Söz konusu romantik ilişkiler olduğunda kişiler bazı durumlarda kendilerini çıkmazda hissedebiliyorlar. İlişkinin sağlıklı şekilde devam etmesi bireylerin birbirlerinin ihtiyaçlarını görmesine, beklentilerinin ne oranda gerçekleştiğine ve kendilerine ait farkındalık seviyelerine bağlıdır. Kişiler hem kendi hem de karşı tarafın isteklerini dikkate aldığında mutluluk doyumuna ulaşabilirler. Partnerlerin birbirleriyle sosyal açıdan uyuşmaları, benzer zevklere sahip olmaları ortak bir payda oluşturacağı için beraber geçirdikleri zaman değerli olacaktır. Her iki taraf da bunun bir ilişki olduğunu ancak hala kendi sınırları ve kendi hayatları olduğunu unutmamalı, karşı tarafın fikirlerine ve seçimlerine saygı duymalıdır.
Bireylerin ilişkide ihtiyaç duyduğu bazı konular vardır. Burada bahsedilen ihtiyaçlar çoğunlukla duygusal ihtiyaçlar olmakla birlikte; yakınlık, güvenlik, ilgi ve aşk, bağlanma duygularıdır. Bunlar yeterince karşılandığı takdirde ilişkinin doyumunun arttığı gözlemlenebilir.
İnsanlar yaşamları boyunca çeşitli ilişkiler içinde bulunmaktadır ve aslında bireyin çevreyle olan tüm bu etkileşimi kişinin hayat ve ilişkiler hakkında bazı görüşleri olmasına zemin oluşturmaktadır. Eğer bireyin romantik ilişkiler hakkında olumsuz inançları varsa bu ilişkinin kötüye gitmesine sebep olabilir. Şimdi gelelim aldatmaya! Neden aldatır insanlar? Nedir bu davranışın sebebi? Aldatmayı elbette tek bir sebebe bağlamamız mümkün değil. Bu konu üzerine birçok farklı bakış açısı var. Aldatma evrimsel açıdan ele alındığında bazı cinsiyetçi durumlar ortaya çıkabiliyor. Örneğin erkeklerin aldatma oranının kadınlarınkine göre daha fazla olduğu söylenmekte. Bunun sebebi olarak da erkeklerin soylarını devam ettirme isteklerinin yoğun olması ve bu nedenle birden fazla partnerle oldukları gösteriliyor. Bu tarz cinsiyetçi yaklaşımlar romantik ilişkilerin sağlamlığını sarsacak nedenlere dönüşebiliyor zaman zaman. Aşırı genelleme gibi çarpıtmalara sebep olup herhangi bir cinsiyeti etiketlemeye yol açabiliyor.
Bunun yanısıra çocukluk travmaları, rol model alınan ebeveynin böyle bir davranış sergilemesi gibi çok geniş ve karmaşık birçok neden söylenebilir aldatmanın sebeplerinde.
Aldatmayı ilişki içerisinde ikiye ayırmamız mümkün: “Duygusal” ve “Fiziksel/Cinsel”. Diğer bir ifadeyle ilişki içindeki kişinin, ilişki dışından biriyle gizlice kurduğu duygusal veya fiziksel bağlar aldatmanın kapsamı içindedir. Burada şunu unutmamak lazım: Her bireyin kendine göre bir aldatma tanımı vardır. Örneğin partnerinin ilişki dışından biriyle duygusal bir bağ kurmasını aldatma olarak görmeyen kişiler olabildiği gibi bunu asla affedilemeyecek bir aldatma olduğunu düşünen bireyler vardır.
Başta bahsedilen sağlıklı romantik ilişkideki duygusal ihtiyaçların yoksunluğu aldatmanın önemli sebeplerinden biri olabilir. Bireyler doğası gereği anlaşılmak ve önemli hissetmek istiyorlar. Halihazırdaki romantik partnerinden bunu karşılayamayan kişi aldatmaya yönelebiliyor. Öte yandan insanların anlaşmalarındaki en büyük araç olan iletişim romantik ilişkilerde de büyük bir önem taşıyor. Her iki tarafın da kendilerini ifade edebilmeleri, ifade ettiklerinde yargılanmamaları, dinlenip dikkate alınmaları ilişkinin sağlıklı ilerlemesi için şart. Eğer bireyler duygularını, düşüncelerini, sorunlarını partnerleriyle paylaşamıyorsa sağlıklı bir iletişim söz konusu olamaz.
