Yasemin Boran

Yasemince

21 Ağustos 1997
Dünyayı katleden yaratıklarYangın nihayet söndü. Sevinsek mi, üzülsek mi bilemiyorum. Tabii ki, söndüğüne seviniyorum. Yoksa, daha günlerce yanmaya devam etseydi, ne olurdu? Herhalde Marmaris diye birşey kalmazdı. Zümrütü kıskandıran yeşilliğin yok olmasından en çok zümrüt memnun olurdu herhalde... Fakat, haberlere bakılacak olursa bu muhteşem ormanları kıskanan başkaları da var. Yoksa, üç gün içinde tam onbir farklı yerde yangın çıkmış olmasının ne çeşit bir açıklaması olabilir? Düşünün bir... Aynı koyda iki farklı noktadan aynı anda yangının başlaması ne çeşit bir tesadüftür? Böylesi bir durum, tesadüfle açıklanabilir mi? Üstelik yangının başlangıç anını görüntüleyen fotoğrafın sahibi Hollandalı bir turistin, yangının başlangıç noktasında iki gulet teknenin daha bulunduğunu söylemesi, yangının kendi kendine çıkmadığının tipik bir göstergesi değil mi?Bu meşum tekneler, hangi amaçla orada bulunuyorlardı? Belli ki, kahrolası amaçları yangın çıkartmak, canım ormanları kırılası elleriyle tutuşturmaktı... Yaktıkları sadece ağaçlar mıydı? Elbette ki, değil. Yaptıkları düpedüz bir katliam. Katlettikleri de dünyanın kendisi. Ağaçlarla birlikte orada yaşayan bütün canlıları yok ettikleri gibi insanlığı da yok ediyorlar. Ağaçlar, dünyanın soluk aldığı organlar. Şayet dünya nefes alamazsa üzerinde yaşayan diğer canlıların ve insanların nefes alması mümkün mü? Aklı başında ve sağlıklı düşünen herkes, dünya üzerindeki canlılığın bitmesiyle birlikte kendisinin ve kendisiyle birlikte tüm insanlığın da canlı kalamayacağını biliyor. Peki, dünya üzerindeki canlılığı yakıp yoketmeyi amaçlayan bu meşum yaratıklar insan değil mi? Aslında dünyayı yaktıklarını bilmiyorlar mı? Bence biliyorlar. Bile isteye insanlığın geleceğine kastediyorlar. Yoksa üç gün içinde tam onbir değişik bölgede yangın çıkar mıydı? Ya, İtalya’daki altı değişik yerde aynı zamanlarda yangın çıkmasına ne demeli? Binlerce hektar ormanı yok edenler acaba insan olmayıp insanlığa kasteden dünya dışı meşum yaratıklar mı?Hangi insan, gözünü bile kırpmadan bir hayatı söndürebilir? Gözgöre göre bağırta bağırta öldürebilir mi? Bir insan, bunu yapabilir mi? Ağaç canlı değil mi? Bir çok canlıyı koynun da barındırmıyor mu? Ağacı yaktığınız zaman çığlık atmıyor mu? Ölürken kıvranmıyor mu? Ya, o ormanın içinde yaşayan milyonlarca börtü, böcek, bitki, hayvan... Onlar da ağaçlarla birlikte yanmıyorlar mı? Ağaçları bir anda saran alevlerin hayatı nasıl yokettiğini çok yakından gören, Marmaris Hürriyet temsilcisi arkadaşımız Mustafa Sarıipek, Kargı koyu civarında yangının tam ortasında kalışlarını şöyle anlatıyor; Gittiğimiz yoldan karşı tepelerin yandığını görüyorduk. Fotoğraf çekmek için biraz daha yaklaştık. Çünkü, sol tarafımız tarla olduğu için buraya yangının gelmeyeceğini düşünüyorduk. İnanılmaz bir hızla birden bire alevler etrafımızı sardı. Üstelik, gelmez dediğimiz yere havaii fişek gibi patlayan bir kaç kozalak düşünce olanlar oldu ve sol tarafımızın aniden ısınmaya başladığını hissettik. Geri kaçmaya çalıştığımız sırada bir de baktık ki, yangın geldiğimiz yolu da tamamen kaplamıştı. Etrafımızdaki ağaçların nasıl bu kadar süratle yandığını ve kısa bir zaman içinde bizi de saracağını dehşetle görüyorduk. Geri kaçmamız mümkün değildi. Bulunduğumuz yerde kalmamız da mümkün değildi. Kanal 48’in muhabiri ve kameramanı ile birlikte ne yapacağımıza karar veremiyorduk. Karşımızdaki yol alevlerle tıkanmıştı. İleriye, Löngöz’e giden yol üzerinde de alevler vardı fakat kısmen daha azdı. Bunun üzerine dedim ki, 'Hızla alevlerin arasından geçelim. Ölürsek içinde bulunduğumuz minübüs patlar bir anda ölürüz. Yanarak ölmekten iyidir.' Hemen harekete geçtik ve içinde bulunduğumuz minübüsü alevlerin arasına sürdük. Şans bizden yanaydı. Löngöz Koyuna varmayı başardık. Mustafa Sarıipek, ölümle burun buruna gelişlerini anlatırken, 'Bundan sonra asla kestane kebabı yemeyeceğim' diyerek espirili bir dille yangının yokediciliğini tanımlıyordu. Önüne çıkan herşeyi bir anda yutan alevlerin müsebbibi olan meşum yaratıkların (Yaratıklar diyorum, çünkü insan demeye dilim varmıyor) biran önce bulunup işledikleri insanlık suçunun cezasını ciddi bir biçimde görmelerini yürekten diliyorum. Hem de bir an önce. Hem de bir daha teşebbüste bulunamayacakları biçimde cezalandırılmalı, nelere sebep oldukları beyinlerine kazınmalı diyorum, Yasemin’ce...
