13 Ağustos 2011
DÜN gece, ardından gelecek ağır sağanağı, doluyu haber veren ilk yağmurun ardından Cinnah Caddesi çevresindeydim. Çevre Sokak’ta (ki Üsküp Caddesi diyorlar şimdi, daha doğrusu demiyorlar hala eski adıyla anılıyor) günlerdir, hatta Farabi bağlantısı da düşünülürse haftalardır sürdü, sürüyor çalışmalar.
“Kent hali” dedim devam ettim yola...
Otomobilin penceresini de açtım.
Açtım ki, az önce yağan yağmurun kokusunu, esintisini alayım içeriye... Yaz sıcağında bir serin “an”ın temasını hissedeyim.
Ancak Bakanlıklar kavşağına inerken dayanılmaz bir koku doldu içeri.
Hani alt geçitler hep kokar, defalarca yazdık, onlarca kez haberini yaptık.
Ama dün gece en beter haliydi.
Pencereyi kapattım ama nafile...
Yolun devamındaki alt geçitlerde de sürerek, sarmıştı caddeyi koku.
Sanki ağaçların yapraklarına bile sinmişti. Her esintide ayaklanıyordu....
Daha önce şehir hayatından çekilen, yok olan kokular bağlamında örnek vermiştim...
Patrick Süskind’ın “Koku” romanının ana karakteri Jean-Baptiste
kokulara karşı son derece duyarlıdır.
Ve bedeli ne olursa olsun kokulara ulaşmaya, onları üretmeye çalışır.
Ama kendi kokusu yoktur.
Bunu ilk kez sütannesi fark eder, “Bu bebek hiç kokmuyor” der ve ekler:
“Benim çocuklarım, bir insan yavrusu nasıl kokması gerekiyorsa öyle kokar. Ama bu çocuk beni dehşetlere salıyor, çünkü bu çocuk gibi kokmuyor...”
Evet biz de şehirde yitirdik kokuları.
Hiç kokmayan güller, özsuyu kokusunu yitiren papatyalar, eskisi gibi kokmayan domatesler, elmalar, hatta ekmekler...
Ya da çiçekçide, “Bu çiçekler hiç kokmuyor, çiçek gibi kokmuyor” diyen bir Sevgililer Günü alıcısı.
Yağmur yağdığında Bahçelievler’i, Emek’i saran ıhlamur, iğde ağaçlarının kokusu da yok artık.
Ama Ankara’da yaşamımıza eklenen kalıcı, ağır kokular var.
Bu ne bireysel bir izlenim, ne de hassas bir burnun geçici algısı....
O kokuyu da anlatır Süskind romanında... 18. Yüzyıl Paris’ini aktarırken, “caddelerin gübre, avluların sidik koktuğunu” yazar.
Bir yanda yiten kokular...
Diğer yanda, kabahati her seferinde başka bir nedene; Ankara Çayı’na, yanlış bağlantılı alt geçitlere, kanalizasyon sistemine, rögar bakımsızlığına
bağlanarak kente eklenen kokular.
Bir Başkent’in böylesine koktuğunu yazmaktan, esef duyuyorum.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2011
Tarım Bakanlığı’nın yapacağı yeni bir düzenlemeyle barınaklardaki hayvanların uyutulacağı konuşuluyor. Hayvanın belli kriterlere uymadığı durumlarda ‘ötanazi’ yolunu açan bu yasa bizde çıkarsa yandık demektir. Belediyeler kıyma makinesi kullanır gibi itlaf yapıyor Bir süredir internette ve kulaktan kulağa bir iddia dolaşıyor. Özetle, yeni çıkacak bir yasayla barınaklardaki hayvanlar uyutulacak, deniyor. Gerekçesiyse AB Uyum Yasaları kapsamında sokak hayvanı probleminin ortadan kaldırılması.
