5 Ocak 2011
Bizim cumhurbaşkanı “Boeing alalım, bizi astronot yapın” demiş de... Obama da “Valla sermayesi kurtarmaz, fiş almazsanız belki” demiş filan. *
Üzülüyor insan.
*
İsmail Akbay...
Bursa Tirilyeli köy çocuğuydu. Haydarpaşa Lisesi’ni bitirip, ABD’ye gitti, Tennessee Üniversitesi’nden fizik mühendisi çıktı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’ye kaçırılan Alman roketbilimci Von Braun tarafından seçildi, NASA’daki ilk Türk oldu... 1969’da insanoğlunun Ay’a ayak basmasını sağlayan Apollo projesinde yer aldı. Apollo-Soyuz projesinin yanı sıra, uzay istasyonu
Skylab’ın motor entegrasyonunda çalıştı. Türkiye, makam arabası almaktan planöre
bile bütçe ayırmazken, tam 31 sene
NASA’da yöneticilik yaptı.
*
“Memleketim için ne yapabilirim” diye kafa yorarken, İzmirli işadamı Kaya Tuncer’le tanıştı... Kaliforniya Berkeley mezunu, Ege Serbest Bölgesi kurucusu, Ellis Adası Şeref Madalyası sahibi, Türk-Amerikan Bilim Adamları Derneği tarafından Yılın İşadamı seçilmiş, milyar dolarlık ihracat yapan, binlerce kişiye istihdam sağlayan biriydi Kaya Tuncer.
*
NASA’daki ilk Türk, aradığı Türk’ü bulmuştu... “Uzay Kampı kuralım” dedi.
*
Ve, 2000 senesinde birlikte kestiler Uzay Kampı’nın kurdelesini... Dünyada sadece beş tane var. İkisi ABD’de, biri Belçika’da, biri Kanada’da, biri Türkiye’de... Sümüklü İzmir’de!
*
Bugüne kadar, 10 bini yabancı, 95 bin çocuk eğitildi orada... 45 ülkeden; Almanya’dan, Fransa’dan, Yunanistan’dan, Rusya’dan, Arap ülkelerinden 7-16 yaş grubu öğrenciler geliyor koşa koşa.... Böyle bir kampa sahip oldukları için Türk çocuklarına gıpta ediyorlar. Burs var.
*
Adı üstünde, kamp... 5 günlük, 6 günlük yatılı programlar da var, günübirlik programlar da... 10 farklı simülatör bulunuyor, biri Discovery uzay mekiğinin bire bir kopyası, yer kontrol merkezi var, uçuş canlandırılıyor. Sıfır yerçekimi sistemi var, Ay’da yürüme hissi yaşanıyor. Mars kolonisi var, Mars’a inen Anka Kuşu’nun paletli robotu var, ben kullandım mesela... Yetişkinlere de açık çünkü... Eğitim kadrosu, Türk ve Amerikalı uzmanlar... Roket bilimi, fiziğin, kimyanın temel ilkeleri öğretiliyor, roket yapılıyor, roket fırlatılıyor. Astronomi, meteoroloji, teleskop, telsiz, radar, topraksız ortamda bitki yetiştirme gibi dersler... Müze var.
*
Astronotlar geliyor. Ders veriyor. Yaşadıklarını anlatıyor. Discovery uzay mekiğinin kaptanı Steve Lindsey... İnfilak etmeden önce Challenger uzay mekiğinin
pilotu olan John McBride... Discovery’le gidip Mir uzay istasyonunda biyolojik deneyler yaparak, Atlantis uzay mekiğiyle dönen ve uzayda en uzun süre kalan kadın unvanına sahip Shannon Lucid... Üç defa giden, dünya etrafında 10 milyon kilometre yapan Charles Walker... İnfilak etmeden önce Columbia
uzay mekiğiyle 381 saat uçan Jay Buckey... Rus kozmonot Juri Baturin.
