Toplumun gelenek ve görenekleri de her geçen gün bu ayrımcılığın güçlenmesine neden olmaktadır. Kendi toplumumuza baktığımızda “Karı gibi yürümek”, “karı gibi gülmek” gibi tabirler günlük hayatta insanlar tarafından aşağılayıcı bir anlamda kullanılmakta ve bunun gibi toplumun kelime haznesine yerleşmiş cümleler bu cinsiyet ayrımcılığını beslemeye devam etmektedir. Kadın cinsiyetini aşağılayıcı bir sıfat haline getiren toplum, sadece cümleleri ile değil davranışları ile de bu psikolojik şiddeti devam ettirmektedir.
Toplum, kadını “güçsüz, kırılgan, bakıma muhtaç” olarak nitelendirerek onun bir erkeğin bakımına ve korunumuna muhtaç olduğunu düşünmektedir. Yetişkin kadınlar bu etiketler ile mücadele etmeye çalışırlarken yeni doğan kız çocukları içine doğdukları bu düzenin kurallarına göre yetiştirilmektedir. Bu da maalesef ki ayrımcılık ve ayrımcılıktan doğan şiddet döngüsünün devam etmesi ile sonuçlanmaktadır. Şiddet sadece bir insana tokat atmak gibi fiziksel bir güç uygulamak demek değildir, eğer onun özgürlüğünü elinden alıyor ve onun hayatını kısıtlayarak sürekli psikolojik bir baskı uyguluyor iseniz bu da bir şiddettir. Ne yazık ki kadınların sıklıkla maruz kaldığı bir şiddet türü de budur.
Ayrımcılığın en yıkıcı sonucu her birimizin her gün haberlerde gördüğü şiddet, taciz ve cinayet olaylarıdır. Bu olayların öznesi olan kadınlar için, bu olayların öznesi olmaktan korkmak zorunda bırakılan kadınlar için bu haberlerin her an, her platformda gündemde olması gerekmektedir. İsimler değişse de katiller hep aynı, mağdurlar hep kadındır. Bir gün annemiz, bir gün en yakın arkadaşımız, bir gün belki de biz o haberdeki “kadın” olabiliriz.
Bu olasılığın hepimize bu kadar mümkün geliyor olması, içinde yaşadığımız düzenden kaynaklanmaktadır ve bizi tek başımıza karanlıkta yürürken korkmaya, dolabımızdaki en sevdiğimiz kıyafetimizi giymekten alıkoymaya itmektedir. Bu noktada yine kadınların seçimleri ve özgürlüklerinin kısıtlandığını görmekteyiz. Engellenmesi gereken kadınların özgürlükleri değil onların özgürlüklerini ellerinden alma hakkını kendilerinde bulanlardır.
Her yıl yüzlerce kadın cinayete kurban gitmekte, taciz ve şiddet görmektedir. İstatistikler son on yılda kadın cinayetleri sayısının 3 kat arttığını, sadece 2020 yılında 300 kadının öldürüldüğünü, 171 kadının ise ölümünün şüpheli olarak kayda geçtiğini göstermektedir. Bunlar hızlıca okuyup geçeceğimiz birer sayı değil yüzlerce canın, yüzlerce hayatın kaybedilmesi demektir. Gittikçe sayıları artan bu kadınlar, bir erkeğin öfkesinin, kıskançlığının kurbanı olmaya devam etmektedir.
İstatistikler gösteriyor ki cinayet ve şiddet olaylarının neredeyse tamamı kadının eş, baba, abi olmak üzere en yakınları tarafından gerçekleştirilmektedir. Bir insan içine doğduğu aile ve kendi kurduğu aileye güvenemezse kime güvenebilir başka? Şiddete maruz kalan kadın, hayatında derin izler bırakan bir travma yaşar ve yaşamını sürdürmeye yönelik bir çaresizlik duygusuna kapılır. İzleri silinmeyen böyle bir kötülüğün hiçbir gerekçesi olamaz, olmamalıdır.
Kadına şiddete yol açan nedir peki? Neden binlerce kadın çocuklarının önünde, savunmasız bir şekilde şiddete uğramaktadır? Namus kavramı, gelenek ve görenekler her yıl bu ülkede yüzlerce kadının hayatını kaybetmesine yol açmaktadır. Kadın toplumun anlamlandırdığı namus kavramı üzerinden tanımlanmakta, bu kavram yüzünden kısıtlanmaktadır. Ülkemizde kadın bedeni üzerinde, kadının kendisi hariç herkes söz sahibidir.
