1 Ekim 2008
Tribünlerin Son Mohikan’ıydı Alpaslan Dikmen. Öfkenin, kinin, nefretin beslediği tribünlere sevgi aşılamayı başaran bir tribün lideriydi. Rakip takıma beslenen düşmanca duygular yerine, tutulan takıma duyulan sevgi, tutku ve aşk hisleriyle coşmayı benimsetmişti kurucusu olduğu ve koordinatörlüğünü üstlendiği UltrAslan taraftar topluluğuna.
UltrAslan gerçek Galatasaraylılığa verdiği yeni addı Alpaslan Dikmen’in. UltrAslan adıyla yeniden diriltmişti gerçek Galatasaraylılığı...
Kötü ve beceriksiz yönetimler nedeniyle hızla tarihe karışmakta olan Galatasaraylılık ruhunu ayakta tutan isimdi Alpaslan Dikmen.
Galatasaray’ın efsane amigosu Karıncaezmez Şevki’yi Samatya SSK’da Galatasaray yönetimi değil o bulmuş, her gün ziyaretine gitmiş, hediye ettiği orijinal formayla ölü gibi yattığı yatağında, birkaç dakikalığına da olsa çocuklar gibi şenlenmesini, Re Re Re Ra Ra Ra diye şahlanmasını sağlamıştı... Öldüğünde mezarına Galatasaray Başkanı değil o indirmiş, kefenine parçalı GS formasını o örtmüş, kız kardeşine maddi yardımda o bulunmuştu...
Metin Oktay’ı vefatından itibaren her sene düzenli olarak Galatasaray yönetimi değil o anmış, atılan gollerin ardından tribünleri "Goool, Metin Oktay" diye o bağırtmış, Metin Oktay’ın dev formasını kapalının üstünden o sallandırtmıştı...
Çok sevdiği Metin Oktay gibi genç yaşında trafik kazasında, ama çok daha genç bir yaşta göçtü Galatasaray sevgisiyle dolu ruhu.
Galatasaray’ın kurucusu Ali Sami Yen’in artık rahmetli olan eşi Fahriye Yen’i tüm GS camiası öldü bilip unutmuşken, onun huzur evinde olduğunu öğrenip yıllarca ziyaret eden ve her seferinde en az 30 liseli ve üniversiteli genç Galatasaraylıyı beraberinde götüren de oydu, Galatasaray yönetimi değil...
Ali Sami Yen’i her ölüm yıldönümünde mezarında ziyaret eden de oydu...
Türk Telekom isim hakkını kiraladığı Aslantepe’deki stadın adını "Türk Telekom Stadı" değil, "Türk Telekom Ali Sami Yen Stadı" koymalı diye yazdığımda, bu fikre hemen sahip çıkması, desteklemesi, tribünleri Türk Telekom’a baskı yapmak üzere harekete geçirmesi de Galatasaray’ın kurucusuna olan saygısındandı kuşkusuz.
Şimdi Galatasaray Yönetimi’ne ve Türk Telekom’a önemli bir görev düşüyor.
Aslantepe’deki inşası süren stadın adını "Türk Telekom Ali Sami Yen Stadı" koymak yetmez. Açık tribün mü, numaralı mı?.. Şeref tribünü mü, VIP locaları mı hangisi olur bilmem artık ama Türk Telekom Ali Sami Yen Stadı’nın bir tribününe "Alpaslan Dikmen Tribünü" adı verilmeli mutlaka.
Trafikte şark radarı
Hız kontrolü için kullanılan radarları uzaktan saptayıp sürücüyü uyaran radar dedektörlerinin Türkiye’de kullanımı yasak. Yasak ama zaten gerek de yok. Şark kurnazlığımızla en teknolojik radar dedektöründen daha iyi çalışan, sürücüyü radara gelmeden kilometrelerce önce uyaran bir sistemi biz çoktan icat etmişiz zaten.
Herkes Şeker Bayramı tatilinden istifade Güney’e kaçarken, biz tası tarağı topladık bayramdan önce, Bodrum’dan İstanbul’a kaçtık.
Yolda dikkatimi çekti. Bazı yerlerde, karşıdan gelen otomobiller birden bire selektör yapmaya başlıyorlar. Bir değil, iki değil. Önce acaba uzunlarım mı yanık diye düşündüm, farları kontrol ettim. Değil.
Kapım, bagajım mı açık acaba dedim, o da değil...
Sonra dikkat ettim yoldaki herkes birden yavaşladı. Birkaç kilometre önce sollanmaz şeritte deli gibi geçen BMW bile süt dökmüş kediye dönmüş. Selektörlerin manasını o zaman anladık.
Birkaç kilometre sonra baktık yol kenarında çevirme var. Polis, selektörcü ispiyonculara rağmen hız limitini aşan tek tük otomobili armut gibi topluyor.
Bu böyle yol boyu devam etti gitti. Nerede radarla hız kontrolü var, karşıdan gelenlerin yaptıkları selektörlerle kilometrelerce önceden öğrendik.