*
Burada eğitim gören çocukların ufku genişliyor, bilime yöneliyorlar. Astronot çıkarırsak, elbette badem olmayacak,
hava kuvvetlerimizin yetenekli pilotlardan
biri olacak... Ancak, Türkiye, uzaya dair gelişme kaydederse, yazın bi kenara,
bu çocukların arasından çıkacak.
*
Ve, şimdi sıkı durun...
*
Türkiye’deki Uzay Kampı’nın sponsorlardan biri kim biliyor musunuz... Boeinggg!
*
Bizim cumhurbaşkanı, Boeing alalım,
bizi uzaya götürün diyor... Halbuki, aynı Boeing, bizim çocukları uzaya götürmek
için üste para veriyor, haberi yok!
*
E hal böyleyken, yazmadan olmaz... Amerikalılar, 1977’de insansız araç
Voyager’ı uzayın derinliklerine göndermiş, gönderirken de 55 ülkenin lisanından mesaj yüklemişti... Türkiye’nin düşüne düşüne uzaylılara gönderdiği mesaj şuydu:
“Sayın Türkçe bilen arkadaşlarımız, sabah şerifleriniz hayrolsun...”
*
Hem vallahi, hem billahi.
*
Tahminim bugün yarın cevap gelir uzaylılardan: “Sayın Türk arkadaşlarımız, uyanın da balığa gidelim!”
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2011
Sevgili babam “yeni yılın ilk bebeği”dir. Nüfus kağıdında 1 Ocak yazar. *
Halbuki, boşver 1’i, ocak bile değildir... Yaşı 60’ın üstündeki pek çok Anadolu çocuğu gibi, kazık kadar olduktan sonra, anca çıkarılmıştır nüfus kâğıdı... Sorardık babaanneme mesela, “Emmioğlundan iki güz önce doğdu” derdi. Emmioğlu ne zaman doğdu? Hala kızından üç kış sonra... Dolayısıyla, nüfus memurunun marifetidir, yalandan doğum tarihine sahiptir.
*
Ağabeyime “Yıldırım” adını koymuş, babamın patronu... Ben doğunca da “Şimşek” koymak istemiş... Dedem zaten fikrini sormuyorlar, için için dolu, “Ben torunuma at ismi koydurmam” diye isyan etmiş, neticede kafiyeli olsun bari, Yılmaz’da uzlaşmışlar. Uysa da koymuşlar, uymasa da koymuşlar yani... Pembe zıbın giydirip, “Yıldız” koymadıklarına şükrederim!
*
Ve, bu iki nedenle, “yeni yılın ilk bebekleri” ve “isim”leriyle pek ilgilenirim.
*
2011’in İstanbul’daki ilk bebeği, Beyzanur... Ankara’da Bedir, Bursa’da Muhammed, Nevşehir’de Yemen, Eskişehir, Balıkesir ve Manisa’da Enes, Trabzon’da Hüsna, Adana’da Cuma, Aydın’da İkranur, Kars’ta Amine, Erzurum’da Yüsra...
Malatya’da Recep Tayyip.
*
Allah analı babalı büyütsün.
*
1940’la 60 arası, Mehmet, Mustafa, Ali, Ayşe, Fatma, Hatice gibi, İslami görünmekle beraber, aslında, dedelerin ninelerin isimleri verilirdi çocuklara... Yeni ve farklı isimler aranmaz, kalpleri kırılmasın, gönülleri olsun diye, büyükler yaşatılırdı torunlarda.
*
70’lerde, özellikle kızlarda, köyden kente göçün, popüler kültürün, acı vatan’ın izleri görülmeye başlandı... Türkan Şoray’ın Türkan’ı, Hülya Koçyiğit’in Hülya’sı, Filiz Akın’ın Filiz’i, gurbet hasretinin Özlem’i, Ümit’i, Dilek’i, Kader’i yazıldı bebelerin nüfüs kâğıtlarına.