Kadının neyi nerede giyeceği, saat kaçta, nerede, ne kadar bulunması gerektiği toplumun bakış açısına göre sınırlı ve belirlidir. Kadın kahkaha atarak gülemez, gece geç saatte dışarıda olamaz. Kadının namusu, esnetilemez kurallarla korunan bir unsurdur toplumumuzda. Kadına şiddet her an her yerde yaşanmaktadır: işyerinde, evde, okulda… İster psikolojik, ister fiziksel olsun kadınlar şiddete hayatlarının çoğu döneminde maruz kalmaktadır
Yıllar boyunca tüm bu alanları aydınlatan ışık bir kadın ise, karanlığı tercih edenler kadını belirli kalıplara sokmaya çalışarak sadece bedenini değil düşüncelerini de dört duvar arasına hapsetmişlerdir. Oysaki kadının en büyük hakkı toplumun olmasını istediği kişi değil “kendi istediği” kişi olmaktır.
19. yüzyıla kadar kadının rolü sadece anne olmak ve iyi bir eş olmak ile sınırlandırılmış iken fabrikalaşma sürecinin hızlanması, kadına “işçi” sıfatını da yüklemiştir. İş gücüne fazlasıyla ihtiyaç duyan fabrikalar, bu süreçte kadınların iş gücüne de ihtiyaç duymuş ve böylelikle kadınlar ekonomik hayatta yer almaya başlamıştır.
Dünyada meydana gelen savaşlar ve erkeklerin bu savaşlarda mecburi olarak yer alması da bu süreçte kadınların iş hayatına girme sürecini hızlandırmıştır. Anne ve eş rolünün dışında “çalışan” rolünü de üstlenen kadınlar gittikçe bu rollerin sığlığının farkına varmaya başlamıştır. Bu farkındalık aslında kadın hakları konusundaki bilinçlenmenin ilk kıvılcımlarıdır.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününün ortaya çıkışı çeşitli olaylar ile ilişkilendirilmiştir. Bunlardan ilki 1908 yılında kadın işçilerin New York’ta gerçekleştirdiği sendika ve oy haklarını talep ettikleri mitingtir. Bazı kaynaklar ise bu günü New York’ta 1911 tarihinde meydana gelen Gömlek Fabrikası yangınında vefat eden işçiler ile ilişkilendirmektedir. 1917 yılında Rusya’da yapılan Şubat Devrimi’nin kadın grevleri ile başlamış olmasının da bu günün oluşumuna etki ettiği belirtilmektedir.
Ülkemizde ise 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 1921 senesinde iki kadının girişimleri ile kutlanmaya başlamıştır. 1975 yılına kadar 8 Mart kutlamalarına izin verilmemiştir. İlerici Kadın Hareketinin faaliyetleri ile birlikte 1975 yılında tekrardan kutlanmaya başlamıştır. Tarihsel sürece baktığımızda 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün kutlanabilmesinin bu kadar zorlu ve uzun bir süreçte gerçekleşmesi kadınların bireysel haklarına ulaşmakta yaşadıkları zorlukların bir örneğidir adeta.
Dünya Kadınlar Günü denilince birçok insan, bugünün kadınların ne kadar değerli canlılar olduğunu belirtme ve onları yüceltme amacı taşıdığını düşünmektedir. Oysaki tam tersi, bugün kadınların kendilerini “ikinci sınıf insan” kalıbından çıkarma çabasını temsil etmektedir. Kadınların beklentisinin yüceltilme, daha üst pozisyonlara gelme olduğunu düşünmek tamamen yanlıştır.
Çünkü insan yalnızca verdiği emeğin karşılığını almak ister. Düşünün ki aynı eğitim süreçlerinden geçtiğiniz, iş yerinde eşit miktarda mesai harcayıp eşit emek verdiğiniz bir bireyden sadece cinsiyet farklılığınız ve cinsiyetinize yüklenen toplumsal kısıtlamalar sebebiyle düşük maaş alıyorsunuz. Tek bir cümle içinde ifade edebildiğimiz bu haksızlık, binlerce kadının sayfalara sığmayan haksızlık öykülerinin sadece minik ve modern bir örneğidir.