Bu da bir başka trafik magandalığı işte. Adamların işi yok, hız limitini aşıp kendi can güvenliğini tehdit edenlerin yakalanması için dua edeceklerine, karşıdan selektör yapıp ceza yemesin diye uyarıyorlar.
Üçüncü çevirmeden sonra biz de karşı taktik geliştirdik. Ne zaman virajı bol, tehlikeli bir bölgeden geçsek, düze çıkar çıkmaz karşıdan gelenlere selektör yapmaya başladık. Birkaç sürücüyü radar var diye kandırıp, o virajlı bölgeye hız düşürterek soktuysak belki bir kazayı önlemiş, birkaç canı kurtarmışızdır.
Uzun yola çıktığınızda size de tavsiye ederim. Virajlı bir bölgeyi geride bıraktığınızda karşıdan hızlı gelenleri radar kontrolü varmış gibi selektörle uyarın.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2008
Telekomünikasyon Kurumu davul zurna ile duyurduğu Türkçe desteği getirme kararını sessiz sedasız erteledi. Telekomünikasyon Kurumu (TK) bir sene önce, Ağustos 2007’de aldığı kararla cep telefonu üreticilerine 1 Temmuz 2008’e kadar süre vermiş ve bu tarihten itibaren Türkçe karakterleri desteklemeyen telefonların Türkiye’yi ithaline izin verilmeyeceğini açıklamıştı.
TK bu cesur kararını, düzenlediği basın toplantıları ve gönderdiği bültenlerle medyaya duyurmuş ve bu müjdeli haber medyada kendine epey yer bulmuştu.
Biz de TK’nın bu yerinde kararını alkışlamış ve kamuoyuna duyurulmasına seve seve aracılık etmiştik. Ancak demeçleri ve bültenleri olduğu gibi alıp aktarmakla yetinenlerden olmadığımız için kararın uygulanmaya başlayacağı 1 Temmuz 2008 tarihini de bir kenara not etmiş ve beklemeye başlamıştık.
1 Temmuz 2008 tarihinden itibaren çeşitli cep telefonu markalarının piyasaya sürdükleri yeni modelleri gözaltına aldık. Ve gördük ki Türkçe karakter desteği Türkiye’ye yeni giren modellerde hálá yok.
Bunun üzerine arkadaşımız Fırat İşbecer, TK ile irtibat kurup, işi derinden kurcalamaya başladı. Aldığı cevaplar TK’nın ne denli gayriciddi çalışan bir kurum olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyordu.
TK’dan aldığımız açıklamalara göre, TK Türkçe karakterleri destekleme zorunluluğu kararını yılbaşına kadar ertelemiş. Gerekçe evlere şenlik. İthal edecekleri cihazlara Türkçe karakter desteği koyma konusunda taa bir yıl öncesinden uyarılan cep telefonu üreticileri hazır olmadıklarını belirtmişler ve TK’dan ek süre istemişler.
TK’da sanki telefonlara Türkçe karakter desteği eklemek atla deve bir işlemmiş gibi üreticilerin bu gayriciddi talebini aynı gayriciddiyetle kabul etmiş ve zorunlu standart uygulamasını yılbaşına ertelemiş.
İyi ama TK’nın bu keyfe keder uygulamalarını bir kenara bırakıp, Türkçe karakter desteği zorunluluğu kararını yılbaşı geldiğinde bir kez daha ertelemeyeceği ne malum.
Çince, Japonca, Hintçe, Arapça desteğini yıllardır veren ama Türkçe desteğini bir yıl süreye rağmen veremeyen anlı şanlı cep telefonu markalarının, bunu yılbaşına kadar yapacaklarını mı bekliyor TK.
Eğer öyleyse bu laçka ve tavizkar tutumu sayesinde daha çok bekler.
Göreceksiniz yılbaşı gelirken cep telefonu markaları bir kez daha ağlayıp sızlanmaya başlayacaklar ve TK da bunların taleplerine bir kez daha boyun eğecektir. Zorunluluk kararını ertelemese bile yılbaşından itibaren satılan telefonlarda Türkçe desteği yalap şap verilecektir. TK standarları sağlam tutmayacağı için bu telefonlarda Türkçe karakterleri kullanmak ancak çeşitli cambazlıklarla mümkün olacak, yazılımlar Türkçe’yi desteklese bile tuş takımları desteklemeyecek, dokunmatik ekranlar Türkçe karakterleri tanıyamaz olacaktır. Farklı markalar farklı Türkçe karakter setlerini desteleyecek ve bir marka telefondan bir diğerine gönderilen mesajlar yine karman çorman olacaktır.
Yılbaşında görüşürüz... Umarım haksız çıkarım da, cep telefonu üreticilerinin Türklere layık gördüğü Türkçe işkencesi 2009’da sona erer.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2008
- Türkiye’nin büyük bir enerji açığı var. - Nükleer enerji iyi kontrol edildiğinde en temiz enerjilerden biri.
- Küresel ısınma üzerinde negatif etkisi olmayan enerji türlerinden biri de nükleer enerji.