Bu uygulama dünyada bazı ülkelerde yapılmıyor mu? Yapılıyor. Ama çok net belirlenmiş bazı şartlar yerine getirilmeyince. Kabaca bir özet verecek olursam; ABD’de eyaletten eyalete değişen kriterler var. Bazılarında barınağa gelmesinden itibaren 30 gün içinde sahiplenilmezse, bazılarında 120 güne kadar, diyor. Avrupa’da da benzer örnekler var. İyileşemeyecek, yaşam kalitesini düşüren hastalığı varsa ya da tedaviyle geçirilemeyen saldırganlığı varsa gibi...
Ama gelin görün ki, bu uygulama oradaki son çare. Barınağa gelen, Türkiye’ye kıyasla çok az sayıdaki hayvan önce bir güzel yıkanıyor paklanıyor, hastalığı varsa tedavi ediliyor ve sonra sahiplendirilmeye çalışılıyor. Ama gerçekten çalışılıyor. Mesela barınaklar sahiplenme günleri ve haftaları düzenliyor. Bunu ciddi kampanyalarla yapıyorlar. Sonuçlar genelde terk edilmiş hayvanların lehine oluyor. Sahip bulamayanlarsa son derece insanca uyutuluyor. Hayvana sevgi, şefkat verilerek, adam gibi davranılarak, gururunu kaybettirmeden yapılıyor bu uygulama.
Kulağa çok gaddar geliyor belki. Ben mesela, bir dostumun da dediği gibi, hasta hayvanımı bile uyutamam. Ama ben ne kadar duygularıma yenik düşersem düşeyim, mantıklı insanlar, ehil yönetimler tarafından insanca yürütüldüğü durumları kabul etmem gerek.
YAŞAM HAKLARI ALINMASIN
Bizdeki konuya gelirsek... Tarım Bakanlığı’nın yapacağı yeni bir düzenlemeyle bu uyutmaların yolunu açacağı konuşuluyor. Veterinerlik Hizmetleri ve Yem Kanunu’na eklenecek bir madde olacağı söyleniyor.
Doğru mu, diye Tarım Bakanlığı’nı aradım. Basın Müşavirliği’nden web sitesi üzerinden veya elektronik postayla başvurmam söylendi. Cevabı en az bir hafta içinde alacağımı belirttiler. Bu süre bana çok uzun, zaten ne cevap geleceği belli değil. Bunun üzerine HAYTAP Yönetim Kurulu Başkanı, Avukat Ahmet Kemal Şenpolat’ı aradım.
Yukarıdaki bilgileri kısmen doğruladı, taslak halde olduğunu duyduklarını anlattı. Yasanın 22 Temmuz’da çıkacağı söyleniyor, ama o tarihte Meclis’in kapalı olduğunu, dolayısıyla çıksa da daha geç bir tarihte olabileceğini ima etti.
Bizdeki sorun malum. Belediyeler kıyma makinesi kullanır gibi itlaf yapıyor. Olmadık yöntemlerle, hayvanlara işkence ederek. Yaptıkları sözüm ona kısırlaştırma ameliyatları bile Dr. Mengele’nin elinden çıkmış gibi. Ahmet Bey en güzelini söyledi; “Bizim Veteriner İşleri Müdürlüğü hayvanlardan nefret ediyor, ismini bile duymak istemiyorlar” dedi. Haklı.
Hayvanın belli kriterlere uymadığı durumlarda ‘ötanazi’ yolunu açan bu yasa bizde çıkarsa yandık demektir. Sahipli sahipsiz ayırt etmeden itlaflar başlayacak.
PEKİ NE YAPMALI
Bu işleri düzene koymak için yapılması gereken belli. Ben de yazıyorum yüzüncü keredir, 5199 sayılı Kanun da söylüyor: Yerel yönetimlerin sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapması gerek. Yapsınlar ki, konuyu dünya çapında bilenler, uzmanlar, aklıselim sahibi hayvan hakları savunucuları girsin devreye. Yapsınlar ki, hayvanların yaşam hakkı ellerinden alınmasın, bu dünyada geçirdikleri zaten az yılları işkenceye dönmesin.