8 Mart günlerinde kadınlara ne kadar değerli olduklarını söyleyip “Onlar birer çiçektir” tarzındaki ifadelerle onları onore etmek, bu günün anlam ve önemine oldukça ters düşmektedir. Kadınların beklentisi pozitif bir ayrımcılık değil, ayrımcılığın ortadan kalkmasıdır.
Yalnızca sevgi alma isteğiyle yöneltilen sevginin olgun ve sağlıklı bir sevgi olmadığından bahsetmektedir. Sevgi öncelikle vermektir, almak değildir. Kişi karşısındakine aslında kendisinden, sevinçlerinden, bilgisinden, üzüntüsünden verir. Bütün insanca özelliklerini sevilen insana yöneltmektedir. İlişki içinde kendisinden, yaşamından bir şey koyar ortaya ve tüm bunları almak için vermemektedir. Karşımızdakinin sevgisinden emin olduğumuz zaman sevgi verebileceğimizi düşünmemiz, sevilme isteğimizi her zaman üstte tutarak karşılığa odaklanmamız sevilme problemi içerisinde kaybolmamızı sağladı. Üretmekten çok tüketmek isteğimiz gibi ilişkilerimize, en derin duygularımıza yansıdı. Kendimize dönüp baktığınızda gerçekten neleri karşılıksız seviyoruz?
Erich Fromm olgun sevginin nasıl olması gerektiğini, insanın buna nasıl ulaşacağını en güzel şekilde ifade etmiştir diyebiliriz. Olgunlaşmamış sevgide “sana ihtiyacım olduğu için seviyorum” ifadesi yerini, olgun sevgide “seni sevdiğim için sana ihtiyacım var” a bırakır. Kişinin sevmeyi gerçekleştirebilmesi için belli bir olgunluk seviyesine ulaşmış olması gerekmektedir. Karşısındakini gerçekten olduğu gibi tanımayı, anlamayı ve kabul etmeyi gerektirir. İki insanın da kendilerini iki ayrı varlık olarak algılaması fakat birbirlerine açılarak bütünleşmeleridir. Kişi kendisinden kopmamalı, kendisini olduğu gibi cesaretle ortaya koyabilmeli ve aynı cesaretle karşısındaki kabul ederek dinamik bir birliktelikten söz edilebilir. Durum böyle olunca ilişki içerisinde beraber dönüşmek, büyümek mümkündür. Sevginin iyileştirici gücü de buradan gelmez mi? Birini gerçekten sevebilmenin tüm insanları ve dünyayı sevmenin başlangıcı ve devamı olduğunu söyleyebiliriz.
Bahsettiğimiz bu sevginin ilişki içerisinde nasıl dönüştüğü, verme üzerine odaklanırken sınırlarımızı ilişkide korumak bazen kafa karıştırıcı olabilmektedir. Aslında karşımızdaki kişiye koşulsuz bir kabul gösterdiğimizde ilişki içerisinde sınırlarımızı korumak da önem taşımaktadır. Kişinin kendisinden kopmaması gerektiğinden bahsederken kendisini koruması gerektiğini de vurgulamak gerekir. Olgunlaşmış sevgi de sınırlarımızı koruyarak sevgi ve saygı göstermemiz mümkündür. İlişki içerisinde sınırlarımızı koyarken dikkatli ve uyumlu olmak, kendimize zarar vermeden karşımızdaki kişiyle uzlaşabileceğimiz çözüm yolları bulunabilir. Bir ilişkide her iki kişinin de ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için açık bir iletişimin olması, diğer kişinin duygularını dikkate alarak ve kendi duygularımızı rahatça ifade ederek savunmasız bir iletişim biçimi sağlanması ilişki dinamiği için önemlidir.
Koşulsuz sevginin, bize nasıl fayda sağlayacağını gözetmeden gösterdiğimiz bu sevginin fizyolojik alt yapısına baktığımızda araştırmalar ilgili beyin bölümlerinin anne sevgisine dahil olan kısma benzediğini ve beynin ödül istemiyle ilişkili olduğunu göstermektedir. Beynimiz bu sevgi karşısında bu iki durumla benzer aktiviteyi göstermektedir. Olgunlaşmış sevgi bedenimize de iyi gelmektedir. Yaşam doyumumuzu arttırmakta, bize iyi gelirken ilişkimize de olumlu yansımakta ve beraberliği güçlendirmektedir.
