmıyor, yapılan işi iş bittikten sonra hafta sonu okuyucuyla birlikte görüyordunuz. O zaman sizin doğru adam seçmekteki olağanüstü yeteneğinize hayran oldum. Nokta vuruşu. Doğru adam seç, sadece izle ve keyif al.

Sizi sevdim çünkü hep kibardınız, bir sorun olduğunda hep dinlediniz, yapılan güzel işlere “Güzel!” de dediniz, “Nilgün, şu el yazısı karakterini hiç okuyamadım da...”

Sizi sevdim çünkü siz değişimin adıydınız, cüretkâr, klişelerden uzak. Ve galiba siz Hürriyet'in yaramaz çocuğu olmayı seviyordunuz. Bir ek yapmak istediğimizde, siz de varsanız o ekin içinde, mutlaka en dikkat çekici en kışkırtıcı fotoğraflar sizden geliyordu. Kaç genel yayın yönetmeni çıplak ayaklarla, yatakta ya da bir hokkabaz kılığında poz verdi ki? Siz sesin nerden geleceğini hep çok iyi biliyordunuz...

Sizi sevmek kolaydı peki size kızmak?

Yalakalığa gerek yok size kızdım, kızdım çünkü çevrenizde yarattığınız o hafif snob hava ve her daim vakitsizliğiniz, her konuşmayı 5 dakikaya sığdırma korkumuz hiçbir zaman sorunların tamamını konuşmaya el vermedi. Hoş hakkınızı yiyemem hiç “Hayır” demediniz, hep “Tamam hallederiz.” Ama halledene kadar da en az 3 kez hatırlatmak gerekti sorunu çözmek için. Kendim için hiç konuşamadım sizinle. “Bir gün kendin için bir şey iste” demiştiniz. 15 yıllık çalışma hayatımızda, ilk kez kendim için -2 ay karın ağrılarıyla düşünerek hem de- bir şeyler istemek için konuşmak üzereydim ki gittiniz...

 

 

***

GİLA BENMAYOR

 

Bizi mücevher gibi parlattınız

 

Yıllar önce Cağaloğlu’ndaki Hürriyet binasının koridorlarında, elinizde tuttuğunuz Le Figaro Gazetesi’ndeki “Kızıl Gezegen Mars” yazısını bana son derece naif bir gülümsemeyle uzatmıştınız...

“Mars’ta hayat olabilirmiş. Ne dersin acaba şu yazıyı kullanabilir miyiz?” diye kibarca sormuştunuz...

Daha o ilk anda...

Farklı bir gazete yöneticisiyle karşı karşıya olduğumu anlamıştım...

O güne kadar gazetede kimsede rastlamadığım bir içtenliğiniz vardı...

Üstelik frankofondunuz da...

Ne mutluluk.

Sizi niye sevdim?

Gazetedeki pek çok arkadaşım gibi beni de teşvik ettiğiniz, yeni ufuklar açtığınız, inandığınız ve fırsat verdiğiniz için...

Özellikle biz kadınları, karanlık köşelerinden çıkartıp, bir mücevher gibi parlattığınız için...

Hayallerimizi zorlamayı öğrettiğiniz için...

İyi iş çıkartmayı başarmış herkesi anında kutlamak için üşenmeden hemen telefona sarıldığınız, bu konuda bazılarının aksine hiç ama hiç cimri davranmadığınız için...

Kesinlikle “hayır” demeyi beceremediğiniz, becerseniz bile genellikle yumuşamaya eğilimli olduğunuz için...

Artık bir genç kız olan Ada’yı daima sorduğunuz ve kolladığınız için...

Size yıllar önce göndermiş olduğu bir CD’yi hâlâ hatırladığınız için...

Bir keresinde hasta olduğumda servise kadar gelip “ciddi bir şeyin varsa mutlaka haberim olsun” dediğiniz için...

Eski dostlarınızı koruduğunuz, yanınızda daima onlara yer açtığınız için...

Babıali’deki bir sürü genel yayın yönetmeninden daha zeki, daha bilgili, daha donanımlı, daha neşeli, daha fırlama olduğunuz için...

Entelektüel kapasitenizle yaşam sevincini herkesten daha iyi dengelemeyi becerdiğiniz için...

Kedilere ve çocuklara zaafınız olduğu için...

Sevdim, seviyorum ve seveceğim...

 

*

 

Peki ne zaman kızdım?

Güzel güzel konuşurken birden dikkatinizin dağıldığını, gözlerinizin uzaklara baktığını ve artık hiç beni duymadığınızı fark ettiğimde...

Ki ne yazık ki pek sık başıma geldi...

Dikkatinizi çocuklar gibi ekseriyetle parıltılı şeylerin çektiğini anladığımda...