*
80’lerde çoğunluk tablosu değişmedi ama, darbeyle birlikte Deniz Gezmiş’in Deniz’inde patlama oldu adeta, Eylem, Özgür, Devrim, Turan, Alp, Asena, Ülkü, Tolga, Kaan, Aybüke, Uygar, Ulaş, Barış, Mücahit gibi, o güne kadar tercih edilmeyen ideolojik tınılar arttı.
*
90’larda can modası başladı.
Gelenek ile modern buluştu, dedelere ilaveler yapıldı, Kemalcan, Mehmetcan, Alican, Mithatcan gibi... Kızlara ise, resmen nur yağdı, ninelere ilaveler yapıldı, Ayşenur, Fatmanur, Yurdanur... (Onur’larla çok kafa yaptık bu sayede!)
*
Milenyumla beraber, erkeklerde tek tük de olsa, Ensar, Yasin, Enes, Bilal, Furkan başladı. Kızlarda ise, dini ağırlık, Rabia, Merve, Sümeyye, Şeyma, Medine, Kübra hayli sıklaştı.
*
Ve, 2011’in ilkleri...
Beyzanur, Bedir, Muhammed, Yemen, Enes, Hüsna, Cuma, İkranur, Amine, Yüsra, Recep Tayyip... İstanbul’dan Adana’ya isim haritası komple değişmiş.
*
İki şehir hariç...
İzmir ve Diyarbakır.
*
Enteresan şekilde...
İzmir ve Diyarbakır’da dünyaya gelen ilk bebişlere, aynı isim konuldu: Umut.
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2011
Ulucanlar müze oldu.<br><br>Deniz orada yatmıştı. Yusuf, Hüseyin...
Orada asıldılar.
Mustafa Pehlivanoğlu, Necdet Adalı, Bülent Ecevit, Muhsin Yazıcıoğlu orada yattılar. Sağdan soldan, Nâzım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek, Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Halikarnas Balıkçısı.
*
Darağacı var, orijinal.
19 can... Yağlı urgan.
*
Tecrit hücresi var.
Nasılmış acaba diye hissetmek istersen, kelepçelenip içeri tıkılıyorsun, drann diye örtüyorlar demir kapıyı, bir saat kalıyorsun... Anlıyorsun saat denilen kavramın seneden uzun olduğunu.
*
Ki, o tecrit hücresinden çıkınca... “Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar, ve ben, ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak, bu kadar mavi, bu kadar geniş olduğuna şaşarak, kımıldamadan durdum, sonra saygıyla toprağa oturdum, dayadım sırtımı duvara, bu anda ne düşmek dalgalara, ne baş aşağı, ne baş yukarı, bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım... Toprak, güneş ve ben, bahtiyarım” demiş Nâzım... Anlamaya çalışıyorsun.
*
Kulaklık var.
Takıyorsun...
Beynine saplanmış tornavidayı kanırtırcasına, işkence dinliyorsun.
*
Kişisel eşyalar var.
Muhsin Yazıcıoğlu’nun seccadesi, Bülent Ecevit’in kasketi, Hüseyin İnan’ın idamdan sonra jiletle kesilip çıkarılan fanilası, Deniz Gezmiş’in cigarası.
*
Son mektuplar, ranzada.
Karalamalar duvarlarda.
*
“Bir gün gelecek hiç bitmeyecek, bir gün gelecek sana kavuşacağım... Ağlamayı bil, gülmeyi unutma, cezaevini sev demiyorum ama, bu kötü yataklarını asla unutma... Zincir soğuk, zindan yaş, belki biraz üşürüz, hele başım zindandan çıksın, görüşürüz” diyen satırlar.
*
Ve, bi şey daha var...
4’üncü koğuşun duvarında.
*
Poster.
*
“Nedir o poster”e geleceğiz elbette ama, 4’üncü koğuş deyip geçmemek lazım... Utanç Müzesi’nin simgesi,
4’üncü koğuş... Aslında 80 kişi kapasiteli ama, 200 kişiyi tıkmışlar oraya hep, alt alta üst üste, ranzaları bitiştirip, ayaklı-başlı yatmak zorunda kalmışlar, hatta zaman zaman yer kalmadığı için, mecburen nöbetleşe uyumuşlar.
