Yılmaz Özdil

Yeni köye eski âdet

4 Nisan 2013
1919’da Damat Ferit hükümetinin “heyet-i nasiha”sı vardı. Bu hükümetin “heyet-i akil”i var.

O heyetin amacı, vilayet vilayet dolaşıp, işgale direnmemeleri, büyüklerimiz ne diyorsa onu yapmaları konusunda “ahaliye nasihat” etmekti. Bu heyetin amacı da, vilayet vilayet dolaşıp, direnmemeleri, büyüklerimiz ne diyorsa onu yapmaları konusunda “ahaliye nasihat” etmek.

O heyetin mensupları 7’şerliydi.

Bu heyetin bölgeleri 7’şerli.

O heyet nisanda kurulmuştu.

Yazının Devamını Oku

Akil tutulması

3 Nisan 2013
Generaller halay çekiyor.

Ne güzel.
Askerler belediyede çöp topluyor.
Şahane.

*

Bölgede görev yapanlar bilir.
İki tercih vardır.

*

Birinci tercih...

Yazının Devamını Oku

İki afacan zenci oğlanın maceraları

2 Nisan 2013
Geçtiğimiz hafta benim güzel memleketim İzmir’le ilgili yine bir yaygara koptu medyada... İzmir’den çıkmış iki kafadar Ertuğrul ve Yılmaz yine kurnazca ortalığı karıştırmaya kalktılar. Kendilerince “Beyaz Türklüğün” son kalesini savunuyor bu arkadaşlar...

Belki siz bilmezsiniz ama İzmir küçük bir şehir olduğu için İzmirli hemşerilerim bilir... Biri ezilmiş yoksul bir işçinin, öbürü horlanmış fakir bir şoförün evladı olup “beyaz”lar tarafından küçükken “varoş çocuğu” diye çok aşağılanmış iki zenci oğlandır aslında bu kafadarlar...İzmir’in “beyaz”ların küçümsediği ve kıytırık bulduğu okullarında okumuş, “beyaz”ların tiksindiği kenar mahalle semtlerinde büyümüş bu iki zenci, geldikleri yerlerin insanlarına ihanet ederek hayatlarını kazanan gazeteci olmuştur büyüyünce...Bu iki zencinin fukara emekçi ailelerini it yerine bile koymayan “beyaz”ların bu faşist hislerine hitap eden iki acınası tip var artık karşımızda...Tam anlamıyla “kendinden nefret eden zenci” modelinin örneğini teşkil ediyor Ertuğrul ve Yılmaz...İçinden çıktıkları toplumsal kesimleri ezen “beyaz” sınıflara ait olmak ve o “beyaz”lardan onay almak için kurnazca gerdan kıvıran iki zenci dansözdür artık bunlar... “Beyaz” gibi algılanmak amaçlarını da başarmış ve bugün küçükken ayakkabılarını boyadıkları, araba camlarını sildikleri “beyaz Türk”lerin en sevdiği iki kalem olmuşlardır... Artık onlar da “beyaz”laşmışlardır.Kendi aileleri gibi aşağılanmış gecekondu insanlarını daha da aşağılamak, halkın çoğunluğunun değerlerine düzenli olarak küfrederek “beyaz”ları tatmin etmek bu ikisinin mesleği haline gelmiştir.İzmir’in varoşlarından çıkan yoksul ama onurlu iki zenci genç, Ertuğrul ve Yılmaz maalesef artık zengin ama onursuz çakma beyaz Türkler haline gelmişlerdir.“Ertuğrul bize iki çay kap getir” diye zamanında bu zenci işçi çocuğuna emreden “beyaz”ların bugünkü baş temsilcisidir artık Ertuğrul...“Yılmaz şu ayakkabılarımı boya, sonra da arabamı güzelce yıka, dikkatli ol çizilmesin haa” diye zamanında bu zenci şoför çocuğuna köle muamelesi yapan “beyaz”ların çocukları bugün Yılmaz’a kitap imzalatmak için kuyrukta beklemektedir.Böyle bakıldığında ikisinin de zafer kazanmış olduğu söylenebilir ama esas zafer kazanan, zenci çocukları Ertuğrul ve Yılmaz’a bu iğrenç muameleyi yapan faşizan Beyaz Türk zihniyetidir.Bugün bu iki varoş çocuğu kendilerini ve ailelerini de ezen o faşizan Beyaz Türk zihniyetin en büyük savunucusu haline gelmişlerdir.ABD’deki bir zencinin Ku Klux Klan zihniyetini savunması kadar trajik, hem de çok trajik bir hadisedir aslında bu...Ertuğrul ve Yılmaz’ın öyküsünde kimselerin göremediği çok büyük bir dram vardır.Çok hüzünlü bir İzmir tragedyasının kahramanlarıdır aslında Ertuğrul ve Yılmaz...Çok acı, çok üzücü ve çok öğretici bir hikâyedir bu.

