Eren Akalın, sizin de tanımanızı istediğim cesur bir kadın. Bana, "Başkalarının isteklerine göre yaşamayacağıma ve başkasından da bunu istemeyeceğime tüm hayatım ve aşkım üzerine yemin ederim" diyen Ayn Rand’ı hatırlattı!
Hayatta hiçbir şey tesadüfen olmaz, keza tanıştığımız, hayatımıza girip çıkan insanlar da öyle... Şimdi sizi, aylarca önce bir sohbette hikayesini duyup etkilendiğim ve geçtiğimiz günlerde tanışma fırsatı bulduğum Eren Akalın ile tanıştırmak isterim...
Bizim torun ’ruh’ diyor!
Karşımda son derece sakin ve güzel bir kadın oturuyor. Uzun yıllardır Türkiye dışında yaşıyor; Amerika, Fransa, şimdi de Çin...
Çocukluğundan beri "ilginç" biri olmuş hep. Babası Ruh ve Madde Derneği’nin kurucularından Hazım Akalın; annesi de aynı dernek için çalışan Yeni Ruhçuluk akımının temsilcilerinden olunca, doğal olarak evdeki sohbetler diğer arkadaşlarınınkinden "farklı"ymış. Bunu şöyle anlattı Eren Akalın: "4. sınıftayken, arkadaşlarımın ölümü hayatın sonu olarak bildiklerini anladığımda çok üzüldüm ve onlara reenkarnasyonu anlatmaya başladım. Herkes çok şaşırdı."
Tek şaşıran arkadaşları da değilmiş bu arada... Babaannesi de "Bizim torun pek değişik, ’ruh’ diyor!" diyormuş hayretler içinde.
Yıllar geçmiş ve Eren, Galatasaray Lisesi ile İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okumuş. Reklam ajanslarında çalışmış. Oldukça rekabetçi, hayatın "kampanyalar" olduğu bir dönemde babası aniden rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığında yine bir kampanya yüzünden tam iki gün babasını görememiş. Bu, onun için bardağı taşıran son damla olmuş. İki ay sonra işten ayrılmakla kalmamış, Amerika-Kaliforniya’ya yerleşmiş. O sırada erkek arkadaşı çevre mühendisliği okumaktaymış. Son sınıftayken yapmak istediğinin bu olmadığını anlayıp okulu bırakmış ve Berklee’de müzik okumak için o da Amerika’ya gitmiş! Evlenmişler. Bu arada Eren, felsefe okumuş ve Birleşmiş Milletler’de çalışmış. Eşiyle birlikte New York’ta sekiz yıl yaşamışlar.
"BM’de çalışmak çok zordu, çünkü dünyanın bütün sorunları sizin ’işiniz’di. Küresel ısınma, açlık, susuzluk, savaşlar... Ben yıllarca Irak’tan sorumluydum, düşünsenize" diyor haklı olarak.
Hayatı, salınan bir sarkaç gibi görüyor ve zaman zaman bir uçtan diğer uca kaymak, aradaki geçiş alanında da kendimize "boşluk" yaratarak üretime hazırlanmak gerektiğini ekliyor. Onun hayatı, geçen yaz, eşinin işi dolayısıyla Paris’e taşınmaları gerektiğinde "boşluk" dönemine girmiş. Ya da isterseniz "nefes alma" dönemi diyelim... Fransız kültürüyle yetişmesine rağmen kendini Paris’e ait görememiş ve eşine bunu söylemiş. "Keşke bir cevap gelse evrenden ve ben de ne yapacağımı bilsem" dediği bir sabah, laptop’ını açtığında uzun zamandır gitmek istediği Çin’deki bir keşişten mail almış! Ve Çin’e gitmeye karar vermiş. Eşini Paris’te bırakıp Tao’nun yoluna bırakmış kendini... Oradaki master’ından "içsel simya"yı öğrenmiş. Çigong yapmış, daha sonra Tai Chi’nin büyüsüne kapılmış.
Şimdi neden İstanbul’da?
Çin’de havalar soğuyunca bir yolculuğa çıkmaya karar vermiş. Önce fazla eşyalarından kurtulmuş ve sadece bir sırt çantasıyla yola çıkmış. Bir harita alarak yolunu çizmiş. Tayland, Kamboçya, Hindistan... En çok Hindistan’dan, Varanasi’den etkilenmiş ve zaten en uzun süre orada kalmış. Orada ölü yakma törenlerini izlemiş. İnsanların ölümü "kutlamalarına" tanık olmuş. Çünkü onlara göre ölüm bir yok oluş değil, yeni bir dünyaya gidiş...
Tabii bu arada şu notu düşmekte fayda var; Eren Akalın, Varanasi’deki tek Türk kadın olarak tarihe geçmiş durumda!
Bir kadın olarak Çin’de Taoist rahiplerden eğitim alması da inanılmaz! O ise bunları çok normal ve sakin bir şekilde karşılıyor.
Şu an bizim İstanbul’da onunla sohbet ediyor olabilmemiz nasıl mümkün oldu derseniz...
Hindistan’dayken kayınpederinin rahatsızlandığını öğrenmiş ve Türkiye’ye dönmüş. Bir süre ailesiyle birlikte zaman geçirip mayıs ortasında Çin’e dönecek.
Ona o kadar çok soru sordum ki kendim bile şaşırdım! Neticede ilk kez gördüğüm biriydi Eren Akalın ve ben ardı ardına "Eşinizi özlemiyor musunuz? Sizi aldatmasından korkmuyor musunuz? Daha ne kadar Çin’de kalacaksınız? Dönünce nerede yaşayacaksınız?" gibi fani sorular sordum! O ise son derece nazik bir dille, bu soruları ona herkesin sorduğunu söyledi. Cevabı, beni büyüledi: "Şu an ’beklentisizliğin mutluluğu’nu yaşıyorum."
Sustum bir süre...
"Beklentisizlik" ve "mutluluk"... Yan yana olması gereken, fakat günümüzde imkansız gibi gözüken iki kelime; oxymoron hatta! Oysa biraz düşününce varılması gereken noktanın bu olması gerektiğini anladım. Eren Akalın da bana bu durumu şöyle açıkladı: "Hayat durmaz. Hep bir şeyler olur. Oysa insanlar bunu yönlendirmeye çalışarak hata yaparlar. Ben artık bunu yapmıyorum. İstanbul’dan Ankara’ya gittiğinizi düşünün. Bir yerlerde mutlaka yemek yersiniz. Ama ne zaman ve nerede olduğunu bilemeyebilirsiniz. Karşınıza bir yer çıkar, beğenirseniz gider yersiniz. Ben de hayatımda bir şeyler olacağını biliyorum, ama ne olacağını bilmiyor ve ilgilenmiyorum."
Buna benim ekleyecek bir notum var: Bundan sonra başımıza gelecek şey, mutlaka daha iyisi olacaktır! O yüzden başımıza gelen iyi, kötü her şeyi kabullenmeliyiz. Muhteşem bir düzen içindeyiz. Önemli olan doğayla uyumlu, iç içe ve doğanın hızında yaşayabilmek...
Bir not daha: İçimden bir ses, bunun Eren Akalın’la ilk, ama son olmayan bir buluşma olduğunu söylüyor. Ondan haber aldıkça size de anlatacağım. Umarım bir gün "yaşamak"tan "yazmaya" geçer ve onun ilginç hayat hikayesini ayrıntılarıyla okuruz.