Yazının Devamını Oku

Dayanılmaz ısrarın ağırlığı

14 Ağustos 1997
Öğrendiklerimizi hayata nasıl aktarıyoruz? Kimi zaman farkına vardığımız davranışlarımız olsa bile çoğu zaman öğrendiklerimizin alışkanlığa dönüşmesiyle, farkında olmadan neler neler yapıyoruz... Sonra bize sorulduğu zaman işin içinden çıkamayıp nedenleriyle hiçbir bağlantısı olmayan açıklamalarda bulunuyoruz. Ya da ‘‘Biz de adet böyledir'' deyip kestirip atıyoruz.Bu adetlerden bir tanesi var ki, bu da ‘‘ısrar etmek'', daha çocuk yaşlarda beni müthiş bunaltıyordu. Tabii o zamanlar buna karşı çıkamıyordum. Ancak ‘‘Neden bu kadar zorluyorlar'' diye düşünmekten de kendimi alamıyordum.Hiç unutmuyorum, bir Şeker Bayramı'ydı. Ankara'da yaşayan amcalarımın ziyaretine gitmiştik. Benim çocukluğumda bayram günleri, uzaklarda yaşayan akrabaları görmek için ciddi bir vesileydi. O bayram da Ankara'ya gitmiştik. Herşey çok iyi, çok eğlenceli geliyordu. Taa ki, akşam yemeğine kadar...Yemek sırasında olanlar oldu ve benim bütün keyfim kaçtı. Amcamın karısı özenerek yaptığı yemekleri tabağıma dolduruyordu. İstemediğimi söylüyordum. Fakat o yemem konsunda ısrar ediyor ve doldurmaya devam ediyordu. Bütün sevimliliğini takınıp ‘‘Bizim evde adet böyledir. Tabağa konulanlar bitirilir'' diyordu. Babamın gözlerinin içine bakıyor ve onun yardım etmesini diliyordum. Ancak, onun da yapabileceği fazla birşey yoktu sanırım.Ne yapacağımı bilemez halde yemeğe başladım. Fakat tabağın içindekileri yiyip bitirmem mümkün değildi. Kendimi fena halde kötü hissetmeye başlamıştım. Karşı çıkamıyor, oturduğum yerde kıvranıp duruyordum. Amcamın karısı ise hala konuşuyordu. Neler söylediğini artık duymuyordum. Giderek bulunduğum yerden kopuyordum, insanlar, oda, masa herşey kayboluyordu. Sadece ve sadece önümde duran tabağı görüyor ve bitirmek zorunda olduğumu düşünüyordum.Zaten tabiat olarak, yemek konusunda aşırı seçici, az yiyen, narin ve zayıf bir çocuktum. Kısaca meyvenin dışında yemeklerle pek aram yoktu. Ve şimdi önümde duran tabak silme doluydu. Hepsini bitirmek zorundaydım. Yemeğe başladım. Nasıl oldu, hatırlamıyorum fakat hepsini yedim. Bütün tabağı bitirmiştim. Alkış ve kahkaha sesleriyle yeniden bulunduğum ortama geri döndüm.Oda, masa, insanlar, annem, babam yeniden belirmişti. Bulunduğum yere geri dönmemle birlikte içimde birşeyin burgu gibi döndüğünü ve midemden yukarı doğru hızla yükseldiğini hissettim. Oturduğum yerden fırladım. Fakat, banyoya kadar yetişemeden ne var ne yok yediklerimin tümünü boşaltmaya başladım.Bütün üstüm ve etraf batmıştı. Ben ise rahatlamıştım. Fakat ne yazık ki, fiziksel rahatlığım duygularımı etkilemiyordu. Bulunduğum durumdan çok sıkılmış ve utanmıştım. Öylesine kuvvetli bir utanç duygusu sarmıştı ki beni, artık kendimi tutamıyordum. Ağlamaya başladım. Ağlamaktan da nefret ederdim. İnsanların önünde aciz ve utanç verici bir duruma düşmüştüm. Ve bütün bunların sebebi amcamın karısıydı. O dakika ondan da nefret