*

Tayyip Erdoğan’ın damadının yöneticisi olduğu gazetede çıktı bu yazı...
Memleketin içinde bulunduğu “durum”u bundan daha güzel ortaya koyan bir analiz okumadım. Hürriyet okurları mahrum kalmasın diye, aynen aktardım. Bence derhal siyenentürk’e transfer edilip, dört bir taraf yerine  “beşi bir yerde” yaptırılmalı.

Yazının Devamını Oku

Otorite

31 Mart 2013
Dünyanın en prestijli televizyon kanalı BBC’de açık oturum yapılacaktı. Konuyla ilgili otorite canlı yayına çıkacak, ahalinin aklına takılan soruları cevaplayacaktı.

Beklenen an geldi, program başladı.
Sunucu sordu.
Otorite anlattı.
Sunucu sordu.
Otorite anlattı.
Çarpıcı bi sohbet oldu.
Çünkü, otorite enteresan adamdı, hiç öyle yayıncılık kuralları filan sallamıyor, ağzına geleni söylüyor, kafa göz yarıyor, dan dun konuşuyordu. Neticede süre doldu. Sunucu, bizleri aydınlattığınız için teşekkür ederiz dedi, otorite de rica ederim, faydalı olabildiysem ne mutlu bana dedi, yayın sona erdi.