Korku, algılanan tehditlere karşı duygusal, davranışsal ve fizyolojik bir başa çıkma reaksiyonudur. Yaşadığımız durumun ne kadar süreceğini kestiremememiz, daha önce karşılaşmadığımız bir hastalık olması gibi sebeplerle korona virüsünün bilinmezlik ve tehdit içermesi endişe ve korkuya neden olmaktadır. Bu durumu bilimsel olarak ele alırsak, algıladığımız tehlikeli durumlarda limbik sistemimiz bizi “savaş ya da kaç” pozisyonuna taşımaktadır. Yani yaşadığımız seviyeli endişe ve korku oldukça doğaldır, insanidir. Öncelikle bunu kabul etmeliyiz. Ancak yaşadığımız korku aşırı yoğun ve kalıcı hale geldiğinde hayatımızı olumsuz yönde etkileyen önemli bir sorun haline gelmektedir.
Yaşadığımız tüm bu olumsuz duyguları kabul etmekle birlikte bunların bizimle hep kalmayacağını, geçici olduğunu kendimize hatırlatmamız bu dönem için oldukça kritiktir. Bu duyguları hissetmemiz bizi kontrol altına almalarına izin vereceğimiz anlamına gelmez. Yaşadığımız duyguların olağanlığının farkında olmamız uyum sürecimizi kolaylaştırır.
Kontrol edemediklerimize, yarına takılı kalmak yerine bugüne odaklanmamız gerekmektedir. Virüsle birlikte tüm düzenimiz değişmiş olabilir, bu süreçte kontrol etme ve karar verme yetimizden mahrum kaldığımızı düşünebiliriz. Aldığımız tedbirlerle sürekli olarak evde kalmamız beraberinde tüm alışkanlıklarımızı değiştirmiştir. Bütün bunların getirdiği kaygıyı azaltmak için; kendimize yeni bir rutin oluşturmamız, hayatımızda kontrol edebildiğimiz alanları arttırmamız ve bu kısımlara yoğunlaşmamız gerekmektedir. Keyif aldığımız aktivitelerle evdeki zamanımızı en verimli şekilde değerlendirmemiz motivasyonumuzu korumamıza yardımcı olacaktır. Ücretsiz online eğitimlerden, müzelerden faydalanmamız, evde yapabileceğimiz fiziksel aktiviteleri sürdürmemiz, bir türlü fırsat bulamadığımız kitaplara, filmlere, uğraşmak istediğimiz projelere vakit ayırmamız vb. çeşitli aktiviteler zihnimizin olumlu ve dingin kalmasına yardımcı olacaktır. Günlük rutinimizde virüs harici bir konu ile ilgilendiğimiz için de her şeyin yolunda olduğunu hissetmemiz kolaylaşır. Bir amaç hissine sahip olmak, başa çıkma becerimizi arttırmaktadır.
Sürekli olarak gündemle ilgili haberleri takip etmemiz de yıpratıcı olabilir. Abartılı ve korku atmosferi yaratmaya yönelik haberlerden ve konuşmalardan kendimizi uzak tutmaya çalışmalıyız.
Bilgi kirliliğinin çok fazla olduğu bugünlerde güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşmamızın yanında belli aralıklarla haberlere bakmamız bizim için daha iyi olabilmektedir. Tamamen kaçınmak veya sürekli maruz kalmak da kaygıya sebep olmaktadır.
En önemli konulardan birisi de sosyal desteğe sahip olmamızdır. Sevdiklerimizle yüz yüze vakit geçiremesek de teknolojik imkanlarla iletişimde kalmamız mümkündür. Nasıl hissettiğimizi yakınlarımızla paylaşıyor olmak, sağlıklı bir şekilde ilişkimizi sürdürüyor olmak, birlikte olduğumuzu hissetmek bize güç verecektir.
Aşık olmasıyla kişi; dopamin, serotonin ve noradrenalin gibi hormonların aktif ve dengeli şekilde salgılanmasıyla, bedensel ve zihinsel olarak farklı bir deneyime adım atar.
Aşkın kalıcı hale gelmesini sevgi ve bağlılık hormonu oksitosin sağlar. Aşk hissi oluştuğunda beynin çalışma sistemi değişebilir. Beyin tarama sırasında katılımcıların aşık oldukları kişilerin fotoğraflarını gördükleri veya onlarla ilgili düşündükleri sırada, beyinlerinin insula bölgesinin iç kısımları, singüler korteksin ön bölümü, hipokampus gibi bölgelerinde değişiklikler meydana geldiği gözlemlenmiştir. Bu bölgeler, aynı zamanda madde bağımlılığı gibi kişinin kontrolünü ele geçiren diğer durumlarda da aktif hale gelip kişiye ’ödüllendirilmişlik’ duygusu veren ‘ödül sistemi’nin en önemli parçalarıdır. Aşık olunması durumunda, aşık olunan kişiyle ilgili hemen her şey aşık olan kişinin zihnini işgal etmeye başlar.