Tarım Bakanlığı’na adresi de veriyorum: HAYTAP’la birlikte çalışın. 20 tane dernek barındırıyorlar bünyelerinde, 80’e yakın temsilcileri var. Ahmet Bey’in kontakları sizde vardır. Yoksa benden de alabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2011
Kargalar kedilerin, kediler de kargaların yavrularını kapıp duruyor. Bunlar vahşi hayatın gereği olabilir ama birebir yaşadığımda isyan ediyorum Sabah 06.00 gibi, yavru kedi ciyaklamasıyla uyandım. Sevgilime, “Kalk kalk bir şey oluyor” dedim. Yatak odamızın penceresinden baktım ki, bir karga daha yeni doğmuş bir kediyi annesinden çalmış, gagalıyor. Balkona fırladım, karganın üzerine üzerine koşup zar zor kaçırdım. Gitmiyor çünkü, kararlı yani onu orada parçalamaya!
Kedi o kadar küçüktü ki! Büyük bir hasar yoktu, erken davranmışım. Hemen bir ayakkabı kutusu buldum, termofora sıcak su doldurup kediyi havluya sarıp koydum ki, dışarıdan bir ciyaklama daha geldi. Adi karga bu sefer de başka bir yavruyla balkonumuzdaki tentenin üzerinde boğuşuyordu. Kandan bayılacak gibi oldum. Karga gitti, kafes şeklindeki balkon parmaklığına tırmanıp yavruyu oradan aldım. Sevgilim yardım etmese beceremezdim, öyle tehlikeli bir yerdeydi.
Onun durumu pek iyi değildi. Bayağı cılızdı da. Gaga darbeleri gözüne gelmemiş ama ağzı burnu kan içindeydi, hırıltılı nefes alıyordu. Hadi ona da aynı operasyon, bir de serum fizyolojikle ağız yüz temizleme. Saat 08.00’i zor ettim, veterinerin kapısına dikildim. Yavruları teslim ettim. İkinci yavru maalesef o günü çıkaramadı. Ciğerlerinde de sorun varmış, büyük ihtimalle de doğumdan. Daha tombul olansa çok minik olduğu ve biberon emmede isteksiz kaldığı için birkaç gün sonra gitti. Bu arada paranoyak anneliğin iyi bir örneğini sergiledim. Kargaların kinci ve akıllı olduğunu bildiğim için herhalde. “Ya balkonda oynayan küçük kızıma zarar verirse” diye düşündüm durdum. Bakıcıyı sıkı sıkı tembihledim.
O gün Twitter’a yazdım yaşadığımı. Bir takipçim de, bütün gece karga yavrularını çalan bir kediyle uğraştığını yazdı. Kargalar ve kediler arasındaki amansız savaş herhalde binyıllardır sürüyor. Tamam, doğal seleksiyon falan... Gayet iyi biliyorum. Ama birebir yaşadığım zaman isyan ediyorum.
Kargalarla kedilere bir çağrı mı yapsak: Arkadaşlar, hayatınız zor ama koca şehirde iyi kötü yemek buluyorsunuz. Hadi biraz medeni olun, birbirinizi yemeyin, desek. Oooldu!
Susuzluktan kurumasınlar
Mamasepeti.com’un barınaklara yardım projesinden bahsetmiştim. Zaman dar, ulaşılması gereken hedef yüksekti. Hayvanseverler firmayla görüşüp sürenin uzatılmasını ve kotanın aşağı çekilmesini başardılar. Destek olmak isterseniz 1 Temmuz’a kadar vaktiniz var.