*
Sık sık yer değiştirmeler yapılmış, genellikle sol görüşlüleri tıkmışlar 4’üncü koğuşa... Deniz onlardan biri... Başarısız firar için kazılan tünellerden biri de, 4’üncü koğuşta... Ve, ölüm orucuna yattıkları için tutukluların diri diri yakıldığı, vurulduğu, öldürüldüğü sözde “hayata dönüş” operasyonunun başladığı koğuş o... İlk kurşunu oraya sıktılar.
*
İşte o koğuşun... İdeolojilerden, yasadışı örgütlerden ibaret sanılan o 4’üncü koğuşun duvarında bi poster var.
*
Fenerbahçe posteri!
*
1988-1989 sezonunda şampiyon olan Fenerbahçe’nin posteri... Schumacher, Oğuz Çetin, Şenol, Hasan Vezir, Turhan Sofuoğlu, Nezihi Tosuncuk, Müjdat Yetkiner, Hakan Tecimer, İsmail Kartal, Aykut Kocaman, Rıdvan Dilmen.
*
Kime ait, kim yapıştırmış o posteri oraya, bilinmiyor. Cezaevi boşaltıldıktan sonra yapılan temizlik sırasında 4’üncü koğuşun duvarında bulunmuş...
Ve, müzeye dahil edilmiş.
*
Belli ki, müebbete mahkûm Alcatraz Kuşçusu’nu hayata bağlayan kanarya gibi... Kanarya posteriyle hayata tutunmuş 4’üncü koğuştan biri.
*
Ve “memlekete zararlı” diye zulmedilen insanların “milli” futbolcularla gurur duyduğunu... Tecrit atmosferinde işkence sırası beklerken, sıradan bizler gibi “Derbi nasıl biter?” diye sohbet ettiklerini, Galatasaraylı, Beşiktaşlı diye birbirlerine takıldıklarını düşünüyorum...
*
Yüreğime kıymık batıyor.
*
Bana sorarsanız, oradaki “insan”a dair en önemli kişisel eşya, o...
Çünkü, mevzu ne olursa olsun, taraftarı ol-olma, tüm fikirlerin, sıradan insan evlatlarına ait olduğunu hatırlatıyor.
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2011
1 Ocak 1958, AB kuruldu. 1959, Türkiye başvurdu.
1960
1961
1962
1963
1964
1965
1966
1967
1968
1969
1970
1971
1972
1973
1974
1975
1976
1977
1978
1979
1980
1981
1982
1983
1984
1985
1986
1987
1988
1989
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
2010
1 Ocak 2011...
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2010
“Hiçbir yere giden oyuncak tren”in çocuk yolcularıyız aslında biz... Biletimizin elbet biteceğini, tamam artık “in” deneceğini düşünmek istemeyen... Ömür menzilimiz her yılbaşı turunda viraj viraj tükenirken, sanki yeni başlıyormuş duygusuna kapılan çocuklar.
Odama geldim mesela...
Pembe antoryumlar
Sarı lilyumlar
Kırmızı gerberalar
Beyaz lisyastüsler
Zarif bi vazo içinde.
Ruhumuzda yeni yıl tomurcuklarının açtığı şu son günde... Biteni değil, başlayanı müjdeleyen, hayata dair umutlarımızı yeşerten, çocuk gibi mutlu eden, rengârenk bir hediye.
Not iliştirilmiş haliyle:
“Yeni yılınızı en içten
dileklerimle kutlarım.”
Ve, gönderenin imzası tabii.
Kimdenmiş derseniz...