Aşk insanlarda testosteron, androjen, östrojen, progesteron gibi seks hormonlarının düzeyini de olumlu etkiler. Bunun yanında artan bazı nörokimyasal veya hormonlar da aşkı güçlendirir. Bu maddelerin en bilinenlerin başında dopamin maddesinin artışı gelir. Aynen madde bağımlılarında olduğu gibi dopaminin artışı insanın zihnini gittikçe şiddetlenen bir şekilde aşık olduğu kişiye bağlayıp ona bağımlı hale getirir. Yeni aşık olmuş insanlarda miktarı artan bir başka madde ise sinir gelişim faktörü olarak bilinen NGF (neuro growth factor). Bu madde romantik duyguların ortaya çıkmasında çok önemli bir aracıdır. Aşkla ilgili bir diğer madde ise tokluk, ruh durumunun düzenliliği ve mutluluk düzeyimizle yakından ilgili olan serotonindir. Aşkın ilk safhalarında serotonin seviyesi belirgin şekilde azalır. Aşık bir beyinde azalan seratonin ise aşık olunan kişiyle bir araya gelerek tamamlanmak üzere kişinin bütün zihinsel ve fiziksel mesaisini aşık olduğu kişiye yöneltir.
Aşk esnasında salgılanan hormonlar saçlara ve cilde parlaklık, gözlere canlılık ve kişiye pozitif yaşam enerjisi verir. Bunun yanında aşık olunan kişiye daha güzel görünme arzusu da kişisel bakım isteğini artırır. Karşılıklı aşkta artan özgüven ve başarı hissi ile birlikte de kişiler kendilerini hiç olmadıkları kadar güçlü ve çekici hisseder. Bununla birlikte aşk kişide psikolojik bağımlılık da yapabilir.
İlişkinin istediğimiz gibi mutlu gidebilmesinin yanında istemediğimiz bir şekilde sonlanma şansı da vardır. Bu noktada özellikle sevdiğimiz kişi tarafından reddedilmek bizi olumsuz duygu durumlarına sürükleyebilir. Aşk acısında aslında yaşanmışlıkların, birini kaybetmenin acısını yaşarız. Bu noktada düşünülmesi gereken şey acıyı neden çektiğimizdir. İki farklı neden aşk acısı çekmemize sebep olabilir. Birincisi yalnızlıktan korktuğumuz için, ikincisi ise o kişinin hayatımızdaki değerinden kaynaklı bir kaybın varlığından dolayıdır.
Yaşanan olumsuz duyguların yarattığı stres ayrılık sonrası oluşan yeni döneme uyum sağlama sürecini zorlaştırabilir. Ayrılık sonrasında 5 aşamadan geçilir. Bu aşamalardan ilki ilişkinin aniden bitmesiyle ne olduğunun anlamlandırılamadığı ‘’Şok Aşaması’’dır. İkinci aşama ise ‘’İnkar Aşaması’’dır. Bu aşamada olayın taze olması sebebiyle kişi karşısındakini kaybetmiş olduğunun farkında olsa bile hala eski partneri her an arayacak veya gelecek gibi hisseder. Üçüncü aşama olan ‘’Öfke Aşaması’’nda günlük hayata dönüş başlar. Kişi ilişkisinin bitiş nedenlerini anlamaya ve analiz etmeye çalışır ancak öfke duyguları yoğundur. Acı, üzüntü ve hayal kırıklığı gibi duygular yaşamak yerine güçlüyüm, ayaktayım gibi düşüncelerle asıl duygularını öfke duygusuyla bastırır. Dördüncü aşama olan “Suçlama Aşaması” kişinin ilişki içerisinde yaşananlardan tek taraflı olarak kendini sorumlu tutması ile başlar. Son aşama ise “Kabullenme Aşaması”dır. Bu aşamaya gelinebilmesi için kişinin öfkeyi ifade etmesi ve hüzün ve acı gibi duygularını yaşayabilmesi gerekmektedir. Kişi artık bu aşamada ayrılığın hayatın bir gerçeği olduğunu kabullenir.
Aşk, insan hayatında psikolojik ve fizyolojik etkileri ile var olan evrensel bir olgudur. Bahsettiğim gibi her başlangıcın bir sonu vardır ve aşık olunan partnerler ile olan ilişkilerin bitebileceği durumu hayatın bir gerçeğidir. Önemli olan, ayrılığın bir kayıp olduğunu ve bu kaybın yasını tutmanın kişinin en doğal hakkı olduğunu unutmamaktır.