- Gelişmiş ülkelerin hepsinde nükleer enerji kullanılıyor ve bu ülkelerde nükleer enerji kullanılmasaydı bu kadar gelişmeleri mümkün değildi.
- Nükleer enerji orta ve uzun vadede en ekonomik enerjilerden biri.
Tüm bu nedenlerden dolayı gelişmek isteyen bir Türkiye için nükleer santrallerin kurulması ve kullanılması şart.
Ama...
- Nükleer santraller doğru işletilmedikleri zaman enerji santralleri arasında en tehlikeli olanı.
- Nükleer santrallerin işletilmesi sırasındaki en ufak bir ihmal bile büyük felaketlere yol açabilir.
- Enerji santralleri içinde en ufak bir kaza anında en büyük kalıcı zarara yol açanları nükleer santraller.
- Nükleer santrallerde olabilecek kazaların en olası nedenleri: Eski teknoloji kullanımı ve insan hatası.
Dolayısıyla...
- Milleti hızlı trene bindirip göz boyayacağım, oy kazanacağım diyerek 38 kişinin ölümüne yol açan bir faciaya neden olan...
- Sağlık reformu yaptım dediği hastanelerinde yeni doğan bebeklerin topluca ölümlerine neden olan salgınlara önlem alamayan...
- Bebek ölümlerine yol açan virüsün o hastaneden bu hastaneye dolaşmasını seyreden...
- Kuş gribine bu kadar çok kurban veren...
- Çıkarttığı sigara yasağı yasasını bile uygulatamayan. Alışveriş merkezlerinde, taksilerde, iş yerlerinde, konserlerde, spor müsabakalarında insanların zehirlenmeye devam etmesini engelleyemeyen...
- Tersanelerindeki kazaların önüne geçemeyen...
- Uçaklarını silahsız yolcuların bile elini kolunu sallayarak kaçırabildiği...
- Başbakanını makam otomobilinin içinde mahsur bırakan... Son model otomobilin içinden balyozla kurtarmaya çalışan...
- İnternet’te dolaşan bilginin önüne ülke sınırları getirmeye çalışan...
- İnternet’te yayın yapmak isteyen her site gelsin Türkiye’de ofis açsın diye saçmalayabilecek kadar teknoloji cahili bir bakanı olan...
AKP hükümetince yönetilen bu Türkiye’de nükleer santral kurulması mı?
Aman eksik kalsın.
Nükleer santrale evet ama AKP Türkiyesi’nde maazallah!
Ortak mirasımız Boğaziçi için ilgili belediyeler bir olmalı
Sevgili Hakkı Devrim ağabeyim, "Yepyeni bir Arnavutköy geliyor" başlıklı yazımdan yola çıktığı düşünce gezintisini, harika bir öneriyle noktalamış.
Boğaziçi hepimizin değil mi, diye soruyor Hakkı Devrim. Neden o zaman Üsküdar, Beykoz, Sarıyer, Beşiktaş belediye başkanları bir olup, Boğaziçi dediğimiz bu Dünya (buraya bir im koyuyorum, yazı sonu notumda geleceğim) cennetinin meselelerini bir bütün olarak ele almazlar?
Ve ekliyor, "Ortak çalışma gruplarına var gücümle katılmaya talibim. Aklımdan geçenleri bir söylesem, vay be bu ihtiyarda da ne hayal gücü varmış diye şaşar kalırsınız. (...) Biri düşse önümüze".
Ah keşke, ama biri değil, saydığı belediye başkanlarının hepsi atlamalı bu fikrin üzerine balıklama... Korkum o ki, biri lider olmaya kalkışırsa, siyaset gereği diğerleri geri duracaktır peşine takılan olmayayım diye.
Onun yerine önerim, liderin, fikir sahibi Hakkı Devrim olmasıdır. Belediye başkanlarına buradan sesleniyorum. Gelin bu fikre sıcak bakıyorsanız, Hakkı Devrim’i arayıp "Ben varım" deyin. Hakkı Devrim de "ilk şu aradı, sonra bu aradı" demesin. Hatta ilk kim ararsa, arasın beni, kimin aradığını söylemeden haberdar etsin. Birlikte tüm başkanları arayıp, "Fikre sahip çıkan başkanlar var, siz de bu fikrin ortak lideri olmak istemez misiniz?" diye soralım. Makul bir süre sonunda artık kaç başkan toplanmışsa fikrin etrafında, proje hayata geçsin.
Ben medyadan, diğer yazarlar arasından da epey katılımcı bulacağımızdan eminim. Ne dersiniz? Var mısınız?
Şerh notu: Hakkı Devrim "Dünya" diye büyük harfle yazmış. Tek ve biricik "Dünyamız"dan bahsettiğini vurgulamak açısından ne ustaca bir kullanım. Peki o zaman sevgili Hakkı Ağabey, anlaşmamış mıydık, tek ve biricik bilgisayar ağını kastettiğimiz zamanlarda "İnternet"i de büyük harfle yazmaya? "İnternet" dünya üzerindeki irili ufaklı pek çok "internet"in bir araya gelmesinden oluşan bilgi ağına verilen ad. Aklımda kaldığı kadarıyla bir ben, bir Hıncal Uluç, bir de bazen ihmal etse bile Doğan Hızlan kaldık "İnternet"i doğru şekilde büyük "İ" ile yazan. Halbuki sizinle uzun uzadıya tartıştıktan sonra siz de hak vermiştiniz bu şekilde yazılmasına.