etmiştim.Daha sonra annem ve babam beni yatıştırmak için çok uğraşmışlardı. Fakat pek bir sonuç alamamışlardı. Orada kaldığımız sürece iyice içime kapanmıştım. Kimseyle konuşmuyor, sorulanlara kısa cevaplar veriyor, bir köşeye çekilip olabildiğince ortalarda görünmemeye çalışıyordum. Bu sırada amcamın karısının sadece bana karşı ısrarcı davranmadığını, herkese ve herşeye karşı büyük bir ısrarla üsteleyen bir tutum içinde bulunduğunu görmüş ve rahatlamıştım. Ancak bu kez de neden böyle davrandığını düşünmeye başlamıştım. Örneğin anneme ‘‘Kahve ister misin?'' diye sormuştu. Annem istemediğini söyleyince ısrar etmeye başlamış ve sonunda kahveyi içirmeyi başarmıştı. Bir keresinde de annem, bluzunun çok güzel olduğunu söyleyince hemen hediye etmeye kalkışmış, annem istemeyince aralarında büyük bir mücadele olmuştu. Tabii sonunda yine o kazanmıştı.Allahtan sadece dört gün kalmış, beşinci gün İstanbul'a geri dönmüştük. Bu süre içinde ısrarlarının haddi hesabı yoktu. Babam da dahil olmak üzere hepimizi ısrarlarıyla iyice bunaltmıştı. Ve ben daha yola çıkarken buradan gidiyor olduğumuz için çok mutlu olmuştum. İyi ki, Ankara'da yaşamıyoruz, diye düşünmekten kendimi alamadım. Şayet yaşıyor olsaydık o zaman bu kadınla devamlı görüşecek ve herhalde sonunda bunalıma girecektik.Daha çocuk yaşlarda yaşadığım bu tecrübe, dikkatimi ‘‘Israr'' konusuna yöneltmişti. Misafirperverlik adına insanların birbirlerini nasıl bunalttıklarına şahit olmuştum. Sevdiğiniz birini ziyaret ediyorsunuz. Size mutlaka birşey ikram etmek istiyor. Siz birşey istemediğinizi söylediğiniz andan itibaren ısrarlar başlıyor. Bir bardak çay içiyorsunuz. Başka istemediğinizi söylüyorsunuz, bu kez de ikinciyi içmeniz için ısrar ediyorlar. Rahatsız olduğunuzu söyleseniz bile aldırış etmeyip, ‘‘Canım bir bardak çaydan ne olacak?'' deyip ısrarlarını sürdürüyorlar.Veya rejim yapıyorsunuz. Evin hanımı kekler, börekler ve nefis yiyecekler hazırlamış. Zaten onları görünce iştahınız kabarıyor. Fakat bütün iradenizi kullanıp yemeyeceğinizi, rejimde olduğunuzu söylüyorsunuz. Size hemen ‘‘Canım bir dilim pastayla rejimin bozulmaz, hadi ye'' diyorlar. Siz yememekte direniyorsunuz. Fakat giderek direnciniz zayıflıyor. Zaten canınız da çok istiyor. Tabii yiyorsunuz. Fakat yedikten sonra kendi kendinize kızmaya başlıyorsunuz.Israr etmek, illa da birşeyler ikram etmek öylesine bir alışkanlık haline gelmiş ki, ne sağlık, ne de karşınızdaki kişinin damak zevkini düşünmeden iyi bir şey yaptığınızı zannediyorsunuz. Sanki ısrar etmezsek karşımızdaki kişi alınacakmış duygularına bile kapıldığımız oluyor. Ve var gücümüzle ısrara devam ediyoruz. Karşımızdaki kişinin o sırada neler hissettiğini aklımızdan bile geçirmiyoruz. Yaptığınız ısrarların kendinize yapıldığını bir an için düşünseniz, bu tutumunuzdan hemen vazgeçerdiniz.Bazı durumlarda ısrar etmek olumlu olabilir. Ancak, ben yine de ısrarcılığın insanı bunalttığını düşünüyorum. Yasemin'ce..