Buyrun canı gönülden desteklediğim bir kampanya daha: ‘Bir Kap Yemek, Bir Kap Su’. Haytap ve Goody’nin ortak mesajı aslında yıllardır hayvanseverlerin zaten yaptığı, her fırsatta hatırlattığımız malum konu. Yazın sokakta yaşayan hayvanlar yiyecek ve su bulamıyor. Çöpten buldukları yemekler bozulmuş oluyor, aç kalıyorlar. Özellikle su, o kadar önemli ki!
Bu sene kapınızın önüne bir kap mama, bir kap su koyun diyorlar. Çok sempatik bir afiş de tasarlamışlar. Ben artırıyorum: Suyu ve mamayı sık sık yenileyin. Hatta mümkünse soğuk su, kolay bozulmayan kuru mama koyun. Bir de Goody sadece çağrı yapmayıp, sokak hayvanlarını besleyenlere mamaları ücretsiz veya indirimli verse daha iyi olurdu ama...
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2011
Bu sosyal paylaşım sitelerinde de nasıl Facebook’ta kişisel bilgilerinizi girip arkadaşlık teklif ediyorsanız, köpekleriniz için de aynısını yapıyorsunuz. İsmini gir, özelliklerini yaz, fotoğrafı yükle, köpeği olduğunu bildiğin arkadaşlarını davet et. Kendilerini değil tabii, köpeklerini!
Bundan dört sene önce Efe’yi çiftleştirmek için dişi Beagle aradığımız günlerde sosyal hayatın nimetleri hayvanlara kadar genişlememişti henüz. Yahoo grupları vardı en fazla. Onlara da üyeydim ama Efe’ye kız isteme şekillerimiz gayet klasik yollarla da devam ediyordu. Kırtasiyeden aldığım 50x70 santim boyunda kırmızı kartonun üzerine Efoş’un en yakışıklı fotoğraflarını yapıştırıp, huyunu suyunu anlatan cici bir metinle talip olduğumuz kızın sahibine yolluyorduk. Kırmızı mektuplar repütasyon kazandırmada çok işe yaramıştı ama Efe, ilk sevgilisi çocuklarının annesi Reggae’yi bir Yahoo Grup’tan buldu.
Zamane köpekleri anne-babaları gibi değil, şanslılar. Teknolojinin bütün nimetlerinden faydalanıyorlar. İlk olarak Facebook’un Dogbook uygulaması çıktı mesela. Hem de kaç yıl önce. Şimdi de onun türevi olan Dogface girdi hayatımıza. (www.thedogface.com)
Sosyal paylaşım sitelerinde nasıl Facebook’ta kişisel bilgilerinizi girip arkadaşlık teklif ediyorsanız, köpekleriniz için de aynısını yapıyorsunuz. İsmini gir, özelliklerini yaz, fotoğrafı yükle, köpeği olduğunu bildiğin arkadaşlarını davet et.
Facebook’un Dogbook uygulamasına ilk üye olanlardanım herhalde. Yakın arkadaş çevremdeki tüm köpekliler de kullanıyordu. Ben hiç çiftleştirme amaçlı kullanmadım, çünkü Facebook sadece listene kabul ettiğin arkadaşlara özeldi ki, zaten etrafımda kimin Beagle’ı var kimin yok gayet iyi biliyordum.
SAHİPLERİNİN İLİŞKİ DURUMU NİYE SORULUYOR
Dogface ise anladığım kadarıyla köpek sahiplerini tanıştırmak ve kaynaştırmak için kurulmuş. Anladığım kadarıyla diyorum çünkü kayıt olurken doldurulması gereken iki kutu böyle düşündürdü. 1) Köpeğinizin veya aradığınız köpeğin cinsiyeti 2) Kendi cinsiyetim ve ilişki durumum.
Tamam, Facebook’ta beyan edelim ilişki durumumuzu ama Dogface bunu neden istiyor ki?