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2008
Ne metroseksüel, ne teknoseksüel, ne de gastroseksüeller... Şimdi yeni moda onlar: Dayıseksüeller.
Metroseksüeller yıllardır o kadar konuşuluyor ki, kimler olduklarını artık herkes biliyordur herhalde.
Teknoseksüellerin tanımını 2004’te yazmıştım (tinyurl.com/4qewu7): Teknoseksüeller nur yüzlü metroseksüellerin transistörlü aletlerden hoşlananlarına deniyor. Teknoseksüel, metroseksüeller gibi bakımlı ama bu bakım işini onlar kadar abartmayan, stil sahibi, teknolojinin nimetlerinden yararlanmasını bilen adam gibi adamlara deniliyor. Yani metroseksüelden çok harbiseksüelin teknoloji görmüşü demek daha doğru.
Dayıseksüellere gelince, bunlar nur yüzlü metroseksüellerin kaba ağızlılarıdır.
Çoğunlukla metroseksüeller gibi bakımlıdırlar. İki dirhem bir çekirdek giyinmeye çalışırlar. Bıyıklıları da vardır ama her zaman tıraşlıdırlar.
Metroseksüellerden en büyük farkları marka düşkünlükleridir. Bazıları işi örneğin damgalı Louis Vuitton bavullarla seyahat etmeye kadar vardırırlar. Bazıları ise yabancı ünlü markalara fason üretim yapan cemaat terzilerinden giyinmeyi tercih ederler.
Metroseksüellerin ve teknoseksüellerin aksine kendilerine has bir stilden yoksundurlar çoğunlukla. İtalyan hazır erkek giyim sanayinin çizgisini takip ederler.
Klasik kalıplara sıkı sıkıya bağlıdırlar. Örneğin lacivert pantolon altına açık kahverengi ayakkabı giyerler. Takım elbiseleri köy düğünlerinde bile rastlayacağınız türden, bele oturan kesimli klasik damatlık kesimindedir.
En ufak bir eleştiriye gelemez, eleştirilmeye kalkıldıklarında hemen parlarlar.
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2008
Teknolojinin sanatı yaygınlaştırıp yaygınlaştırmadığını sorgulamış Doğan Hızlan, pazartesi günkü yazısında. Hürriyet’in yayın yönetmenliğini yaptığım teknoloji eki e.yaşam’da İş Yemeği başlıklı bir bölümümüz var. Bu bölümde teknoloji dünyasından önemli bir ismi, bambaşka bir sektörden önemli bir isimle, tercihen yeni açılmış iyi bir restoranda bir araya getiriyoruz.
e.yaşam’ın 13 Haziran sayısında yayınlanan İş Yemeği’nin teması "sanat ve teknoloji" idi. Doğan Hızlan’ın sorguladığı teknoloji-sanat ilişkisini konuşmak için, HP Görüntüleme ve Baskı Grubu Ülke Müdürü Fikret Ergüder, Galeri Nev İstanbul Yöneticisi Haldun Dostoğlu ve Ali Esad Göksel ile birlikte Bice’de buluştuk. Konu dönüp dolaşıp Hızlan’ın da aklına takılan "Teknoloji sanatı yaygınlaştırıyor mu" sorusunda düğümlenmişti. İşte o sohbetten, sevgili Doğan Ağabey’in de ilgisini çekeceğini düşündüğüm bazı bölümler.
Fikret Ergüder (FE): Bugün müzeyi gezip, beğendiğiniz eserlerin kopyasını da müzeden çıkmadan evvel bir makine ile basıp kolunuzun altında evinize gidebilirsiniz. Bunu Birtish Museum’da ve National Gallery’de uyguluyoruz.
Ali Esad (AE): Bence bu yaygınlaşmasın. Bunu ahlaksızca bir Amerikan pazarlaması olarak görüyorum. Yurtsan sen ne diyorsun?
Ben: Pahalı sanatı kitlelere erişilebilir kılması açısından olumlu bence.
Haldun Dostoğlu (HD): Hong Kong’un kuzeyinde nüfusu 32-33 bin olan bir köy var. Herkes ressam. Teknolojik olarak yapılan şeyi onlar elle yapıyor. Siz Van Gogh siparişi veriyorsunuz. Senede 200 bin tane teslim ediyorlar. Picasso alacak paran yoksa buradan kopya resimleri de alabilirsin.
AE: Ben kitabını almayı tercih ederim.