Sabah gazeteyi ilk elime aldığımda, manşette kimi zaman kafama hiç yatmayan bir başlık gördüğüm ve “eyvah bu da nereden çıktı şimdi” diye paniklediğimde...

Kimi zaman ciddi şeyleri hafife aldığınız, önemsizleri abarttığınızda...

Kadınları sevdiğinize, onlara değer verdiğinize inandığım halde nedense çevrenizde “bir erkek çetesi” olduğunda size kızdığım doğru...

Ama görüyorsunuz işte...

Terazinin kefesine koyarsak, sizi sevme gerekçelerim, kızma gerekçelerimden çok daha fazla!

 

*** 

YONCA TOKBAŞ

 

Sayende yıkılmadık ayaktayız!

 

Neden mi Ertuğrul’u çok seviyorum?

E çünkü onun gibi bir tane daha yok.

Acı ama gerçek.

Anlattığını, bu kadar çok yönlü ve zarifçe anlatabilen bir tane daha adam yok.

Konuşurken sürekli gülümsemesini seviyorum.

Dünyanın en gergin işini, gülümseyerek yapmasını seviyorum.

Asla beklenen ve sıradan tepki vermemesini seviyorum. Her zaman değişik bir cevabı var Ertuğrul’un. Şaşırtabilmesini, şaşırtırken mutlaka düşündürtmesini seviyorum.

Kızgınlığını ses tonundan değil de, kaşlarını yukarı kaldırıp alnını iyice kırıştırarak belli etmesini seviyorum.

Leb deyince leblebiyi anlamasını seviyorum.

Kadın- erkek ilişkilerine dair verdiği tavsiyelerde haklı çıkmış olmasını seviyorum. Sayesinde hâlâ yıkılmadık ayaktayız. “Ertuğrul demişti!” demeyi seviyorum.

Bizden hiç beklemediği halde, iki çocuk doğurup onu şaşırtmış olmamızı seviyorum.

Babam ansızın ve çok erken bırakıp gittiğinden beri...

Düşsem yanımda olacağını biliyorum, ağlasam omuz olacağını biliyorum, üzüleceğimi bilse de doğruları söyleyeceğini biliyorum, aklımı yitirsem akıl vereceğini...

Ama bunların hiçbirine gerek yok, onu da biliyorum.

Çünkü hayatta kimseye ihtiyaç duymadan ve muhtaç olmadan kendi kendime ayakta kalma cesaretini, becerisini, azmini aşıladı içime...

Hayattan korkmuyorum işte.

Ertuğrul’u çok seviyorum.

Daha ne!

 

*

 

Hiç mi kızmıyorum?

İki lafın başı bana “Kilo al Yonca! Yemek ye Yonca! Kemik torbası gibisin, erkekler hoşlanmaz böyle kadınlardan!” demesine kızıyorum.

Hatta, bana bir kere “Sana bakınca aklıma Ghandi geliyor, üzülüyorum!” demişti.

Bak içime işlemiş, hâlâ unutmam.

Onu anlatan yazıma gönderdiği mesaj hayatımın en anlamlı mesajı. Okurken tıkandım. Ama mesajın bir yerinde, “Bir de azıcık kilo alsan süper olacak!” demiş ya işte, o an ipler koptu bende. Hem güldüm, hem ağladım. Eskiden olsa kızardım ama bu sefer kızamadım. “Nutella kavanozuna kepçeyle dalıyorum, yeter ki sen endişe etme Ertuğrul” yazdım.

Bana sürekli “Çok konuşuyorsun!” demesine de kızıyorum. Susamıyorum, o da biliyor. Bir kere yaklaşık 2 saat boyunca hiç nefes almadan konuşunca ben, Tansu’yla birbirlerine bakıp “Yonca, susarsan sana 1 haftalık harçlık vereceğiz!” demişlerdi. İşin kötüsü kabul ettim, parayı aldım ama konuşmaya devam ettim...

Gülüm’ü üniversite için Amerika’ya yollamasına çok kızmıştım, ama o kızgınlığım da geçti. Çünkü Gülüm 1 sene sonunda geri geldi. Kızmama gerek kalmadı.

Yeni kitap yazmamasına ve üniversitelerde hocalık yapmamasına kızıyorum. Ben öğrenci olsam kapısına dayanırım, bize derse gelsin diye. E vakti yoktu ki! Belki şimdi yapar. Kızmıyorum sabırla bekliyorum.

Ehliyetinin olmamasına kızıyorum. Aklım sırrım almıyor. Bence şu anda ehliyet almalı. Evet, evet Ertuğrul o yazdığı efsane yeşil Mustang’i kendisi kullanmalı!