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2011
Şehirlilere, Büyükadalılara, yayalara, sürücülere, kedilere, köpeklere ve sahiplerine yaz başı tavsiyelerim var
* Malum mevsim geldi. Yavru kediler, köpekler sokaklarda çöp tenekelerinin ardından, bahçe kapılarının altından, kuyru köşelere yerleştirilmiş kolilerden boy vermeye başladı. Hepsi çok tatlı. Karşıma çıkan her yavru kedi için, eve götüreyim, düşüncesi geçiyor aklımdan. İşin bir de Büyükada tarafı var ki, bilen bilir, Adalar’ın kedileri güzellikleriyle meşhurdur.
Ama madalyonun iki tarafını da gören biri olarak, bu hayvanların hayatlarının devamının kendileri kadar güzel olmayacağını biliyorum. Kaçı sokaklarda telef olacak, arabalar ezecek, çocuklar, hayvan sevmeyen kötü insanlar tarafından hırpalanacak...
Sizden iki ricam var.
Lütfen sokağınızda yavrulayan bir kedi varsa, yavruların sütten kesilmesini bekledikten sonra o kediyi alın ve kısırlaştırın. Farz edin ki, bir çocuğun okumasına yardım ediyorsunuz. Ne kadar para tutar ki?
İkinci ricamsa otomobil ve motosiklet kullananlara.
Lütfen bu aylarda özellikle sokaklarda çok dikkatli olun. Otoparkçıların sıklıkla motosikletle dolaştığı sokaklarda çok sayıda kedi eziliyor mesela. TEM, E5 gibi yerlerde araba kullananlar da dikkat etmeli. Birkaç haftadır yol kenarında ya da şeridin ortasında gördüğüm ölü hayvan sayısı o kadar çok arttı ki! Her sabah korku filmi izler gibi gidiyorum işe.
* Bahar deyince, aklıma başka bir şey daha geldi. Köpeklerde ve diğer bazı memelilerde rastlanabilen Lyme hastalığı için bahar aylarında aşılama yapmak gerekiyor. Lyme, adı çok sık duyulan bir hastalık değil ama tehlikeli olabiliyor. Kenelerin ısırdığı köpekten ender de olsa insana da bulaşabiliyor üstelik. Hastalığı taşıyan kenelerin ısırdığı köpekte görülen Lyme, bakteriyel hastalıklar arasında sayılıyor, lenf bezlerine yerleşiyor. Köpeklerde çoğunlukla öldürücü değil ama hayat kalitesini etkileyen bir hastalık olduğu için dikkat etmek gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2011
Efe’ye geçen haftaki muayenede koyulan son teşhis, eklemde sıvı azalmasıydı. Ağrı kesici tedavisine başladık ama pek etki etmedi, bizimki aksak Timur gibi dolaşmaya devam etti ve ayak maceraları bitmedi Bir akşam yürüyüş sonrası ayakları yıkanırken bileğine dokunduğumuzda ağlayınca, sorunun diz ekleminde değil, bilekte olduğunu düşündük.
Yarın yine veterinere gidelim bari derken, “iyi olacak hastanın ayağına doktor gelir” misali, geçen haftaki yazıyı okuyan hekim Hakan Ruhbaş aradı. Ertesi gün bizim oraya gelecekmiş, alıp bakarım deyince Efoş’a yol gözüktü, istikamet Bakırköy, PetPark.
Sabah evden çıkarken ufak ufak topallıyordu ama nispeten mutluydu. Eve döndüğünde ise büyük bir utanç kaplamıştı ruhunu.
Muayenede geçen hafta çekilen röntgenler tekrar incelendi, elle muayene yapıldı ve yeni teşhis kondu: Doku/bağ gevşemesi.
Duyduğumda, aklıma ilk gelen düşünceye büyük bir kahkaha eşlik etti. Çünkü yakın zamanda doğum yapmış bir kadın olarak doku/bağ gevşemesini sadece hamilelikle ilişkilendirebiliyorum. Hamileliğin son aylarında vücuttaki eklemler ve bağlar, doğumu kolaylaştırmak için esniyor. Bilek burkulmaları, eklem ağrıları falan oluyor. “Ne o, hamile miymiş bizimki” deyiverdim. Değilmiş tabii.