Birçok rutinimizin kısıtlanması, okulların, işletmelerin kapatılması, ev içine iş taşıma ve karantina uygulaması gibi planlamalar salgını kontrol altına alabilmek için uygulandı. Bu tedbirler salgını önlemek adına oldukça önemli olsa da karantina süreci insanların ruh sağlığını olumsuz etkilemektedir. Bu durum gerek sosyal ilişkilerimizi gerek aile içi ilişkilerimizi olumsuz yönde etkilemeye devam etmekte.
Örneğin, pandemi öncesinde çalışan kadınların, erkeklerin her gün düzenli olarak gittikleri işleri ve sosyal yaşamları vardı. Okul çocuklarının her gün gittikleri okulları, sosyalleştikleri, oyun oynadıkları bir ortam vardı. Ev hanımlarının da günlük rutinleri arkadaşlarıyla kahve içip sohbet ettikleri ortamlar mevcuttu. Fakat virüs ile birlikte aile içerisinde, sosyal çevrede değişimler meydana geldi. Bu ani ve beklenmedik durumların sonucunda değişen sorumluluklar ve roller ilişkileri derinden etkiledi.
Partner ilişkileri
Gündelik yaşamımızın büyük bir bölümünü paylaştığımız partnerlerimizle ya aynı evin içinde hiç olmadığımız kadar daha uzun süre birlikte kalıyoruz ya da ayrı evlerde birbirimizden uzak yalnızca iletişim araçları ile görüşmeler sağlayabiliyoruz. Bu süreç, partnerimizle uzak veya yakın olsak da bizi eskisinden daha farklı iletişim yollarına itiyor. Dolayısıyla ilişkilerde zorlanmalar meydana gelebiliyor.
Ev içerisindeki sorumluluklar konusunda tartışmalar yaşıyor, partnerinizle iletişim kurmakta zorlanıyor olabilirsiniz. Ev işlerinin büyük bölümünün sizin sorumluluğunuzda olduğunu hissetmek partnerinize karşı öfkelenmenize sebep olabilir. İçinde bulunulan duruma uyum sağlamanın zorlukları ise iletişimi kötü etkileyen faktörlerdir. İletişim zorlukları, sık sık tartışma, öfke patlamaları, küslükler gibi farklı şekillerde kendini gösterebilir.
Kişisel alanınıza girildiğini düşünebilir ve sürekli aynı ortamda bulunmaktan dolayı bunalmış hissedebilirsiniz. Partnerler arasındaki bu duygu durum dalgalanmaları cinsel yaşantılarını da etkilemektedir. Partnerlerin kendini isteksiz hevessiz hissetmesi oldukça olağandır. Bu durum ilişkideki büyünün bozulduğunu düşünmelerine sebep olabilir. Öte yandan partnerlerin pandemi ile ilgili endişelerinin farklı olması ve sürecin daha ne kadar böyle devam edeceğini bilmemek çiftler arasındaki kaygıyı arttırır.
Bir doğal afet, savaş, işkence, bir yakının kaybı, trafik kazası, cinsel taciz ve tecavüzler, ölü bir vücudu ya da vücut parçasını görme gibi durumlar kişilerin baş edemedikleri, onları derinden etkileyen ve ruh sağlığı üzerinde doğrudan etkileri olan travmatik olaylara örnek verilebilir. Travmaya maruz kalan bireyler bu olayı birkaç farklı şekilde yaşayabilirler. Olay kişinin doğrudan başına gelebilir, kişi bu tür bir olayın yaşandığına şahit olabilir, kişinin yakın ilişki kurduğu bir kimsenin başına bu tür bir olay gelebilir. Ayrıca kişi bu olay karşısında aşırı korku, dehşete düşme, çaresizlik gibi tepkiler vermektedir.
Deprem travması nedir?