Bu kimlik inşa etme sürecinde biyolojik cinsiyeti önemli bir rol oynamaktadır. Bireyin biyolojik cinsiyeti sadece biyolojik varlığını tanımlamakla kalmaz, toplum içerisinde 'kadın' veya 'erkek' olarak psikolojik ve kültürel bir işleyişe gönderme yapan toplumsal cinsiyet kodlarını oluşturur. Toplumsal cinsiyet kodları içerisinde bulunduğumuz toplum yapısı tarafından belirlenir. Cinsiyetler arasındaki biyolojik ve sosyal rol farklılıkları abartılarak kadınların aleyhinde işleyen bir cinsiyet eşitsizliğini meydana getirir. Türkiye gibi ataerkil bir toplumda toplumsal cinsiyet rollerinin sorgusuz kabulü ve benimsenmesi şüphesiz ki kadını mağdur etmektedir.
Çocukluktan itibaren cinsiyet kategorilerine uygun olan ve olmayan tutum, arzu ve davranışları ailenin onaylamasıyla birlikte öğrenme başlar ve bu roller pekiştirilir. Toplumda kız çocuklarından narin, kibar, sakin olması erkek çocuğa göre daha çok beklenerek edilgen bir kimlik dayatılmaktadır. Cinsiyetçi rollerle yetişmesi sonucu önce babasının veya erkek kardeşlerinin egemenlik ve baskısı altında toplumsallaşmış olan kadın, evlendiğinde eşi ile böylesi bir var olmayı sürdürmektedir. İleride nasıl oturup kalkması gerektiği, duygularını nasıl ifade edeceği, nasıl güleceğine kadar aslında toplum ona bir rol biçmiştir. Kız çocukları için öne sürülen oyuncaklar, oyunlar, reklamlar, masallardaki roller kısacası medyadaki her şey buna hizmet etmektedir.
Örneğin masallarda prenseslerin çoğu prens tarafından kurtarılmayı beklemektedir, üvey anneler ya çok kötü kalplidir ya da direk cadı olarak tasvir edilir. Kadının kurtulmak için bir erkeğe muhtaç olması veya tekrar evlenmiş bir kadının kötü olması gibi bize masum gözüken çok sevdiğimiz o masallarda belki üstüne hiç düşünmediğimiz bu tarz mesajlar bulunmaktadır. Evcilik oyunları, oyuncak yemek takımları, bebekler, her şeyin pembe olması gibi birçok normalleştirdiğimiz şeylerle büyüyen kız çocuğu aslında daha çocukluğunda kendisine uygun görülen rolü içselleştirerek ilerlemektedir.
Ebeveynlerin çocuğa olan tutumu, hangi çocukla nasıl zaman geçireceği konusunda cinsiyeti oldukça etkilidir. Ebeveynlerin kız çocukları üzerine daha fazla titremeleri erken dönemde bireyselleşme dönemi geçirmelerini engellemekle birlikte, kadınların erkeklere kıyasla daha bağımlı bir kişiliğe sahip olma eğilimi göstermelerine sebep olabilir. Okula başladığı dönemde okul başarısının takdir edilmesinin yanında ev işlerinde aileye destek beklenen çocuğun genellikle kız çocuğu olduğunu görmekteyiz.
Böyle yetişen kadınlar, evde çocukların bakımına ve ev içi sorumluluklara yönelik görevleri doğal görevi olarak algıladıkları için kendilerini daha değersiz ve önemsiz görebilmektedirler. Kadının sorumluluğu ve görevleri daha çok ev işi olarak görülmesi ilk olarak ailede başlamaktadır. Erkek çocuğa yemek, temizlik yapması öğretilmez ya da üstüne çok düşülmez. Yetişkin olduklarında da kadın ve erkeğin ekonomik olarak eve eşit düzeyde katkı sağladıkları halde, ev işi kadına yıkılmaktadır. Öyle ki yavru bakımında da eşitlik yoktur. Çocuklarla ilgilenmesi, oyun oynaması, ihtiyaçlarını karşılaması gereken kişi annedir toplumun gözünde. Bunlardan birisini eksik yaptığında hemen eleştirilir, kınanır. Erkeğin ev işlerine katılıyor olması onu “kadına yardımcı oluyor” şeklinde değerlendirilmesine, çocuğuyla olması gerektiği kadar vakit geçirmesi onu “harika bir baba” yapmaktadır.
Halbuki kadın çocuğuyla aynı düzey ilgilendiğinde bu 'olması gereken' bir şey olduğu için toplum bunu normal karşılar ve erkeği takdir ettiği kadar etmez. Çocuklukta ailede ev içinde başlamış olan bu eşitsizlik, ileride aynen devam etmektedir… İş hayatına ek olarak ev içerisinde de ekstra bir emek vardır, bu tükenmeye varacak kadar yıpratıcı olabilmektedir. Herhangi bir işte çalışmayarak “ev hanımı” sıfatını elde etmiş kadınların emekleri ise gereken değeri görmemektedir.