*

Yazının Devamını Oku

Vardiya Bizde

30 Mart 2013
<i>Sizlere anlatacağım hikâye, yüzlerce asker ailesinin benzerlerini yaşadığı hikâyelerden sadece biri... </i> On beş senedir fedakârlıklarla yürünmüş bir yolun, mutlu bir evliliğin özetidir bu... Ve, hayattaki en büyük şansım, en doğru kararım, eşim; tutuklu.
*
Aslında daha en başta belliydi bu evliliğin zorluklarla geçeceği... O bir deniz subayıydı çünkü.
Biz, müstakbel eşler, evlenmeden önce bilirdik seyirleri, görevleri, çoğu zaman ayrı düşeceğimizi. Meslek sahibiysek... Tayinler sebebiyle kendimize ait bir kariyerimizin olmayacağını da bilirdik tabii.
O seyirler görevler sebebiyle üç kere ertelemek zorunda kaldık evliliğimizi, iki sene erteledik. Hatta en son nikâh günü almaya annemle gitmiştim, damat bey nikâh günü gelip imza versin bari de gerçek olduğunu bilelim demişti, görevli memur, alay etmişti. Gocunmadık. Yolumuza devam ettik.
Evlendik, güya çiçeği burnunda gelin derler ya, yurtdışına gemi almaya gitti, üç ay... Bahriyenin, yurtdışından gemi alıp gelen en genç subayıydı, gurur duyduk. Balayı yapamadığımıza üzülmedik, önemsemedik.
İlk senemiz dolmadan, Gölcük depremi oldu. Hatırlarsınız belki, Tüpraş yanıyordu, ha patladı ha patlayacak denirken, herkes evini boşaltıp kaçarken... Komutanı olduğu söndürme gemisiyle alevlerin yanı başındaydı. Yapılacak bir şey kalmadı galiba havaya uçacak dendiğinde, bir arkadaşımız aracılığıyla kimlik kartını, banka kartlarını ve bir de küçücük seni seviyorum notu göndermişti bana.
Çok şükür atlattık. İlk üç senemizi mecburen ayrı şehirlerde çalışarak geçirdik ama, ayrılıklardan yorulmuştuk. Çok iyi gelirli işimden istifa ettim, eşimin yanına Karamürsel’e gittim. Binaları yerle bir olmuş, çadırda yaşayan bölgede, proje mimarı olarak iş bulmak hiç de kolay değildi. Otuz yaşımda neredeyse sıfırdan, asgari ücretle başladım. Olsun. Nihayet beraberdik. Mutluyduk.
Tek başıma katılmak zorunda kaldığım düğünleri, cenazeleri saymıyorum bile... Ağır trafik kazası geçirip yaralandığımda, Bosna’daydı. Arkadaşlarımız koştu. Beklemeyi, sabretmeyi öğrendik.
Seneler akıp geçti, tayini Ankara’ya çıktı, ancak, denizdeki ayrılıklar karada da yakamızı bırakmadı, yeni görevinde her ay en az on beş gün şehir dışındaydı. Benim için ise, yeniden, sıfırdan başlama vaktiydi. Oraya başvur, buraya başvur, tayinler sebebiyle hiç kimse subay eşine iş vermek istemiyordu. Yılmadık. Yolumuza devam ettik.
Kanser olduğumu öğrendiğimde, yine çok yoğun, gecesi-gündüzü olmayan bir görevdeydi. Ameliyat üstüne ameliyat, bir seneden uzun tedavi faslı, dert etmedik, sarıldık.
Bu da geçer dedik.
*
İşte böyle, kendi halimizde yaşam mücadelesi verirken, 2011 senesinde zaman dondu adeta... Canımın yarısını adalet maskesi altında esir ettiler, o tarihten beri tutukluyuz hâlâ.
*
Balyoz davasında eşimin adını ilk öğrendiğimde hissettiklerim, kanser olduğumu öğrendiğim anda hissettiklerimle aynıydı. Birdenbire, tüm hayatımıza kasteden, ne kadar kötü olabileceğini kestiremediğimiz, bir acayip durum! Oysa, kanserin bile matematiği vardır. Evrensel kurallar sayesinde atlatmayı başarabilirsiniz. Ancak, bu kumpas çok daha ağırdı. Kurallarını bilmediğimiz bir oyunun içinde buluverdik kendimizi.
*
Ve, rahatsızlığımın hemen akabinde, en büyük özlemimiz çocuk sahibi olmaktı. Tek şansım vardı, tüp bebek... Tedavim bile, her türlü sağlık riskini göze almamız kaydıyla, bu şansımızı yok etmeyecek şekilde planlanmıştı. Sahte dijital iftiralar, bu tek şansımı da alıp götürdü. Ne kadar üzüldüğümü tahmin edebilirsiniz... Ancak, haksız-hukuksuz esir alınmış çocuk sahibi ailelerin çektiklerini görünce, çocuğumuz olmadığı için kendimizi şanslı hissediyoruz bile diyebilirim. Sadece asker ailelerine değil, Mustafa Balbay’ın, Tuncay Özkan’ın çocuklarına yapılan insafsızlıklara dikkatinizi çekerim. Zira, yurtsever esirlere yapılan zulmün sırası, ailelerine, çocuklarına geldi.
*
İki senedir devam ediyor mücadelemiz... Canlarımızın parçası Hasdal, Maltepe, Hadımköy, Sincan, Mamak, Şirinyer, Silivri’de esir... Dışarıda, onların sesini duyurmaya, adaletsizliği anlatmaya çalışıyoruz. Bu komployu kuranların ve alet olanların, biz asker ailelerinin de tıpkı eşlerimiz gibi zorluklara bağışık, sabırlı ve mücadeleci olduğumuzu öngöremedikleri aşikâr... Kırgın ve öfkeliyim ama, yılmadım, yılmayacağım. Tek üzüntüm, halkımızın bunu şahsi bir mücadele olarak algılaması, bana bir şey olmaz mantığıyla duyarsız kalmasıdır... Halbuki bu, adalet mücadelesidir. Bugün bizim hayatımızı çalanların, yarın sizlerin ve çocuklarınızın hayatını çalmaması için verilen mücadeledir.
Aydınlık yarınlar dilerim.
*
Vardiya Bizde var ya...
Hani her cumartesi toplanıp “sessiz çığlık” atan yürekli kadınlar.
İşte bu satırlar, onlardan birine ait.
*
“Tek üzüntüm, halkımızın duyarsız kalmasıdır” diyor... İstanbul Beşiktaş Demokrasi Anıtı önü, Ankara Sakarya Caddesi Taş Ankara Heykeli önü, İzmir Konak Milli Piyango İdaresi karşısı, Bursa Şehreküstü Meydanı, Antalya Kapalı Yol Kışlahan Oteli önü, Kocaeli Gölcük Anıtpark. Bugün saat 13’te.
Yazının Devamını Oku