Doğal afetler ani bir şekilde meydana gelmekte ve bir anda birçok kişiyi etkilemektedir. Doğal afetlerin sonuçları insanlar üzerinde çok ciddi hasarlar bırakabilmektedir. Deprem de gerek ani ortaya çıkışı gerekse insanların yaşamında meydana getirdiği etkisi göz önüne alındığında ağır travmatik olaylardan biri kabul edilmektedir. Depremin ardından görülen olumsuz yaşantılar, deprem sırasında yaşanan can kaybı ve maddi kayıplar sebebiyle depremin etkileri uzun sürebilmektedir. Fakat travmatik olayların herkeste psikolojik etkileri aynı derecede görülmemektedir. Araştırmalar kadın olmak, çocuk veya yaşlı olmak, bekar, dul veya boşanmış olmak, çocukluk çağında travmatik bir deneyime sahip olmak, düşük eğitim düzeyi, yoksulluk gibi özelliklerin insanları travmaya karşı daha hassas hale getirdiğini ve risk altında olduğunu göstermektedir.
Deprem sonrasında aşırı korkma, ne yaptığını veya nerede olduğunu bilememe, kafa karışıklığı, düşünmeden hareket etme, duygularını hissedememe, tepki verememe gibi durumlar yaşanabilmektedir. Bir yakınını yitirdiğini gören veya öğrenen bir kişi ani ve şiddetli tepkiler verebilir ya da hiç tepki göstermeden donakalma, ağlayamama gibi üzüntüsünü ifade edemeyebilir. Yakınının öldüğünü kabul edemeyebilir, durumu inkâr edebilir, ölen kişi her an dönecekmiş gibi hissedebilir. Yaşananlar karşısında öfke hissetme, isyan etme, başkalarını suçlama, yaşananlar karşısında çaresiz durumda hissetme gibi tüm bu tepkilerin depremi atlatmış kişilerde ilk haftalarda görülmesi oldukça doğaldır. Travmatik yaşantıların yaşamın akışı içinde normal olmayan, beklenmedik bir olay olduğu dolayısıyla verilen tepkilerin olağan olmayan duruma verilen olağan tepkiler olduğu unutulmamalıdır.
Deprem travmasının belirtileri
Depremin üstünden bir haftadan daha çok zaman geçtiği halde depremin fiziksel ve psikolojik etkileri hala devam edebilmektedir. Travmatik olayı yeniden yaşama belirtileri görülebilir. Örneğin; bazen yer ayağının altından kayıyormuş gibi hissetme, depremi hatırlatan bir görüntüyle, haberle karşılaştığında hatta bir sohbet sırasında depremin konusu açıldığında kişi depremde hissettiği gibi nefes darlığı, karıncalanma hissi gibi rahatsız edici fiziksel semptomları tekrar yaşayabilir. Sürekli depremle ilgili rüyalar görülebilir, uyku bozuklukları yaşanabilir. Bir diğer gözlenen belirti ise travmayı hatırlatan uyaranlardan kaçınmadır.
Kişi depremle ilgili konuşmaktan, hatırlatan insanlardan kaçınabilir. Hatırlatıcı mekanlara gitmekten kaçınabilir, depremin olduğu eve giremeyebilir. Duygu ve düşüncelerinde olumsuz değişiklikler olabilir. Aşırı gerginlik belirtileri, en ufak sesle irkilme, sürekli diken üstünde olma, sinirlilik, geleceğin kalmadığı duygusu, yakınların kaybıyla ilgili kendini suçlu hissetme, sosyal olarak içe çekilme görülebilir. Tüm bu psikolojik ve fizyolojik belirtilerin deprem sonrasında görülebileceğini bilmemek bazen kişilerde bu etkilerin sadece kendinde olduğundan dolayı kontrolü kaybettiklerini düşünmelerine, başkalarına anlatmaktan çekinmelerine, kendilerine anlam veremedikleri bir şeyler olduğunu düşünerek kaygılanmalarına, yardım istememelerine neden olabilir.
Birey yaşanılan olayı yakınlarla konuşmaktan kaçınmamalı, aile ve arkadaşlarla olan destekleyici ilişkileri sürdürmelidir. Sosyal destek travmatik etkilerin üzerinde iyileştirici etkiye sahiptir. Duyguları bastırmak, hiç yaşanmamış saymak yerine üzüntümüzü ifade etmek oldukça önemlidir. Kapalı ortamlara girmek veya kalabalığa girmekten kaçınılıyorsa kaygı azalana dek kişi yakınlarıyla birlikte bu ortamlara girmeyi deneyebilir. Depremle ilgili haberleri ve görüntüleri takip etme ihtiyacı hissedilse de bunun süresine dikkat etmek, sürekli aynı haberlere maruz kalmamak gerekmektedir.