FE: Kitapların teknoloji ile buluşması ise şöyle oluyor: 10 yıl sonrayı düşünün. Bir kitapçıya girdik. Raf falan yok, stok yok. Siz makinenin başına gidiyorsunuz. Buldum bulamadım da yok. Kitabınızı seçiyorsunuz. Kitabın kapakları sert olsun, şu renk olsun, içinde de yazardan bir önsöz olsun, benim adıma imza da olsun. Düğmeye bastınız. 10 dakika içinde kitap basıldı ve teslim edildi. Bu hayal gibi geliyor mu? Gelmesin. Çünkü İsrail’de bugün uyguladığımız bir teknoloji.
Ben: Kitap da bir teknoloji ürünü sonuçta. Bugün Mona Lisa’yı dünya tanıyorsa, bunu da teknolojiye borçluyuz. Baskı teknolojisi olmadan önce dünyadaki insanların ondan haberi yoktu.
AE: Yanlış anlaşılmasın, ben muazzam bir teknoloji taraftarıyım. Ama otantik olan her şeyin de bir kıymeti olduğuna inanıyorum. Teknolojinin bu yolda kullanılmasının otantikliğe karşı haince bir saldırı olduğunu düşünüyorum.
Ben: İleride baskı teknolojileri kullanılarak üretilecek, yaratılacak yepyeni sanat dalları da çıkacak.
FE: Ben bunu şöyle görüyorum. Bir yerden sevdiğin bir manzaraya bakıyorsan, o anıyı yanında taşımak için fotoğrafını çekiyorsun. Fotoğraf makinen yoksa da kartpostal satan bir yere gidip o şehrin o güzel görüntülerini yanına alıp paylaşıyorsun.
AE: Sayısal dünyanın nimetlerine yüzde yüz hayranım. Fakat bu yapılan işi hoş görmüyorum. Haldun bunu benim Mısır Çarşısı’nda Ağlayan Çocuk resmini almamdan hiçbir farkı yok.
HD: Farkı yok çünkü Picasso bugün yaşsaydı belki de Ağlayan Çocuk resmi yapardı.
Ben: Sanatçının şunu keşfetmesi lazım: "Bu yeni teknoloji ile bugüne kadar yapılmayan neyi yapabilirim?"
Doğan Hızlan yazısının sonunda teknolojinin edebiyata yararının olup olmadığını da sorgulamış ve bir romanın bilgisayarda yazılmasının, İnternet’te yazılmasının, eserin niteliğine hiçbir etkisi olmayacağı yargısına varmış. Enis Batur da bu fikirdeymiş.
Müşteri Çıldırtmama Merkezleri de var
Geçen hafta yazdığım "Müşteri Çıldırtma Merkezleri" başlıklı yazıma beklemediğim kadar çok okur mektubu geldi. Meğer herkes aynı dertten muzdaripmiş. Şirketlerin Müşteri Hizmetleri Hatları’nı aradıklarında, müşteri temsilcisine bağlanamadığı için çıldıranların sayısı sandığımdan da kalabalıkmış.
Turkcell’e haksızlık olmasın diye ufak bir araştırma yaptım. Yardımcım editör Serbülent Aksayar ile birlikte bazı şirketlerin müşteri hizmetleri merkezlerini arayarak, telefon açıldığında karşımıza çıkan otomatik yanıt sisteminin ilk mönüsünde "müşteri temsilcisine bağlanma" seçeneğinin olup olmadığını araştırdık. İşte sonuçlar:
Avea: Yok
Vodafone: Telefon numaranızı girdikten sonra var
Turkcell: Geçen haftaki yazıdan sonra düzelmiş, telefon numarasını girer girmez müşteri temsilcisi bağlanıyor
Akbank: "Diğer konularda yardım almak için" seçeneği tuşlandıktan sonra var
Denizbank: Var
Finansbank: Bankacılık işlemleri bölümü tuşlandıktan sonra var
Fortis: Yok
Garanti: Yok
ING: Var
Türkiye İş Bankası: Var
Yapı Kredi: Yok
THY: Rezervasyon, danışma ve e.bilet seçeneği tuşlandıktan sonra var
TT-Net (ADSL): Teknik destek seçeneği tuşlandıktan sonra var
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2008
Vatan’dan ayrılıp Sabah’a geçerken haklı olarak bir süre tatil yapıp dinlenen Haşmet Babaoğlu’nu özlemiştim. Sevgili Haşmet yazılarına pazartesi günü tekrar başladı. Başlar başlamaz da gündemdeki bir konuya, her zaman yaptığı gibi herkesten farklı bir yanından girdi.
Zayıflamak isteyen genç bir kızın ölümüyle medyada kopan Muzaffer Kuşhan tartışmasına girmiş Haşmet Babaoğlu.
Tüm bu tartışma içinde önemli bir noktayı kaçırıyoruz diyor. Biraz fazla kilosu olanlara karşı ırkçılık benzeri bir bakış gelişti.
"Bir Dr. Kuşhan gider, bin Dr. Kuşhan gelir", diyor Haşmet.
Haksız mı? Yerden göğe kadar haklı.
Zayıflama çılgınlığı yeni bir şey değil ama... 21. yüzyıla 20. yüzyıldan miras kalan bir toplumsal hastalık.
