SAMSUN sigarasının içinden odun çıktığı, İstanbul’la Ankara arasında "alo" demek için 6 saat beklediğimiz, Anadol otomobilin inekler tarafından yendiğine inanıldığı, filmlerimizde "nayır nolamaz" diye konuşulduğu dönemde, Avaramu’yu ezberleyen kadınlarımız Raj Kapoor’a hastayken, Nuri Sesigüzel’in İzmir Fuarı’nı salladığı, gazinoların"Bediaaaa" diye inlediği, Vahi Öz’ün yaşadığı, Cemal Kamacı’nın dövüştüğü, Metin Oktay’ın ağları deldiği günlerde, boğaz köprüleri olmadığı için telaşla son vapuru kaçırmamaya çalışırken, Suna Kan henüz harika çocuk, selamıyla meşhur Ömer, turist bile değilken, zavallı Ayşecik’in zengin babasından habersiz üvey anne yanında büyüdüğü yıllarda, "Bence Neil Armstrong Ay’a falan ayak basmadı, hepsi tezgáh" diye iddiaya girdiğimiz, kasetleri acayip kapışılan Arif Susam’ın "Ooooo, Ahmet Bey de burdaymış" diye sintizayzır çaldığı yaz akşamlarında, Ümit Besen’in masasının ayağı kırıkken, dolmuşçuların Orhancı-Ferdici diye birbirini solladığı arabesk gündüzlerin, Barış Manço’nun lambaya püf dediği elektrik kesintili gecelerinde, ayıptır söylemesi Arzu Okay rüyalarımıza girerken, Killing okuduğumuz, radyoda Arkası Yarın dinlediğimiz (ki, uyarlayan Çetin Köroğlu, efekt Ertuğrul İmer), Sadun Boro’nun dünya turuna çıkmasıyla heyecanlanıp, Filiz Vural’ın Avrupa Güzeli olmasıyla sevinirken, delikanlıların Ayhan Işık bıyığı bıraktığı, Avanak Avni ile tanıştığımız, Altan Erbulak’ın en maharetli estetikçilerin bile o hale getiremediği güzellikle kadınları çizdiği, Yavuz zırhlısının jilet olmadığı, Zübük’ün kaleme alındığı, İsmail Dümbüllü’nün güldürdüğü, Veysel’in iki kapılı hanını tıngırdattığı, Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrumlu balıkçı zannedildiği, arabaların her tarafına hálá ne manaya geldiğini bilmediğim STP’lerin yapıştırıldığı zamanlarda, nüfus 40 milyon, Hababam öğrencileri ilkokulda, Tatlıses demirciyken, MTA Sismik-1 Hora’nın uzay mekiği muamelesi gördüğü teknoloji fukaralığında, Savarona bizimken, su akar Türk bakarken, Keban bile yokken, Doktor Richard Kimble sanki babamızın oğluymuş gibi Falconetti’ye küfür ettiğimiz, asayişi Baretta ve Komiser Colombo’ya emanet ettiğimiz, adaleti ise Avukat Petroçelli’den ibaret sandığımız masum tiryakiliklerde, karısını bile yakından tanıdığımız Mc Millan’ın AIDS’ten ölene kadar şorolo olduğunu bilmediğimiz hayal kırıklıklarında, anneanneler kız torunlarına Küçük Ev’in Laurası’nın şapkasından dikerken, Koç Reeves’ten turnike atmayı öğrenip, Kaptan Kirk’le ışınlandığımız, Kunta Kinte gibi zenci olmadığı halde Isaura’nın neden köle olduğunu kavrayamadığımız, yamuğunu gördüğümüz arkadaşlarımıza "N’aber lan ceyar" diye seslendiğimiz, babam ve ağabeyimle birlikte saat kurup, sabahın kör karanlığında kalkarak, uykulu gözlerle Muhammed Ali’yi seyrettiğimiz, onunla birlikte kelebek gibi uçup arı gibi soktuğumuz, İstanbul’da basılan gazetelerin, bırak Diyarbakır’ı, Bursa’daki bayiye bile anca ertesi gün ulaştığı, Zeki Müren’in kamyonculara "Gözünüz yolda, kulağınız bende olsun" diye mırıldandığı, sadece TRT’nin olduğu, dansözün çıkmadığı, haberleri Zafer Cilasun’un okuduğu, herhalde "İnsanımız belki akıl edemez" diye düşündüklerinden olsa gerek, "Televizyonunuzu kapatmayı unutmayın" diye uyarı yazısı koydukları, necefli maşrapa zavallığında, Sezen serçe, Pehlevi şah, Haile Selasiye Habeşistan İmparatoru, özetle, develer tellal, pireler berber iken...
*
Sansürün bir manası olabilirdi.
*
9 yaşında çocukların MSN’de Japonya ile konuştuğu, gizlemeye çalıştığın görüntülerin şak diye cep telefonumuza geldiği, köşedeki uyducudan çanak taktırıp şakır şakır Roj TV izlendiği bir dönemde, sansüre kalkışmak...
"Günümüz gerçekleri"nin iyi algılanamadığının bir kanıtıdır bana göre.
*
Ve, dönüp bakıyorum geriye...
O zamanlar da vardı sansür.
Ama "mutluyduk" hiç olmazsa galiba.
Başbakan’ın uçağına binebilmek için sansürü savunan meslektaş yoktu... Odunlar sadece sigaradan çıkıyordu en azından.