Tüm bu kalıp yargılarla yetişmiş olan kadın, meslek seçiminde ilk sıkıntılarını yaşamaya başlamaktadır. Mühendislik gibi teknik işlerin hala daha erkek işi olarak görülmesi, bu bölümlerin yüzde yetmişinin erkekten oluşması buna bir örnektir. İş hayatına başladığında psikolojik baskı görmesi, daha düşük ücretlerle çalışması, esnek çalışma saatlerinin erkeklere daha uygun gözükmesi gibi sorunlarla karşılaşabilmektedir. Bazı sektörlerde bu durum aşılmış gözükse de bu çok az bir alanı kapsamaktadır. Oysa kadınlar fizyolojik sağlık engeli bulunmadığı sürece aynı sürede hatta daha fazla çalışabilir durumdadır.
Bir diğer konu cinsiyet ayrımcılığına dayanan şiddettir. Kadına yönelik şiddet yüzyıllardır devam eden bir problemdir. Kadına yönelik şiddetin altında tam da bu toplumsal cinsiyet eşitsizliği yatmaktadır. Erkeğin egemen olduğu düzende, kadın erkeğe ait bir obje olarak görüldüğü için kadın bunu reddettiğinde, mevcut otoritesini korumak için, kadını sindirmek için erkek şiddete başvurmaktadır. Erkeğin eğitim seviyesi yüksek olduğunda bu oranın azalmış olduğunu bilmekle birlikte, yok olmadığı gerçeğiyle karşı karşıya gelmekteyiz. Her kesimden insanın kadına şiddet uygulayabilmesinin altında aslında cinsiyetçiliği ne kadar benimsemiş bir insan olup olmaması var. Eğitim, ekonomik düzey gibi durumlar maalesef sadece oranı azaltmaktadır.
Travmatik olaylar bireyi bilişsel ve duyusal/duyuşsal açıdan etkilemektedir. Yaşanan olayların bu denli yoğun hissedilmesi ve olağan dışı kabul edilmesinin sebebi kişinin deneyimlediği olumsuz olayın şiddetli olması ve başa çıkamamasıdır. Travmatik olaylar bireyin hayatındaki önemli kişilerin başına gelen üzücü olaylar dolayısıyla da ortaya çıkabilir. Travmatik olaylara doğal afetler, iş kazaları, trafik kazaları, beklenmedik yakın bir kişinin veya evcil hayvanın kaybı, savaşlar, beklenmedik hastalıklar, bir vahşete tanık olmak, taciz gibi olumsuz durumlar örnek olarak verilebilir. Travma yaşayan bireylerde uyku bozuklukları, yeme düzenlerinde değişme, sık sık yaşanan olumsuz olayın hatırlanması ve kabuslar, çaresizlik, pişmanlık, mutsuzluk, değersizlik gibi hisler, olayı hatırlatan mekan, kişi ve durumlardan kaçınma gibi davranışlar görülebilir. Travmanın bağlantılı olduğu muhtemel psikolojik sorunlara depresyon, anksiyete, Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB), yeme bozuklukları gibi örnekler verilebilir. Yas da travmayla ortak noktası olan ve travmayla bağlantılı olan sorunlardan biridir.
Yas, bireyin hayatında önemli bir yere sahip olan bir eşyayı, bir kişiyi, evcil hayvanını veya bir durumu kaybetmesi sonucunda ortaya çıkan zorlu bir süreçtir. İnsanlar yaşamları boyunca kendilerini zorlayan, başa çıkmakta zorlandığı olaylarla karşılaşırlar. Kayıplar da bireylerin yaşamında başa çıkmakta zorlandıkları konulardan biridir. Çeşitli kayıplar arasından baş edilmesi en güç olan değerli, önemli bir insanın veya evcil hayvanın ölümüdür. Her birey, yaşadığı kayıplar sonrasında farklı boyutlarda ve farklı sürelerde zor bir süreçten geçer. İnsanlar bu süreçleri farklı deneyimleseler de benzer tepkileri verirler.
Yas, bireyin hayatındaki önemli bir kişiyi ya da evcil hayvanını kaybetmesi sonucu deneyimlediği evrensel ve doğal tepkilerdir. Yas sürecinin özellikleri kültürden kültüre değişiklik göstermektedir. Yas konusunda her kültürün kendine göre normal sayılan tepkileri ve süreleri vardır. Yas sürecinde tepkiler zamanla etkilerini azaltmaktadırlar. Eğer yas olması gerekenden daha uzun süre sonra sonlandırılamıyorsa ve belirtiler aynı seviyede devam ediyorsa bu travmatik yasa dönüştüğünün belirtisi olabilir. Travmatik yas kavramındaki travma kelimesi, kaybın bireyler için ne kadar travmatik olabileceğini belirtir. Böylelikle travmatik yas kavramı hem patolojik yas durumunu hem de kayıpların bireydeki ağır etkilerini belirtir.