Sorumlusu zayıflama sektörü. Zayıflama hapları, zayıflama kampları, zayıflama kremleri, zayıflama danışmanlarından oluşan bir sektör bu. Bu sektörün art niyetli mesajlarını sorup sorgulamadan kitlelere taşıyan medya da ikincil sorumlu.
Medya sağlık konusunda çok daha dikkatli olmalı. Yok doktor bilmem ne diyeti, yok Sibirya diyeti filan gibi zayıflama reçeteleri, hazır lop kullanılabilecek mucizeler gibi pazarlanmamalı.
Bilimsel bir araştırmanın sonuçları, en kestirme başlıklarla verilmemeli.
Bilimsel bir araştırma falanca maddenin günde bir kamyon dolusu miktarda alındığında kanser yaptığını gösterdiğinde, bu haber falanca madde kanser yapıyor diye çıkıyor gazetelerde.
Ya da tam tersi yine bir araştırma falanca sebzenin her gün bir kilo yendiğinde filanca hastalığa yakalanma riskini yüzde şu kadar düşürdüğünü ortaya çıkarttığında, bu haberin veriliş tarzı falanca sebze filanca hastalığı önlüyor gibi bir saçmalamaya dönüşüyor medyada.
Tam bu noktada, medyanın bilimsel spekülasyon merakı konusunda, işin bir başka boyutuna da değinmek gerekiyor.
Gazeteler, televizyonlar her sene Ramazan gelir gelmez, "oruç sağlığa yararlıdır" haberlerini vermek için birbirleriyle yarışmaya başlarlar.
Oruç vücudu dinlendirirmiş, sindirim sistemi üzerinde olumlu etkileri varmış, hazmı düzenlermiş gibi bir sürü haber, bazen medyaya çıkmak için fırsat arayan doktorların demeçlerine dayandırılarak, bilimsel birer gerçekmiş gibi halka pompalanmaya başlar.
Her gün ilaç alması gereken hastaların bu şişirme haberlere inanıp oruç tutarak, ilaçlarını kesmesi, daha da beteri yanlış zamanlarda alması kimin umurunda?
Veya uzun süre aç kalmanın yüksek performansa dayalı sporları yapanların üzerindeki ölümcül olabilecek etkisi?.. İyi ve dengeli beslenme gerektiren kronik rahatsızlıklardan muzdarip insanların durumu?..
Sağlık durumu müsait olup, ibadet için tutanlar için orucun sağlıkları üzerinde manevi pekçok yararı vardır kuşkusuz.
Öte yandan zayıflamak uğruna, diyet niyetine oruç tutan pekçok insan biliyorum. Onları kim bilinçlendirecek.
Sigara Şikayet Köşesi
Sigara dumansız yaşama özgürlüğü getiren yasanın uygulanmasıyla ilgili gözlemlerinizi yurtsan@hurriyet.com.tr adresine bekliyorum.
S.D.: Benim çalıştığım işyerinde sigara yasağı ilk günden uygulamaya başlandı geçen haftaya kadar... İçenler çok güzel dışarı çıkıp içiyordu fakat patronumuz, sanırım iş performansını olumsuz etkilediğini düşünerek tabii bir de burası benim yerim kimse karışamaz düşüncesi ile sigara içmeyi serbest bıraktı. Şimdi herkes fosur fosur yerinde sigara içiyor zavallı biz içmeyenler de onların dumanını çekmeye devam ediyoruz. Senelerce yasal olarak zehirlenmiştik zaten birkaç ay nefes aldık şimdi bunu bize çok görenler bizi yasa dışı zehirlemeye devam ediyor. Kime şikayet edeceğiz?
Y.A.: İşyeriniz İstanbul’da olduğu için İstanbul İl Sağlık müdürlüğüne tutunkontrol@sm34.gov.tr adresine bir e.posta mesajı göndererek ihbarda bulunursanız, şikayetiniz isminiz saklı tutularak ilgili ve sorumlu birimlere aktarılıyor ve takip ediliyor. Yapılan denetimle işyeri uyarılıyor, ceza uygulanıyor ve takibe alınıyor.
Şikayetinizi dilerseniz gmail’li anonim bir adresle ve takma isimle de yapabilirsiniz. Sonuçlarından beni de haberdar ederseniz gerekli incelemelerden sonra bu köşeden duyurabilirim.
Sigarayla ilgili tüm şikayetleriniz için kullanacağınız Türkiye çapındaki tüm irtibat bilgilerini dumansizhavasahasi.org/iletisim.html adresindeki sayfadan edinebilirsiniz.
Okullara kıyafet özgürlüğünü babamın külahına anlat
Medyatava.com yazarı Neslihan Acu, okullara kıyafet serbestliği getirme ikiyüzlüğünü özgürlükçü bir uygulamaymış gibi alkışlayan Ak-Liberal yazarlara soruyordu geçenlerde, "Salak gibi mi görünüyoruz oradan?