Ebeveynlerin iş ve aile sorumluluklarını dengeledikleri düzenlerini değiştirmek zorunda kalmaları pandeminin getirdiği zorlukların yanında ayrı bir mücadeleyi ve çabayı da gerektirmektedir. Dünya genelinde pandemiyle ilgili yapılan araştırmalar, evden çalışan ebeveynlerin pandemi öncesine göre daha fazla sorumluluk aldıklarını ve zorlandıklarını tespit etmiştir.
Hem ebeveynlerin hem de çocukların bu süreçte olumsuz ruh hallerinin sıklığı artmıştır. Ebeveynlerin zihinsel, fiziksel ve duygusal anlamda tükenmişlik yaşamaları bu dönemde görülebilmektedir. Tükenmiş hisseden insanlar duygusal anlamda içine kapanık depresif bir süreç geçirmektedir. Pandemi sürecinde ebeveyn tükenmişliği çocukların gelişimine zarar verebilme potansiyeline sahiptir. Tükenmişliğin önüne geçmek ve iş- aile yaşamı arasında yeni bir denge kurabilmek için bazı stratejiler mevcuttur. Öncelikle, sınırları belirlemek gerekmektedir.
Evden çalışma durumunda, imkân varsa işle ilgilenmek için ayrı bir oda tercih edilmelidir. Burada amaç iş yaşamınıza ayrı bir alan yaratarak sınır çizmek, evde kesintisiz işle ilgilenmek zorunda hissetmekten kaçınmaktır. Tutarsızlık, aile içi düzensizlik de ebeveynlerin kendisini tükenmiş hissetmesine neden olabilir. Birlikte aile yemeği yemek, belirli bir süre herkesin cihazları kapattığı bir zaman dilimi oluşturmak, hafta içi ve hafta sonu rutinlerini eskisi gibi ayırabilmek, birlikte film gecesi veya oyun gecesi düzenlemek gibi aile içi rutinleri oluşturmak tükenmişliği azaltabilir.
Ebeveynlerin öz bakımlarına dikkat etmesi de son derece önemlidir. Yüksek düzey stres yaşamak ebeveynlerin daha tutarsız davranmasına, zorlanmasına neden olabilir. Öz bakımı ihmal etmemek stresi yönetmek için gereklidir. Güvenli bir şekilde sosyalleşebilmek, egzersiz, rahatlatıcı hobilerle uğraşmak ebeveynlerin daha dengeli bir gün geçirmelerine yardımcı olmakta dolayısıyla aile ilişkilerini olumlu etkilemektedir. Ebeveynlerin sosyal desteğe sahip olması da önem arz etmektedir. Aynı süreçten geçen ebeveynlerle bağlantı kurmak, yakın bir arkadaşla duygularını ve deneyimlerini paylaşabiliyor olmak sosyal destek sağlayabilir.
Bir diğer strateji ise aile içi beklentileri yeniden şekillendirmektir. Bu süreçte her şey mükemmel olmayabilir. Çocuğunuz yazın bitmesiyle yeni okul düzenine ve yeni ev düzeninize alışmakta zorluk yaşayabilir. Neye ihtiyaçları olduğunu sormaktan ve önerilerini dikkate almaktan çekinmemek gerekmektedir. Çocuklarla sohbet etmek, onların süreçle ilgili kaygılarını dikkatlice dinlemek gerekmektedir. Anlaşıldığını hissetmeleri, duygu ve düşüncelerini ifade edebilecekleri ortamın sağlanması, kaygılarıyla ilgili ebeveynleri tarafından doğru bilgiye ulaşmaları süreci daha sakin geçirmelerine yardımcı olabilir. Arkadaşlarıyla iletişimlerini koparmamalarını sağlamak da çocuklar için destekleyici olabilir.
Çocuklar evde eğitime devam ederken sabahları erken kalkma, hazırlık ve kahvaltı düzenini eskisi gibi sürdürmek, çocuklar için gece yatma saatini belirlemek de önemlidir. Dersleri takip etmek istemeyen çocuklar için bunun gerçekten okul süreciyle aynı derece de önemli olduğu ve ciddiye alınması gerektiğini yaşına uygun bir dile anlatmak gerekebilir.