Travma ve yas tedavisinde kullanılan çeşitli psikoterapi çeşitleri vardır. Bunlardan en etkili yöntemlerden birisi “Eye Movement Desensitization and Reprocessing”, (EMDR) bir psikoterapi yöntemidir ve Türkçeye “Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme” olarak çevrilmiştir. Terapi süreci boyunca zihnimizdeki anılara ait olumsuz duygular ve bilgiler yeniden işlenir.
EMDR terapisi kişinin yaşadığı olumsuz olayların ve duyguların etkilerinin rahatsız ediciliğinin etkisini azaltmaya, nötrlenmeye yarar. Böylece yaşanan olumsuz duygular bireyin zihnini meşgul edip, kişiye daha fazla zarar vermemeye başlar. Bu terapide önemli olan bireyi rahatsız eden anıların, duyguların nötrleştirilmesidir. EMDR travma ve yas gibi konularda yaygın olarak çalışılmaktadır. Travma ve yas haricinde depresyon, gelişimsel bozukluklar, psikosomatik bozukluklar; korku, çaresizlik, öfke, üzüntü gibi duyguların kontrolünde de çalışılabilir. Olumsuz duyguların nötrleştirilmesi demek, tetikleyici anıların silinmesi demek değildir. Terapiden sonra anılar hatırlanıyor ancak o anıya ait olan negatif duygular ve düşüncelerle birlikte hatırlamıyor.
EMDR terapisi travma ve yas konularında zorluk yaşayan bireylerde etkilidir. Çift yönlü uyaranlarla uygulanan psikoterapi yöntemi beyinde travma sonucu ortaya çıkan fizyolojik ve psikolojik sıkıntıların giderilmesinde etkilidir.
Travma ve yas konularında en çok kullanılan diğer bir terapi yaklaşımı da bilişsel davranışçı terapilerdir. Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) genelde bireysel olarak uygulansa da son zamanlarda grup uygulamalarından da verimli sonuçlar elde edilmiştir. BDT’nin maruz bırakma terapileri, bilişsel yeniden yapılandırma, sistematik duyarsızlaştırma, sosyal beceri eğitimi, gevşeme eğitimi, kendini izleme gibi teknikleri vardır. BDT duygular, düşünceler ve davranışlar arasındaki ilişkiyi inceleyip, birbirlerini nasıl etkilediklerine odaklanır. Olumsuz düşünceleri ve semptomları değiştirme amaçlıdır. Psikoterapistler şiddetli ve sık sık tekrarlanan, bir dayanağı olmayan düşünceleri azaltmak ve olumluya çevirmek amacıyla yukarıda bahsedilen tekniklerden bazılarını kullanabilirler. Bu teknikler bireyin travmatik anıları hakkındaki düşüncelerinin değişmesine ve bunlarla başa çıkabilme yeteneğinin kazandırılmasına yardımcı olurlar.
Kıskançlık nedir?
Kıskançlık, tek bir duygunun veya kavramın yansımasından ziyade birden fazla duygu ve tepkinin ortaya çıkardığı bir durumdur. Bu konu hakkında yapılan bir araştırmaya göre kıskançlık, önem verilen bir ilişkinin bozulmasına sebebiyet verecek bir tehlike haline gösterilen kompleks bir tepkiyken, başka bir araştırmaya göre kıskançlık, önem verilen bir ilişkinin bozulmasıyla ortaya çıkan ve giderek artan öfke, mutsuzluk, korku duygularıyla kendini belli eden sapkın bir duygu durumudur.
Aslında kıskançlığın temelinde ilişkiyi koruma ve benlik saygısını koruma gibi iki güdü yatmaktadır. İlişkilerde genellikle kıskançlık sevme, sahiplenme gibi duygularla eş tutulur. İnsanlar sahip oldukları, sevdikleri şeylere karşı hassas olabilirler. Kaybetmeye karşı endişe duymaları oldukça normaldir. Dolayısıyla yakın ilişkilerde kıskançlık eğer dozunda yapılıyorsa normal karşılanır. Fakat normalin üstünde hissedilen kıskançlık duygusu ve buna bağlı verilen tepkiler sağlıksız bir ilişkiye işarettir.
Kadın ve erkeğe göre kıskançlık
Kıskançlık durumunda verilen tepkileri konu alan bilimsel çalışmalarda kadınların daha çok duygusal, erkeklerinse saldırganlığa eğilimli oldukları ve erkeklerin daha çok fiziksel tepkiler verdiklerini bulmuştur. Kıskançlıkla başetme stratejilerinde ise kadınların daha “yapıcı” olmayı seçtikleri gözlemlenmiştir.