CD alacak param olmadığı için, ondan yürütürdüm. Kardeşim sanki o koca dolapta gizli kamerası var, yüzlerce CD arasından, anında eksik olanı anlar, “Geri getir” derdi, sinir olurdum! Mümkün değil CD'sinin üzerine yatamazsın. Neyse ki, şimdi olayın şekli değişti iPod’a atıp geri veriyoruz. Kızacak bozulacak durum kalmadı, kızamıyorum.

Aslında en çok samimiyetten ve düşündüğünü söylemekten aciz insanlara karşı bu kadar samimi ve açık olmasına kızıyorum. Yok anlamıyor insanlar onu, ya da eksik anlıyorlar ve hatta, yanlış anlamayı tercih ediyorlar.

Ben aslında en çok, onu tanıdığını söyleyip, onu hiç tanımadan atıp tutanlara kızıyorum.

Kızamıyorum Ertuğrul’a...

 

 

***

AYŞE SÖZERİ

 

Siyasi duruşlarımız ve dünya görüşlerimiz farklıydı

 

Ertuğrul Özkök için bir şeyler söylemem istendiğinde ilk anda çok zor görünmedi...

Sonra o kadar da kolay olmadığını anlamaya başladım...

Kimi zaman çok övülen, kimi zaman da yerden yere vurulan bir insandan, uzun zaman genel yayın yönetmenim olmuş kişiden, tarafsızca söz etmem gerekiyordu...

Birlikte çalıştığımız uzun yıllar boyunca, benim de çok öfkelendiğim, duyunca inanamadığım sözleri ve davranışları oldu. Ama pek çok kereler şapka çıkardığım ve kıvrak zekasına hayran kaldığım durumlarla da karşılaştım.

Sanırım Özkök'ü anlatırken zorlanma sebebim dünya görüşü ve siyasi duruşu benden çok farklı olmasıdır.

Hürriyet'in önemli dönemeçlerinde birlikteydik. Simavi ailesiyle başlayan çalışma arkadaşlığımız Doğan ailesiyle devam etti. Bu süreçte yönetimle birlikte gazetenin yapısında da ciddi değişiklikler oldu. Benim uzak durmayı tercih ettiğim magazin ağırlıklı, sitcom gazeteciliğine doğru evrildi Hürriyet. Kimi çevrelerce çok başarılı bulunan bu gazetecilik tarzını getiren ve yerleştiren Ertuğrul Özkök'tür.

Türkiye, ekonomik ve politik olarak çalkantılı geçişler yaşadı. Bütün bu yıllarda Ertuğrul Özkök yerini ve gücünü koruyabildi. Çalışma arkadaşlarıyla oluşturduğu takıma güç verdi ve onlardan güç aldı. Patronla olan iyi ilişkilerini sürdürerek gazetenin yönetimini dalgalanmalardan uzak tuttu. Bu çoğu zaman çalışanlara güven verdi, ama kimi zaman da bazı burukluklar yaşanmasına neden oldu.

Ben Ertuğrul Özkök’le her zaman konuşup tartışabildim. Güç dönemlerde oluşturduğum stratejilerde desteğini aldım. Zaten birlikte çalıştığı herkes ile iletişim kurabilen ve diyaloğu koparmayan yapıda bir yöneticiydi. Onunla çalışmak çok zor değildi ama hızla değişebilen bakış açısını ve değerlerini hep akılda tutmak kaydıyla...

Daha uzunca bir süre Ertuğrul Özkök için yazılıp çizilecek...

Türkiye'nin son 25 yıllık basın hayatından renkli bir kişi geçti...

Başta da söylediğim gibi gazeteciliği ve özellikle yöneticiliği olumlu olumsuz çok eleştirildi. Artık çok farklı bir kulvarda yol alacak. Sanıyorum ve umuyorum, bundan sonra yönetim kaygısı olmadan sadece yazarak daha mutlu olacaktır.

Her zaman sözünü ettiği "iç yolculuklar"ında huzur ve şans diliyorum.

 

***

NURİYE AKMAN

 

Yarattığı yıldızların ışığı onu aydınlattı

 

Seviyorum çünkü...

Bana röportajcı olma fırsatı verdi. İşimi yaparken hep arkamda durdu. Zor randevularda yardımcı oldu. Sorularım sıkıntı yarattığında, beni satmadı. Büro içi rekabetin hedefi olmaktan korudu. Hep yeni ve ilginç insanlara dikkatimi çekti. Lafın uzununun değil, kısasının makbul olduğunu, çarpıcı başlık atmayı öğretti. Cesaretimi kırmadı, daima onore etti.

Yarattığı yıldızların ışığı, aslında hep onu aydınlattı, onu yüceltti.

Bunu öngörecek kadar akıllı ve dillendirecek kadar komplekssizdi.

Gazetecilik heyecanını hiç kaybetmedi, gerektiğinde bir muhabir gibi çalıştı. Sadece onunla çalışırken değil, farklı gazetelerde görev yaparken de ondan öğrenmeye devam ettim.