Ders çalıştıkları ortam mümkün olduğunca dikkatini dağıtabilecek şeylerden uzak olmalıdır. Hakları olduğu kadar sorumlulukları olduğu ve derslerin de bu sorumluluğa dahil olduğu çocuğa anlatılmalıdır. Ayrıca küçük çocuklar için evcil hayvan beslemek ve sofra kurmak gibi basit ev işleri, daha büyük çocuklar ve ergenler için yemeğe ve ev işlerine yardım etmek gibi basit sorumlulukları yerine getirmeleri yaşam becerilerine katkı sağlamakta ve aile içinde katkıları olduğu için kendilerini güçlü hissetmelerine ve aileyle bağ kurmalarına yardımcı olmaktadır. Verilecek sorumluluklarda çocuğun yaş dönemini ve kapasitesini göz önünde bulundurmak gerekir.
Çocuğa boşanmanın söylenmesi ebeveynlerin en zorlandıkları kısımlardan biridir. Çocuğa boşanma kararı kesin olarak verilmeden bir şey söylenmemesi gerekmektedir. Anne ve babanın bu kararı olabildiğince yalın ve anlaşılır ifadeler ile birbirlerini kötülemeden ve suçlamadan anlatması ve bununla birlikte bu karar çocuğa söylenirken anne ve babanın bunu birlikte söylemesi çok daha doğru olur. Karar açıklandıktan sonra bu durumun gerçekleşmesinde çocuğun suçunun olmadığını belirtmek gerekir. Ek olarak anne ve babanın her zaman onun yanında olacağını ve onu sevmeye devam edeceklerinin de söylenmesi çocukta güven duygusu oluşturur. Unutulmamalıdır ki, her çocuk boşanma sürecini atlatmada farklılık gösterir. Bazı çocuklar hafif atlatırken bazıları ise zor bir süreçten geçer.
Çocuğa nasıl söylenmesini bir örnek ile açıklayacak olursak… “Sen, annen/baban ve ben artık aynı evde yaşamayacağız. Bunun sebebi artık annen/baban ve benim ilişkimin düzgün gitmemesi. Bu durumun senin ile ilgili olmadığını bilmeni istiyoruz. Biz her zaman senin annen ve baban olarak hayatında yer almaya devam edeceğiz. Senin hayatında değişen tek şey artık bir değil iki evinin olması olacak. Bu konu hakkında soruların varsa veya duygularını bizimle paylaşmak istersen seni dinlemeyi çok isteriz.”
Ailenin dağılması çocuk üzerinde olumsuz etkiler yaratabileceği gibi olumlu etkiler de yaratabilir. Eğer boşanma öncesinde aile içerisinde sürekli bir çatışma hali ve mutsuzluk var ise bu sürecin bitmesi çocuk için çok daha sağlıklı olacaktır. İki ebeveynle kurulan sağlıklı bir ilişki, aile içindeki istikrar veya sorunlu ebeveynle daha az temasa geçme çocuğun yaşadığı ortamı düzeltmek ile birlikte iyi olma halini de olumlu yönde etkiler.
Boşanma sürecinin sancılı geçmesi çocuk için de sürecin zor geçeceğinin göstergesidir. Tarafların birbirini suçlaması, kötü sözler söylemesi gibi sağlıksız davranışlar çocukta öfke yaratabilir ve bununla birlikte suçluluk hissetme, okul başarısında düşüş, değersiz hissetme, sürekli ağlama hissi gibi depresif bulguların gözlenmesi olasıdır. Bununla birlikte boşanma sonrası ilk zamanlarda çocukta ebeveynlere karşı kaybetme korkusu veya yalnız kalma korkusu oluşabilir. Bunların yanında çocuk eğer gerekli desteği alamazsa zayıf benlik algısı, özgüven kaybı, çekingenlik bunların sonucunda geç sosyalleşme gibi olumsuz etkiler yaşayabilmektedir.
Peki, çocuğun bu süreçte olumsuz etkilenmemesi için ebeveynlerin neler yapması gerekir?
· Boşanmanın getireceği belirsizliği, kaygı ve endişe gibi duyguları en aza indirgemek için ebeveynler tutarlı davranmalıdır.
· Anne ve baba çocuğu aralarındaki tartışmalarda aracı olarak kullanmamalıdır.