Değerli hocam Emre Kongar’ın kaleminden okumuştum, hafızama mıh gibi çakılan, benzer bir hatıranın öyküsünü... Kardeşin kardeşi gırtlakladığı 70’li yılların sonu, gene böyle bi yılbaşı günü, gece yarısına yarım saat var. Hacettepe’de hasta ziyaretinden hızlı adımlarla çıkıp, aile arasındaki ev yemeğine katılmak üzere, telaşla hastanenin kapısına koşarken, arkadaşıyla karşılaşır. Elinde rengârenk hediye kutuları vardır, arkadaşının... “Hayrola?” der. Arkadaşı gülümser: “Ameliyat ettiğim hastalarıma ve nöbetçi arkadaşlara getirdim, yılbaşını onlarla birlikte kutlayacağım.”
Emre Kongar’ın gözleri yaşararak kucakladığı o arkadaşı, Profesör Mehmet Haberal’dır.
Hapis tutulduğu hastane odasından, bana bu zarif yılbaşı çiçeğini gönderen profesör yani.
Dışardayken içeriye güzellik götüren... İçerdeyken dışarıya güzellik gönderen yürek.
En karamsar olunması gereken anı, adeta kırmızı karanfil gibi yakasına takan adam.
Evet, elbette dertlerimizi kederlerimizi unutup, yeni yılı kutlayacağız gene, yapmacık eğlencelerle... Ancak, merak etmeden edemiyor zihin... Hayatını ülkesine, mesleğine ve yurttaşlarına, yani bizlere adayan Profesör Haberal için “yılbaşının adresi farksız” olduğuna göre, bireysel korkulara tutsak olan aslında kim? Minnettar olunması gereken insan içerdeyken, ruhu prangalı olan bizler dışarda mıyız sahiden?
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2010
Takunya burcu: Liboş burcu insanıyla iyi anlaşır, yakın çevresinin koyun burcundan olmasına özen gösterir, yumurta burcu insanından nefret eder, jöle burcu insanına bayılır. Andromeda galaksisinde yapılan kamuoyu yoklamalarına göre, devamlı yükselen burçtur. Değil Jüpiter’in etkisi altına girmesini filan, iki Mars bi ters bile olsalar, yükselir... Zaten “takunya uçmaz, yalaka astrolog uçurur” lafı bunlardan çıkmıştır. WikiLeaks rasathanesinin verileriyle, üç vakte kadar, takke’nin düşmesi, aslında kel burcu olduklarının ortaya çıkması bekleniyordu... Ancak, Noel Baba’nın açılım yaparak umreye gittiğine bile inanan angus burcu insanı, bahçesine düşen kömür meteoru nedeniyle akıl tutulması yaşadığı için, gene teğet geçti. Uğurlu taşı, kadevesiz pırlanta, uğurlu günü, İzmir’in ilçe yapıldığı gün.
*
Liboş burcu:
Göz kırpa kırpa, zırt oraya zırt buraya kayan yıldızlar misali, yanardöner bi yaradılışa sahiptirler. Herkes uzaydaki Zodyak takımyıldızlarına bakarken, bunların teleskopları devamlı Brüksel rasathanesine çevrilidir. Burç tutmazlar haliyle... İşlerine hangi burç geliyorsa, onun yörüngesine girerler, mesela 80’li yıllarda Evren’de dolaşırken, postal burcunu yalamışlıkları bile vardır. Uluslararası hastroloji enstitüsüne göre, bunların köken itibariyle denyo burcundan olduğu kanıtlanmıştır ama, istersen suratlarına tükür, daima pozitif yapıya sahiptirler, yarabbi şükür mizaçlıdırlar. Dolayısıyla 2011 gelmiş, 2111 gelmiş, fark yapmaz, kiminki yükselirse yükselsin, bunların kıçının göğe ereceği kesin.