Ne yani, kıyafete özgürlük getirildi diye kızlar süper mini etekle gidebilecek mi okula? Delikanlılar saçlarını omuzlarına kadar uzatıp, kulaklarında küpeyle girebilecekler mi derslere? Yoksa bu özgürlük atılımı, sadece türbanlı kızlara ve dinen kravat takmaktan hoşlanmayan delikanlılara mı yönelik"?
Aynen imzamı atacağım bir yazı olduğundan paylaşmak istedim.
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2008
Bankaların Müşteri Memnuniyet Hattı gibi havalı isimlerle hizmete açtığı ama aslında Müşteri Çıldırtma Merkezleri olmaktan öteye gidemeyen çağrı merkezlerini geçenlerde yazmıştım. Müşteri hizmetlerindeki sorun bankalarla sınırlı değil tabii ki. Elektronik eşyadan bilgisayara, ev tüketim malzemelerinden hazır gıdaya kadar her sektörde aynı sorun. Ve tabii cep telefonu operatörlerinde de...
Birkaç gün önce Turkcell müşteri hizmetleri merkezinden aradılar. Telefonla arama istatistiklerime bakarak, benim için en uygun görünen tarifeyi tavsiye ettiler. Tavsiye ettikleri tarife gerçekten çok avantajlıydı, hemen o tarifeye geçtim.
Turkcell müşteri hizmetleri merkezinin bu yaklaşımından memnun olmuştum. Birkaç saat sonra, benim gibi yine Turkcell abonesi olan bir numarayı aramaya çalıştığımda karşımda hep aynı otomatik mesajı bulunca, memnuniyetimden cesaret alıp Turkcell müşteri hizmetlerini aradım ve "aradığınız numara bağlanamamaktadır" mesajının ne anlama geldiğini sorayım dedim. Demez olaydım... Yaklaşık bir saatime mál olacak tatsız macera böylece başlamış oldu.
İlk hedefim otomatik sesli yönlendirme mesajlarından kurtulup, bir müşteri yetkilisine bağlanmaktı. Bu dediğimin kolay bir iş olduğunu sanmayın.
Tüketicinin Abi’si Erkan Çelebi, Hürriyet e.yaşam’ın geçen sayısında şirketlerin müşteri memnuniyet hatlarında kurdukları tuzağı tüm açıklığıyla yazmıştı.
Eskiden biliyorsunuz şirketlerin tüketici irtibat hatları ücretsiz 800’lü numaralardan hizmet veriyordu. Yani kullandığımız ürünle ilgili bir şikayetimiz olduğunda 800’le başlayan bir numarayı arıyorduk ve telefon ücreti ödemiyorduk. Konuşmanın bedelini şirket üstleniyordu.
Sonra nereden çıktıysa bir 444’lü numaralar çıktı. 444’lü müşteri hatlarının 800’lülerden farkı, konuşma ücretini şirkete değil tüketiciye yansıtmasıydı.
Başta bankalar olmak üzere şirketlerin çok büyük bir kısmı 800’lü hatları kapatıp 444’lü hatlara geçtiler ve müşteri şikayetlerinin, önerilerinin, taleplerinin telefon faturasını kendi müşterilerinin üzerine yıktılar.
Ancak müşterilerini çıldırtabilmeleri için bu da yetmedi. Telefonlara cevap veren müşteri temsilcilerinin maliyeti de yüksek geldi şirketlere. Daha az temsilci çalıştırabilmek için otomatik yanıt ve yönlendirme sistemlerini kullanmaya başladılar.
Bu da yetmedi, daha da az müşteri temsilcisi çalıştırmak için, otomatik yanıt sistemindeki "müşteri temsilcisine bağlanma" seçeneğini ortadan kaldırdılar, arayanların kolay kolay bulamayacağı derinliklere gizlediler.
Turkcell müşteri hizmetlerinin 444’lü hattını aradığımda, müşteri temsilcisiyle bağlantı kurmamı sağlayacak seçeneği bulana kadar sesli yanıt sisteminde yolumu üç kez kaybettim ve 444’lü hattı üç defa aramak zorunda kaldım.
Her seferinde yaklaşık 10’ar dakika oradan oraya dolaştıktan sonra nihayet temsilciye bağlandım.
Yok şunun için şu numaraya, bunun için bu numaraya basın mesajlarını pür dikkat dinlemeye çalışıp numara üzerine numara tuşlarken, soracağım soruyu da unuttum.
Sorumdan vazgeçip, müşteri temsilcisine bağlanma seçeneğinin bu kadar gizlenmiş olmasıyla ilgili şikayetimi dile getireyim dedim.
Şikayetimi ilgili birimlere ileteceğini söyleyerek, kibarca başından savmaya çalıştı.
Şikayetimin sonucuyla ilgili cevap beklediğimi söyleyerek üsteledim.
Şikayetlere cevap vermek gibi bir uygulamaları olmadığını, şikayeti alıp ilgili birime iletmekle yetindiklerini aktardı.
Tüm ısrarlarıma karşın, şikayetimle ilgili herhangi bir cevap alabilmeyi başaramayıp, çıldırmakla yetindim.