Evrimsel psikolojiye göre kıskançlık duygusal ve cinsel kıskançlık olmak üzere ikiye ayrılır. Cinsel kıskançlık, parterinin bir başkasıyla cinsel birlikteliği olma düşüncesinden ortaya çıkarken; duygusal kıskançlık, kişinin partnerinin bir başkasına duygusal açıdan bağlanması düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Yine evrimsel açıdan erkek daha çok cinsel aldatılma düşüncesiyle cinsel kıskançlık duyarken, kadın daha çok duygusal kıskançlık duymaktadır.
Peki sağlıksız bir ilişki kurmamak adına neler yapılabilir? Öncelikle normalin üstünde hissedilen kıskançlık duygusu kontrol altına alınmalıdır. Bu şekilde partneriniz ile kuracağınız ilişki güvene bağlı olacağından, siz de kendinizi daha mutlu ve ilişki açısından daha tatmin olmuş hissedeceksiniz.
Saldırganlığa eşlik eden duygular vardır. Bu duygulardan en kritik olanı 'öfke' duygusudur. Çocuklar öfke duygusuyla başa çıkmakta zorlanabilirler, onları ne yapacaklarını bilmedikleri durumlara sokabilir. Çocuğun öfkelenmesi ve saldırgan davranışlar sergilemesinin çeşitli sebepleri olabilir. Bu sebeplere incinme, içsel çatışmalar, ihtiyaçların karşılanmaması veya beklenmedik sonuçlarla karşılaşılması gibi durumlar örnek olarak verilebilir. Ayrıca çocukların, akranlarını model alarak saldırganlık gibi olumsuz davranışlar sergilemeleri de olasıdır.
Çocuklar neden öfkelenir?
Okul öncesi dönemdeki 3 – 5 yaş aralığındaki çocukların kolayca öfkelenebildiği ve saldırgan davranışlar sergileyebildiği gözlemlenmiştir. Bunun sebeplerinde kendilerini yeteri kadar ifade edememeleri, yapmak istedikleri bir davranışın birileri tarafından engellenmesi, oyuncaklarını veya ona ait olan herhangi bir eşyayı paylaşmak zorunda bırakılması gibi durumlardan bahsedilebilir. Okul dönemindeki 6 – 8 yaşlarındaki çocuklarda ise önceki dönemlere kıyasla daha farklı sebeplerden dolayı öfkelenme ve bunu dışa vurma görülür. Bu yaşlardaki çocuklar kendilerini ifade edebilecek beceriye sahiptirler ve yaşadıkları olumsuzluklar, hoşlanmadıkları durumlar, maruz kaldıkları ayrımcılıklar ve dışlanmalar onların öfkelenmesine sebebiyet verebilir.
Çocukların öfke duygusuna kapıldıklarında ve bu duygularını saldırganlık olarak adlandırabileceğimiz davranışlarla beraber sergilediklerinde anne – baba bu durumu değiştimeye ve çocuğunu sakinleştirmeye çalışabilir. Öfke kontrolünde ebeveynlerin çocuklarına uygulatabilecekleri ve bu durumu idare etmeyi öğretebilecekleri çeşitli yöntemler vardır.
Öfke sorununu aşma yöntemleri
Öncelikle çocukta öfkeye neden olan durumların anlaşılması ve bu durumların çocukta ne derece bir gerginlik yarattığı anlaşılmalıdır ki uygun çözüm yolları geliştirilebilsin. Öfkeli olan bir çocuğa öfkeyle karşılık vermek durumu içinden çıkılmaz bir hale getirebilir. Ayrıca öfkeyle tepki verilmesi çocuğu sakinleştirmek yerine daha da öfkelenip saldırgan davranışlar sergilemeye itebilir. Çocuğu sakince dinleyip sorunun ne olduğunu ve neden öfkelendiğini anlamaya çalışmak beraber çözüm yolları bulmaya zemin hazırlar ve çocuğun isteklerinin (eğer mümkünse) yerine getirilmesini sağlar. Ancak öfke nöbeti sırasında çocuğun istediği şeyin yapılmaması gerekir. Bu davranış, çocuğun öfkeyi ve saldırgan davranışlarını pekiştirmesine sebep olabilir. Çocuk sakinleştikten sonra anne – baba bu davranışını onaylamadıklarını söylemelidirler ancak bu saldırgan davranışı sergilediği için çocuğa “sana küstüm” gibi ifadeler kullanılmamalıdır. Çocuğun her şartta anne – baba tarafından sevildiği ve sevileceğini bilmesi gerekir.