*
Molotof burcu:
Yeni yıla ilk önce giren Aborijinler gibi, memlekete ilk biz girdik diye, havayi fişek fırlattılar ama, bumerangı yiyince nerden geldiğini şaşırdılar. Yılbaşı mesajını iki dilde vereceğine dair protokol imzalayan Noel Baba, sivil polis çıktı iyi mi! Kandilli Rasathanesi’nin verilerine inanan Kandil Rasathanesi, Neptün’ü Güneş sisteminden koparacağız filan derken, kendini bi anda karadelikte buldu. Uğurlu günleri, İmralı’daki ziyaret günü, uğursuz günleri, 1071.
*
Birbirini ittirip kaktırmaktan, döke saça leğeni bile dolduramayan Kova burcuyla, olan biteni kuzu kuzu seyreden Kurt burcuna girmeyeyim... Eski yıldızları kırpıp kırpıp ahaliye kakalamaya çalışan Çoban Yıldızı Sülü’den ise, hiç bahsetmeyeyim... Bunların falı fotokopi gibi, her sene aynı... Yükselmesini bekleyenlerin uğurlu taşı, sabır taşı.
*
Koyun burcu:
(Çin astrolojisine göre...)
Uyumlu mizaca sahiptir, nereye çekersen oraya gider. Yaradılış itibariyle, iki koyun güdemeyen burçları sevmez. Geçenlerde “gezegenimizde şimdiye kadar hiç görülmemiş bi yaşam formu” keşfettiğini açıkladı ya NASA... İşte bunlar, o burçtandır... Gökte ararsın, yerde bulursun! WikiLeaks nedir dersin mesela, kestane der, ilk cumhurbaşkanı kim dersin, Ahmet Gül der, kaç milletvekili var dersin, en fazla 20 der, meclis başkanının fotoğrafını gösterdik, Lefter dedi... Bildiğin tek takımyıldızı, Alex, Arda filan... E bu şartlarda burcun nasıl yükselecek birader? Bıraktık Satürn’ün teğet geçmesini, Uranüs Dünya’ya çarpsa, haberin yok. 365 gün 24 saat tutulma halindesin. Değil teleskop, Hubble’ı versek, hikâye... Dolayısıyla, mutlu yıllar dileyeceğim ama, belli ki, her sene olduğu gibi, bu sene de başına gelecekler var. İyisi mi boşver sen Noel Baba’yı... Zuhurat Baba’ya, Telli Baba’ya devam.
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2010
Vali izin vermedi.<br><br>Koşaner’in erleri koşamadı. *
Genelkurmay Başkanı Uçaner olsa, F16’lara hava sahasını kapatacaktı herhalde vali!
*
“Elbette iktidarın valisiyiz” diyen vali de var, “Utanılacak sıkılacak bi şey değil, hükümetin valisi olmaktan şeref duyarım” diyen vali de var... MHP’nin afişini indirten vali de var, “CHP’nin kapatılmaması büyük talihsizlik” diyen vali de var... Kubilay’ın anma törenine gitmeyen vali de var, tarikat şeyhini protokole oturtan vali de var... Direksiyona geçip kömür taşıyan vali de var, DİSK başkanının coplanmasına “normal” diyen vali de var... AKP milletvekili aday adayı olup, seçimi kazanamayınca
vali yapılan vali de var.
*
Bu arada...
*
“Biz bunların cemaziyeevvellerini iyi biliriz, tek partili iktidar döneminde bunların il başkanı valiydi, vali... Hatırlayın bunları”
diyen başbakan da var!
*
Diyebilirsiniz ki, “Vali hükümetin valisi olsa ne olur, olmasa ne olur, oyumu etkileyemez.”
*
Öyle mi acaba?
*
Bakın, bu valilerin sabahleyin bismillah ilk iş, okudukları bi gazete var: Resmi Gazete.
*
Hükümetimiz tarafından kaleme alınan bu Resmi Gazete’nin 19 Aralık sayısında, yani geçen hafta, sürpriz bi “makale” yayımlandı. “Taşınır Mal Yönetmeliği Genel Tebliği” başlığını taşıyor.
*
Nedir taşınır mal?