Kısacası çoğu şirketin müşteri hizmetlerinde olduğu gibi Turkcell’in müşteri hizmetleri de formaliteden ibaret.
Yasalar tüketicinin hakkını korumadığı sürece, şirketler müşterilerine asla değer vermeyecek.
Çıldırtan "online" işlem ücretleri notu: Tüketicinin Abi’si Erkan Çelebi e.yaşam ekimizin bu ayki sayısında da çarpıcı gerçekleri göz önüne seriyor, bankaların İnternet şubelerinden yapılan işlemlere uyguladığı "işlem ücretleri"nin ne boyutlara vardığını açıklıyor. İnternet’ten banka işlemi yapmadan önce mutlaka okuyun.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2008
Türk Gölge Oyunu-Karagöz isimli iki CD ve bir kitapçıktan oluşan eseri tanıtırken, Karagöz ile Hacivat karakterlerine değinmiş Doğan Hızlan. Geleneksel oyunlardaki tiplemelere günümüz Türkiyesi’nde de her zaman rastlayacağımıza dikkat çekerek, "İki kişinin birbirlerini anlamadan konuşmaları, Hacivat’ın eski deyimle lügat paralayarak konuşmasına karşılık Karagöz’ün yalın bir dille konuşması, halktan biri olması karşıtlığı oluşturan öğelerdir" demiş.
Birbirini anlamadan, hatta dinlemeden sürekli birbiriyle tartışan Karagöz ve Hacivat tiplemeleri komiktir elbet. Ama benim Karagöz oyunlarında en gülünç bulduğum tip Kasımpaşalı kabadayı tiplemesi Tuzsuz Deli Bekir’dir.
Tam bir mahalle kabadayısı olan Tuzsuz Deli Bekir, mahallede ne zaman bir dalaş çıksa, yanından ayırmadığı kamasıyla ortaya çıkar ve anlaşmazlıkları kaba kuvvetiyle çözüverir.
Narası da meşhurdur:
"Hieeeyt ben Tuzsuz" diye megalomanik bir nidayla çıkıverir meydana.
Hieeyt Ben TUZSUZ!
Anamı kesen BEN
Babamı kesen BEN
Kardeşimi kesip rakıma meze yapan yine BEN
Hieeyt! Var mı lan bana yan bakan?
Doğan Hızlan’ın da dikkat çektiği gibi geleneksel oyunlarımızın günümüz yaşantısında mutlaka izdüşümü olduğuna göre, Tuzsuz Deli Bekir’in bu geleneksel külhanbeyi narasının günümüz izdüşümü nasıl olurdu dersiniz?
Ortalık karıştı mı cebindeki çakısıyla çıkıverir kürsüye:
Hieeyt ben Tayyip!
Çiftçiye "ananı da al git" diyen BEN
Soru soran gazeteciye babalanan BEN
Din kardeşini soyup soğana çevireni siyasetime çerez yapan yine BEN
Hieeyt! Ben Başbakan. Var mı bana yan bakan?
Ramazan geldi doldur sepeti
Milliyet’in Cafe ekinde cuma günleri yazan Sabanur Kıraç’ı takip ediyor musunuz? Kimsenin aklına gelmeyen konuları, kimsenin bakmadığı bir yönünden bakarak, farklı bir üslupla yazıyor. Üstelik bu farklılığı mantık tutarsızlıklarına düşmeden yapıyor. Bu tip bir yazarın olmadığı Milliyet ana gazetede yazmaya başlar ve önemli bir boşluğu doldurursa şaşırmamak gerekir.
Geçenlerde yine enteresan konulara değinmişti. Başlık atmayı da çok iyi bildiği için, değindiği konulardan ikisinin başlığını vereyim gerisini anlarsınız: "Popstar dediğin kısa boylu olur", "Sezen Aksu’nun bacakları neden konuşulmadı?", "Bu kariyerlerin katili adamlar mı ilişkiler mi?"...
Geçenlerde yazdığı bir başka yazısının başlığı ise "Ramazan’ı Sevgililer Günü’ne benzettiler"di.
Birtakım yazarların çifte standardını çok iyi yakalamış Sabanur Kıraç. Haklı olarak soruyor, tüketimi körüklüyor diye Yılbaşı’nı, Sevgililer Günü’nü her fırsatta eleştiren yazarlara; "Ramazan’ı aynı amaçla sömürenleri neden eleştirmiyorsunuz?" diye...
Son derece haklı değil mi? Üstelik mübarek Ramazan ayını tüketimi körüklemek amacıyla kullananların, Yılbaşı’nı, Sevgililer Günü’nü kullananlardan önemli bir farkları da var. Ürünlerini satmak için insanların açken aşırı güçlenen imrenme duygusunu sömürüyorlar. Nereye baksak sahanda pişen sucuklar, kazanda kaynayan çorbalar, sıcak pidenin arasına koyulan pastırma dilimleri...
Ayıp olmuyor mu gerçekten?
Yazının Devamını Oku