· Çocuk bu süreçte kesinlikle taraf olmamaya zorlanmamalıdır.
Kendini o kadar çok sevmiştir ki orada kalakalır. Günlerce kendini seyretmekten ne yemek yer ne su içer ve bu durum onu günden güne ölüme götürür. Bu hikayeden de görüleceği üzere narsistik kişilik bozukluğu olan kişiler kendilerini aşırı derecede beğenir ve hayranlık duyarlar. Bununla birlikte narsist kişiler kendilerini herkesten üstün görürler hatta başka insanların onlara hizmet etmeleri gerektiği kanısındadırlar. Kibirli ve kendini beğenmiş görünen bu kişiler eleştirilmeyi dahi kabul etmezler. Bu kişiler çevrelerinden yoğun bir sevgi ve ilgi beklentisindedirler ve böyle olduğuna inanırlar. Bu sebeple çok kolay hayal kırıklığına uğrarlar. Bu kişiler her konuda kendilerini yetkin görmelerine rağmen düşük bir benlik saygısına sahiptirler.
Narsistik kişilik bozukluğunun nedenleri tam olarak bilinmemekle birlikte genetik ve çevresel faktörlerin yanı sıra psikologlara göre; erken çocukluk döneminde ebeveynlerin çocuklarının özelliklerine karşı yaptıkları aşırı yüceltmeler ve gerçek dünyada yeteri kadar düş kırıklıkları yaşamamış olmaları bu bozukluğun sebepleri arasında görülebilir.
Narsist kişilerin ilişkilerine bakacak olursak, ilişkiyi karşılıklı bir durumdan ziyade tek taraflı bir oyun gibi görürler. Partnerleri de onlar için adeta bir oyuncaktır. Narsist kişilerin ilişkileri belirli bir döngü içerisindedir ve aşamalar her zaman bellidir. Bu noktada narsist kişi öncelikle partnerinin kişiliğini analiz eder ve zaaflarını bulur. Bu zaafları kullanarak partnerini kendisine bağlar. Partnerini kendine bağlamasıyla birlikte partnerini istismar etmeye başlar ve onu değersizleştirir. En sonunda da onun terk eder. Bu döngüyü aynı partnerle birkaç kez daha yaşar. Ta ki partneri içinde bulunduğu oyunun farkına varana kadar… Narsist kişilerin ilişkilerinde kontrol tamamen onlardadır ve ilişkideki tüm kuralları kendileri koyarlar. Normal şartlarda her ilişkinin ayrı bir ruhu vardır ve bu ruhu iki kişi belirler. Fakat narsist kişiyle yaşanan hiçbir ilişkinin ayrı bir ruhu olmaz. Narsist kişiler için ilişkide tek bir ruh vardır ve ilişkinin başlangıcı, gelişmesi ve sonucu hep aynıdır. Kendi duygularının olmaması ile birlikte empati yoksunluğundan ötürü partnerinin de duygularını anlayabilecek kapasiteleri yoktur. Narsist kişiler için ilişkinin en önemli yanı kendisine sağladığı ego tatminidir ve bu tatmin sağlandıktan sonra partnerlerinden alacakları bir şey kalmadığında onları bir kenara atarlar.
Buraya kadar bir ilişkiyi narsist olan partner tarafından ele aldık; diğer taraf için ise ilişki oldukça farklı bir döngüde seyretmektedir. Narsist bir partnerle birlikte olan kişi partnerinin ona onun zaaflarını kullanarak yarattığı dünyada hayatının aşkını bulduğunu düşünür ve bu sayede narsist partnerine bağlanır. Bağlandıktan sonra narsist partner kendi ego tatminini karşılamak için kişiye kötü davranmaya başlar ve bu kişi bu kötü davranışların sebebi olarak kendisini görüp kendini suçlamaya başlar. Bu sebeple kişi bu ilişkiyi düzeltmek için narsist partneri ile sürekli ilgilenir, onun isteklerini yerine getirir ve bu ilişkinin düzelmesini umut eder. Farkında olmadığı nokta ise aslında partnerinin onu sömürdüğüdür. Narsist partner kişiyi terk ettikten sonra döngüyü tekrar başlatmak için geri döner ve kişi onun hayatının aşkı olduğu düşüncesiyle onu affeder ve döngü tekrar başlar.