Dozer, vinç, grayder, kepçe, asfaltlama makineleri, kamyon, yükleyici, traktör, çöp kamyonu, sondaj makineleri, arazöz, itfaiye aracı, jeneratör filan... (Makyaj malzemeleri.)
*
“Taşınır Mal Yönetmeliği” ise, yukarıda adı geçen iş makinelerinin “zorunlu haller”de, bir şehirden bir başka şehre geçici olarak tahsis edilmesinin kurallarını belirliyor.
*
Nedir zorunlu haller?
Sel, deprem gibi afetler.
Seferberlik veya savaş hali.
*
Bu tür “zorunlu hal”ler söz konusu olduğunda, valiler, ellerindeki iş makinelerini derhal “zorunlu hal”in yaşandığı şehirlere gönderir... Ki, nerede ihtiyaç varsa, orada çalışsın.
*
Şimdi sıkı durun...
19 Aralık’taki Taşınır Mal Yönetmeliği’nin “zorunlu hal”lerine iki kelimelik,
küçücük bi ilave yapıldı.
*
Seçim dönemleri!
*
Yani neymiş artık?
Sel, deprem, seferberlik, savaş hali gibi “zorunlu hal”miş “seçim” dönemleri.
*
Olağanüstü hal bitmişti...
Zorunlu hal başladı demek ki.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2010
Uğur Dündar-Müjdat Gezen Televizyon Okulu’nun tanıtım toplantısı vardı dün... *
Haber, araştırma, tartışma, belgesel, basın etiği gibi konuları, Uğur Dündar, Oktay Ekşi, Can Ataklı, Nedim Şener, Haluk Şahin, Coşkun Aral anlatacak.
Bu kardeşiniz de orda.
*
Liboş bi kadro yani.
*
Skandal haberin üstünü örterek karşılığında nasıl avanta alınır, parti liderine yılışarak siyasete nasıl girilir, belediye başkanını pohpohlayarak nasıl ihale kapılır, evrakta sahtecilik yaparak harcırahlar nasıl cebe indirilir, gelene ağam gidene paşam taktikleri, komisyonlarla indiragandi yöntemleri, hiç seyredilmeyen programlarla TRT’den nasıl para cukkalanır, yüzsüzlük üzerine mimik eğitimi, namuslu insanlar sokuşturmacı gazetecilikle nasıl infaz edilir, tıraştırmacı gazetecilikle gözünün içine baka baka nasıl yalan söylenir, nasıl piyon olunur, is’piyon incelikleri, suratına gülünen genel yayın yönetmeninin arkasına nasıl dolanılır, şak diye solcu şak diye takunyalı kılığına girebilen bukalemun makyajı, nasıl dalkavuk olunur, soytarılığın faziletleri, yolsuzluk aklamanın pratik yolları, haber yapıyorum ayağıyla nasıl gizli reklam yapılır, ekonomist pozlarıyla manipülasyon sanatı, yalamaktan pütürü kalmayan dillere nasıl botoks yapılır, AB’den nasıl fon indirilir, nasıl borazan olunur, devlet büyüklerinin uçağında adab-ı muaşeret kuralları filan... Bunlar öğretilecek.
*
Kısaca...
Evrensel meslek ilkeleri.
*
Suya sabuna dokunmadan nasıl parodi yapılır, kültür mültür dümeniyle devletin imkânları nasıl hortumlanır derslerini ise, Müjdat Gezen, Mehmet Ali Erbil ve Levent Kırca verecek.
*
“Nasıl yalaka olunur?” konusunu işlerken, Bekir Coşkun, Melih Aşık, Mehmet Yılmaz ve Ruhat Mengi’yi davet etmeye niyetim var mesela, misafir öğretim üyesi olarak...
*
“Haber”i bana ayırdıkları için, hadi bi de haber vereyim sizlere: Ücret almadan hizmet vereceğimiz bu okul, şimdilik okul... Bildiğin televizyon kanalı olarak yayına başlayacak, azzz sonra!
Yazının Devamını Oku