Sıfır sorun

29 Mart 2013
Kaddafi, başbakanımıza ödül verdi, Kaddafi’yi linç ettiler. Mübarek, cumhurbaşkanımızla kucaklaştı, Mübarek’i kafese koydular. Suriye’yle kardeş olduk, o günden beri birbirlerini vuruyorlar. Cumhurbaşkanımız Pakistan’a gitti, Benazir Butto’yu havaya uçurdular. Başbakanımız Lübnan meclisinde konuştu, ertesi sabah Lübnan işgal edildi. Cumhurbaşkanımız Yemen’e gitti, bakanlarımızla birlikte Yemen Türküsü’nü söyleyip ağladılar, Yemen’de içsavaş çıktı. Başbakanımız İsrail başbakanıyla el sıkıştı, o gece Gazze’yi vurdular. Ürdün başbakanı Ankara’ya ayak bastı, Ürdün’e dönmeden istifa etti. Gürcistan’la yakınlaştık, başbakanımız Saakaşvili’ye sarıldı, ertesi gün, Rusya Gürcistan’a girdi. Suudi Kralı cumhurbaşkanımızla başbakanımıza madalya taktı, turp gibiydi, felç oldu, aylarca ABD’de hastanede yattı, zor düzelttiler. Afrika açılımı yaptık, ne Tunus kaldı kardeşim, ne Fildişi Sahili... El Beşir’e Çankaya Köşkü’nde yemek yedirdik, Sudan resmen ikiye bölündü. Arjantin devlet başkanı geldi, gelmeden önce seyahat harcırahı çalındı, dönünce kansere yakalandığı açıklandı. Cumhurbaşkanımız Güney Kore’ye gitti, 50 sene sonra ilk defa Kuzey Kore’den füze fırlattılar. Başbakanımız Irak’a gitti, henüz Irak’tayken meclis basıldı, bakanlar rehin alındı, 45 kişi öldü. Yunanistan başbakanı kış olimpiyatlarımıza geldi, halk ayaklanması çıktı, hükümeti düştü. 2010’u Japon Yılı ilan ettik, 2011’de tsunamiyle dümdüz oldular, nükleer santral bile patladı. Romanya başbakanı geldi, anlaşmalar imzaladı, gidince derhal istifa etti. İspanya başbakanıyla medeniyetler ittifakı kurduk, adam siyaseti bıraktı. Silvio yargılanıyor. Portekiz başbakanı cumhurbaşkanımızı karşıladı, el sıkıştı, sonra gitti, kendi cumhurbaşkanına istifasını sundu. Ukrayna’yla vizeleri kaldırdık, Ukrayna başbakanı tutuklandı. Polonya’yla irtibat kurduk, Polonya devlet başkanının uçağı çakıldı, rahmetli oldu. Başbakanımızın Kosova’ya gideceği açıklandı, Kosova sokaklarına hoş geldiniz pankartları asıldı, gitmeden 12 saat önce Kosova hükümeti düştü. Cumhurbaşkanımızın Hollanda’ya gideceği açıklandı, Hollanda prensi çığ altında kaldı, Cumhurbaşkanımız Hollanda’ya gitti, Hollanda hükümeti istifa etti, prens bir senedir bitkisel hayatta...
*

Başbakanımızın ABD’ye gideceği açıklandı, Obama beyzbol sopası çıkardı, gezi iptal oldu.

*

Cumhurbaşkanımız İsveç’e gitti, külkedisi olarak tanınan İsveç prensesi öldü, cumhurbaşkanımızı korumakla görevli İsveçli polislerden biri motoruyla kanala uçtu, o da öldü.

*

Başbakanımızın El Fetih’le Hamas arasındaki sorunları çözmek için Filistin’e gideceği açıklandı. Dün ortaya çıktı ki... Filistin yönetimi, sakın gelmesin açıklaması yapmış.
Yazının Devamını Oku

Tazminat

28 Mart 2013
İsrail basınına göre... Türkiye, 1’er milyon dolar tazminat istiyormuş, İsrail 100’er bin dolar teklif ediyormuş.

*

Yok öyle!

*

Sene 1991...
PKK, Bingöl’de yol kesti.
Amerikalı İngiliz Avustralyalı, beş arkeolog kaçırıldı. Bunlardan ikisi, Nuh’un gemisini aramak için Türkiye’ye gelen Amerikalı arkeologlar Ronald Wyatt ve Marvin Wilson’dı. 21 gün rehin tutuldular. Neticede, bir mağarada oldukları tespit edildi, operasyon yapıldı, PKK’lılar kaçtı, arkeologlar sağ salim kurtarıldı. O günkü tarihli gazetelerimiz yazmadı ama, orada iki şehit verdik.

*

Gel zaman git zaman...

Yazının Devamını Oku

Papaları olsa İzmir’i aforoz eder bunlar...

27 Mart 2013
Diyanet İşleri Başkanı, “İzmir’in farklı bir dindarlığı var, bu dindarlığın irfan geleneğine ihtiyacı var, öyle olduğu için irfan geleneğinden geçmiş birinin İzmir’e müftü olarak atanması tesadüf değil” demiş.

*

Türkçe meali...
Gavur İzmir diyememiş.
Böyle demiş.

*

Muhterem İzmirliler... Allah, fikri hür vicdanı hür irfanı hür İzmir’i, bunların irfanından korusun.
Aminnnn!

Yazının Devamını Oku