Çocukların duyguları tanımaları ve onları kabullenmeleri önemlidir. Duygularını tanıyan ve kabullenen çocuklar öfkeyle baş etmede daha başarılı olabilirler. Bu noktada çocuklarla duygularını tanımaları için çeşitli oyunlar oynanıp, etkinlikler yapılabilir. Örneğin bir kağıda bütün aile üyeleri o gün nasıl hissettiklerinin resmini çizip, bu duyguları mimikleriyle göstermeye ve birbirlerinin duygularını tahmin etmeye çalışabilirler. Alternatif olarak, çeşitli duygularını ne zaman yaşadıkları ve bu duyguları vücutlarında nerede hissettikleri konuşulabilir.
Öfkelenen ve saldırgan davranış sergileyen çocuklara sakinleşmeleri için zaman tanımamız gerektiğinin önemini vurgulamıştık. Çocuğun, evde kendine ait bir köşesi olması onun duygularını regüle etmesine olanak sağlar. Çocuk zor anlar yaşadığında burayı kullanması için yönlendirmek ona yardımcı olabilir. Bu köşeyi çocukla beraber oluşturmak önemlidir çünkü hangi eşyanın çocuğa iyi geleceğine kendisinin karar vermesi daha doğru olacaktır. Çocuğun seçtiği eşyalar haricinde bu köşeye minderler, sevdiği kitaplar, peluş oyuncaklar koyulabilir.
Ancak bu durum artık genellenmişse yani hemen her olay karşısında kendimizi ‘ya olursa’’ diye düşünürken buluyorsak, bu düşünceleri kontrol etmekte zorlanıyorsak, uzun süredir ve hemen her gün bu durumu deneyimliyorsak bir ‘kaygı bozukluğu’nun varlığından söz edebiliriz.
Bu kaygısal düşüncelere ek olarak bedenin verdiği birtakım fizyolojik tepkiler de olacaktır. Baş ağrısı, sinirlilik, gerginlik, sindirim sistemi sorunları, odaklanamama, uykuya dalmada güçlük gibi bazı süreçler de kaygıya eşlik eder. Eğer kendimizde bu durumların varlığını tespit ediyorsak bir uzmandan destek almayı denemeliyiz.
Anksiyete ile korku aynı şey değil
Anksiyeteyi temel olarak korkudan ayırmamız gerekir. Korku, korkulan nesnenin varlığında gözlenen, çözümlenmeye dönük ve daha kısa süreli iken kaygı ya da anksiyetenin belirgin bir nesnesi yoktur, birey bu durum karşısında kendini çaresiz ve yalnız hissedebilir hatta bazen bu durum her gün gözlemlenebilir. Anksiyete bireyin yaşam işlevselliğinde bozulmalara yol açıyorsa mutlaka tedavi edilmelidir.
Bu tedavi yöntemleri psikofarmakolojik destek, psikoterapi süreci, gevşeme ve nefes alma teknikleri, stres yönetimi gibi yöntemlerdir. Bireyin anksiyetesinin bireyde görünüşüne uygun olarak bir tedavi planı hazırlanmalı, uygulanmalı ve etkililiği test edilmelidir. Kaygı bozukluğunu genel hatlarıyla tartıştıktan sonra şimdi de panik atak terimi üzerinde konuşalım.
Panik atak nedir?
Panik atak; tekrarlayan, aniden ortaya çıkan ve bireyin kontrol edemeyeceğini düşündüğü yoğun sıkıntı veya korku, dehşet nöbetleri olarak adlandırılabilir.
Panik atak hafif düzeyde başlar, daha sonra şiddetlenerek seyreder. Kişi aslında kendi düşünceleri ile panik atağının şiddetini yükseltir. Panik atak bireyde nefes alamama, boğulma hissi, kalp çarpıntısı, titreme, terleme, üşüme, bulantı, uyuşma, karıncalanma gibi belirtiler gösterir. Bu bireyin atak nesnesi, durumu veya mekanında yaşadığı durumlardır. Ancak bu durum birey tarafından kontrol edilememeye başlandığında, sık ve tekrarlı meydana geldiğinde, kişinin sürekli bir atak geçireceğine dair beklentisinin olması durumunda panik bozukluk dediğimiz kavrama dönüşür. Panik atağın panik bozukluğa dönüşmesi sürecinde ataklar başlar, tekrarlı bir şekilde devam eder, birey atak geçireceğine dair sürekli bir kaygı duyar, duygu durumu değişir ve dolayısıyla da davranışlarında da bir değişim süreci meydana gelir. Yine panik atağın veya panik bozukluğun tedavisinde ilaç tedavisi ve psikoterapi desteğinin –özellikle bilişsel davranışçı terapi yöntemi- beraber planlanması daha etkili sonuçlar alınmasını sağlar.