Ya koltuktan, yataktan atlarken bileğini burkmuş ya da sokakta gezerken boşa basmış ve bileği dönmüş. Nasıl olduğu bilinmese de, durum ortada.
Zavallı Efoş’u utandıran, burkuk bileği değil ama. Sol ön bacağı, omzuna kadar sarılı. Hem de mosmor bir bandajla! Bir hafta böyle kalacak. Mor bandajın komikliği bir yana, tahta bacaklı gibi duruyor oğluşum. Omzundan tırnağına kadar hiçbir girintisi çıkıntısı olmayan, mor bir tahta bacak! Bence çok sempatik gözüküyor ama o hiç mutlu değil. Utandığı o kadar belli ki. Kafası hafif eğik, gözlerini kaçırarak bakıyor bize.
Bacağını bükemediği için çok zorlanıyor aslında. Koltuğa ve yatağa çıkamıyor. Yattığı yerde rahat eşelenemiyor. Yardımla yatağa çıktığında ise hayatı daha da zorlaşıyor çünkü yorganın kıvrımları bükemediği ayağına takılıyor. En üzücüsü de merdiven çıkarken. Bugün sevgilim yardım etti resmen basamakları tırmanmasına.
Efoş’un iyileşeceği umudu içimizi rahatlatıyor ama öte yandan çifter çifter veteriner ziyaretleri bizi insani olarak zor durumda bırakıyor. Sanki bir veterinere güvenmiyormuşuz gibi oluyor. Tabii ki öyle değil. Efe’nin muayene masasına çıktığı tüm doktorlara güvenimiz tam. Ama iyileşmedikçe alternatif arıyor duruyor, karışınıza çıkan önerilere kapalı olmuyorsunuz.
Amaaan, alt tarafı bir köpek işte diyenler için yazıyorum bu kısmı: Bunu bir de insan üzerinden düşünün. Çocuğunuz, sevdiğiniz hasta ve iyileşmiyor. Bütün yollar müstahak değil midir?
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2011
Üç hafta falan önceydi. Sabaha karşı beşe doğru “yeteeeeer” diye yataktan fırladım. Önce Muşka’yı, sonra da Efe’yi kovaladım yataktan. Neden? Çünkü abarttılar! Son birkaç aydır yatakta sürgünde gibiyim. Yatağın kenarına sıkışmış, yorganım çekilmiş, nefes alacak yerim yok.
Efe’cim sağolsun, bir süre önce yataktaki yerini değiştirmeye karar verdi. Eskiden en abarttığında aramızda yatardı. Daha ilerisi olmaz herhalde derdim. Olurmuş! Yeni yeri, bacaklarımın üstü. Arası değil, yanı değil, üstü. Yukarıdan bakılsa, ayak kısmımda bir haç var gibi duruyoruz. Sırf Efe’yle kalsa iyi... Bir de Muşka efendi var. Efe nerede, o orada ya... O da bacaklarımın üstünde. Hatta bazen sırtımda yatmaya başlamıştı. Dönemiyorum, nefes alamıyorum derken, o gece çıldırdım.
Efe’yi kaldırmaya gücüm yetmediği için onu lafla indirdim, Muşka’yı ise kucaklayıp çalışma odasındaki koltuğa götürdüm. “Artık burada yatacaksın sen” dedim.
Birkaç gün sonra Efe ayakucuna geri döndü ama Muşka bana küstü. Akşamları, gündüzleri aramız gayet iyi de, yatakta bana karşı pek mesafeli. Daha çok benim yatakta olmadığım saatleri tercih ediyor yatak keyfi için! Sabah kalkıyorum, hop yerime zıplayıp sevgilimin koynuna kıvrılıyor.