Çalışanlarına karşı hep kibardı, kabalaşmadı, sesini yükseltmedi.

 

*

 

Kızıyorum çünkü...

Çalışanların aldığı ücretlerin düşüklüğünü önemsemedi ve durumlarını yükseltmek için yeterince çaba göstermedi, aynı şeyi bana da yaptı.

Patron-siyasetçiler ve çalışanlar arasında denge kurmaya çalışırken, ahlaki değerleri ve ilkeleri farklılaştı. O değişimi uzaktan izlerken, aklım ve kalbim örtüşmedi. Birey-devlet çatışmasında, “devlet”ten yana tavır almasını yadırgadım.

Gücün, öz benliği aşındıran yönüyle hesaplaşmak yerine, bunu doğal bir sonuç olarak kabul etti, hatta bunu sevdi.

“Siyasi konjonktürün dayattığı bir sonuç olarak” görevden ayrılmak yerine, bu görüntünün olmadığı daha doğal bir dönemde, kendi arzusuyla görevi bırakmadı.

 

***

FERAİ TINÇ

 

Tolerans mı teflon duvar mı?

 

Ertuğrul Özkök, benim için her zaman arkadaşım olmuştur. Kızsam da, eleştirsem de, Hürriyet Mahallesi’nden çocukluk arkadaşımdır Ertuğrul Özkök.

Hürriyet’teki ilk yıllarında hem Ankara Temsilciliği'ni yaptı, hem de Moskova Temsilcisi'ydi.

Daha sonra Genel Yayın Yönetmenliği’ne getirildiğinde de Ankara Temsilciliği’ni bırakmamıştı.

Ertuğrul köprüleri hiç yakmaz, tam tersi geri dönüş yollarını hep açık tutardı.

Bunun benimle ne ilgisi olabilir ki? Vardı. Muhabirlik, röportaj, yazarlık dahil, her işin en prestijlisini kendisine ayırmak isteyen bir şef ile çalışmak kolay değildir.

Hele de size, “Sen o işi yapma, sonra ben yapacağım” diyen bir şefse.

Hepimizle rekabete girmesine kızardım ama kapıları sadece kendisi için açık tutmazdı.

Ertuğrul’un kapıları herkese açıktır ve herkes için kapılar açar.

Bugün basında birçok tanınmış ve başarılı gazetecinin Hürriyet kökenli olmaları Ertuğrul’un bu özelliği sayesinde gerçekleşti.

 

KISA HABER EĞLENCELİ HABER

Gazeteye gelir gelmez damgasını vurmak istedi. Zihniyeti değiştirmeye çalıştı.

Kadın gazetecilere, kültür sanat ve magazin dışındaki diğer alanların kapalı olduğu bir dönemde Ertuğrul Yazı İşleri'ni, dış politika ve ekonomi sayfalarını kadınlara açtı. Beni dış politika yazarlığına Ertuğrul yöneltti.

Kısa haber, eğlenceli haber. 20 yıldan beri aynı şeyi söyledi.

Bu ısrarı, siyaset yazan bir gazeteci olarak gazetede kendimi yalnız hissetmeme neden olsa da, Ertuğrul’un yenilik arayışlarını hiç taviz vermeden 20 yıl devam ettirmesi hepimizi sürekli seferberlik halinde tutabildi.

Dış Haberler editörü iken değişim arayışımı o kadar ileri götürdüm ki bir gün sayfanın sütunlarını çarpıtmaya karar verdim. Sekreter arkadaşım ile sayfanın ortasına çiçek gibi dizdik sütunları.Gazete öyle çıktı. Çok çirkin olmuştu. Ama Ertuğrul, “Bu ne saçmalık” diye gece müdahale etmemişti.

 

TEFLON DUVAR

Toleranslıdır. Bunun gerçek mi olduğunu yoksa başka bir şeyden mi kaynaklandığını sık sık kendime sordum. Çünkü hep “ufkî bakar”. Önüne değil ileriye. Hatta önünde durana da, anlatana da, dedikodulara da başını eğip kulak kabartmaz. Herhangi bir şeyden şikayet etmeye kalktığımda ya da bir şeyleri anlatmaya çalıştığımda, görünmez teflon bir duvarla karşı karşıya olduğumu hissederdim çoğu zaman.

Acaba beni dinliyor mu? Hatta duyuyor mu?

Onun bu engin toleransının altında dünyaya boş vermek mi yatıyor diye düşünmedim değil. Ama o tolerans olmasaydı, o dikenli koltukta 20 yıl oturabilmek mümkün olmazdı. Bütün kızgınlıklarıma, birçok konuda ayrı düşmemize rağmen, o tolerans olmasaydı aramızdaki bu dostluk da mümkün olmazdı. .

 

Yazarın Tüm Yazıları