Buyursun. Benim için sorun yok.
EFE ’YE NAZAR DEĞDİ
2011 Efe için sağlık sorunlarıyla dolu bir yıl olmaya devam ediyor. Ağızda kistler, ayakta faili meçhul yara derken şimdi bir de topallama çıktı. Sol ön ayağı topallıyor. Veterinere gitti, röntgenler çekildi, sinir sıkışması mı var diye boynu, her yeri kontrol edildi. Hiçbir şey yok. Ama herif topallıyor. Bakalım bu sefer neyle karşı karşıyayız. Oğluma ya nazar değdi ya da biri vodoo yapıyor!
Kafeste Bir Topik
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2011
Kahve zincirlerinden biri kedileri uzak tutmak için bahçe duvarına jilet döşeyince kızılca kıyamet koptu. Neyse ki sonunda bu yanlıştan dönüldü İstanbul dünyada nesiyle tanınır? Bir sürü özelliğinin yanında, sokak kedileriyle. Sarmanlarmız, tekirlerimiz dünyanın her yerinden gelen turistlerin fotoğraflarını süsler. Peki biz n’aparız? Onları iter kakar, döver, öldürür, tecrit ederiz...
Bir örneğini de bu hafta yaşadık. Sosyal medya sayesinde bir anda büyüyen bir konu, firmanın cevabıyla sakinledi ama durum yine de hiç hoş değil. Ne mi oldu?
Birkaç gün evvel İngiltere’de yaşayan bir arkadaşım Facebook’tan bir mesaj atarak, Nişantaşı’ndaki bir kahve zincirinin bahçesiyle ilgili bir durumu araştırmamı rica etti. Arka tarafta bahçesi de olan kahve zinciri duvarlarına jilet döşemiş. Neden? Sokak kedileri bahçeye girip müşterileri rahatsız ediyor diye! Burada yazamayacağım küfürleri ederek mesajı Facebook profilime kopyaladım, sonra gazetenin yazı işlerini bilgilendirmeye hazırlanırken telefonum çaldı.
Arayan arkadaşım, sözkonusu firmayla iş bağlantısı olduğunu, bu mesajı onlarla paylaştığını ve bana bir cevap yollamak istediklerini söyledi. Birkaç saat geçmeden yazı geldi hakikaten.
DİKENLİ TEL DAHA MI İYİ
Duvarlarda jilet değil ama dikenli tel varmış. Şaka gibi ama gerçek. Sosyal medyada gelişen bu duyarlılığı görünce sökme kararı almışlar. Kahvenin yetkilisi, yaptıklarının yanlış olduğunu kabul ederken, bir yandan da kendilerini savunma ihtiyacı duyuyordu ki, neden yaptıklarını uzun uzun anlatmış.
Aslında ben de biliyorum neden olduğunu. Çünkü kediden korkan var, rahatsız olan var, terbiyesizlik yapan var. Biliyorum ama firmaların bu konularda bir duruşu olması gerektiğini de düşünüyorum. Mesela Bağdat Caddesi’ndeki Starbucks’lardan birinin bahçesinde kediler masanın üstünde oturuyor, kimse de rahatsız olmuyor. Firma hayvan dostu olursa, müşterisi de olur. Orası sokak be kardeşim! Kediden korkuyorsan, hoşlanmıyorsan git içeride otur. Zaten zavallı hayvanlar sokakta yaşıyor, oradan da kovmayın!
Kahve zincirine bu saçmalığı uygulatan çalışanları hakkında da bir şeyler yapıp yapmadıklarını sormadım. Bana düşmez. Ama eminim soranlar olmuştur, olacaktır! Bu arada yeni duyduğum bir şeyi de ekleyeyim, tam olsun: Kahve çalışanlarından biri kedilerin toplanıp barınağa verileceğini söylemiş. Buyrun buradan yakın!
Yazının Devamını Oku