Yazının Devamını Oku

Yasemince... İçsel yolculuğa çıkarken

14 Ağustos 1997
Düş kurmak için bugün tam zamanı. Sıcaktan gevşemiş bir halde, tembelce uzandığınız yerde, keyifli bir yolculuk yapabilirsiniz. Tabii bu yolculuk, dünyanın herhangi bir yerine olmayıp kendi içinize olacak. Üstelik bu seyahate çıkarken yanınıza alacaklarınız sadece bugüne kadar yaşadığınız tecrübelerden ibaret. Ve bunlar, farkında olmasanız bile, zaten her zaman taşıdığınız yükleriniz... Ancak, bu kez taşıdıklarınızın farkında olmak ve sahip çıkmak zorundasınız. Tabii bu seyahati başarılı ve keyifli bir biçimde yapmak istiyorsanız. Yoksa, böyle bir yolculuğa heves bile etmeyin. Evet, yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?.. Elbette ki, her yolculuk gibi bunun için de hazırlık gerekiyor. Ve her yolculuk için nasıl farklı hazırlıklar yapılıyorsa, bu yolculuğun hazırlığı da kendine özel. Şimdi, ilk önce düşünce olarak seyahat fikrine yoğunlaşın. Sonra gevşemek için kendinizce özel metodlarınız varsa, bunları uygulayın. Yoksa, ılık bir duş, hafif alkollü bir içecek alabilirsiniz. Alkolden nefret ediyorsanız, adaçayı veya ıhlamur benzeri bir çay içebilirsiniz. Bu sırada kendinize yönelik bir yolculuğa çıkacağınız düşüncesine yoğunlaşarak biraz heyecanlanabilirsiniz. Heyecan duygusu, çıkacağınız yolculuğu daha da keyifli hale getirecektir. Üzerinizde vücudunuzu sıkmayan hafif giyecek bulunması daima iyidir. Böylece bütün dikkatinizi bu yolculuğa yöneltebilirsiniz. Artık seyahate çıkmaya hazırsınız demektir. Şimdi, bir şezlonga uzanabilir ya da en rahat olabileceğiniz biçimde kolunuzu, bacağınızı uzatıp herhangi bir yere uzanın. Tabii bu uzandığınız yerde ani gürültüler ya da dikkatinizi çekebilecek türde sesler bulunmamasına özen göstermelisiniz. Böyle bir yolculuk için en idel yer, bir deniz kıyısı, dere kenarı, dağlar, kırlar yani düpedüz doğanın içidir. Tabii olabildiğince insanların ve gürültülerin fazla olmadığı yerler. Fakat, böyle bir yolculuğa çıkmaya niyetlendiğiniz zaman isteğinizin gücü sizi çevrenizin gürültüsünden arındıracaktır. Şayet konsantrasyonunuz yüksek ise, bu seyahati her yerde yapabilirsiniz. Hatta, otobüste ya da uçakta giderken bile...Evet, şimdi yolculuğa çıkıyoruz.Tamamen gevşemiş bir halde düşüncelerinizin tümünü kendinize yöneltin. Önce, son durumunuzu, bu yolculuğa başlarken yaptıklarınızı düşünün. Oturduğunuz koltuk veya şezlongu, bulunduğunuz yeri ve çevrenizdekileri kısaca gözden geçirin.Düşüncelerinizi geriye doğru yöneltin. Bulunduğunuz yere nasıl geldiğinizi hatırlamaya çalışın. Neler yaptınız. Bunları hangi düşünce ve isteklerden yola çıkarak gerçekleştirdiniz?Bu düşünceler, kendinize yönelmiş olan dikkatinizin yoğunlaşmasına neden olacaktır. Sonra, düşüncelerinizi giderek daha da derinleştirmelisiniz. Bunun için de isteklerinizin nedenleri üzerinde düşünmeye başlamalısınız. Neden istediniz? İçinizdeki bu istekleri oluşturan, duygu ve beklentileri yaratan, kendinizin bile tanımadığı 'Ben'inizi anlamaya yönelmelisiniz. İşte, bu aşamadan itibaren içinize yaptığınız yolculuk tam anlamıyla başlamış demektir. Kendinizi ve zihninizi hiçbir biçimde zorlamamalısınız. Fikirler, zihninizde kendiliğinden oluşmaya başlayacaktır. Hiçbir biçimde bunları yönlendirmeye, yakalayıp takılmaya kalkmayın. Düşüncelerinizi tamamen serbest bırakın. Böylece fikirler zihninizden akıp geçmeli ve siz bunları müdahale etmeden takip etmelisiniz. Düşünceleriniz kendiliğinden oluşup akmaya başladığı andan itibaren neden, niçin sorularını bırakmalısınız. Tıpkı keyifli bir film izler gibi davranmalı ve yolculuğu bitirmeye karar verinceye kadar sadece iyi bir izleyici olmaya çalışmalısınız. İçinize yaptığınız bu yolculuktan uyanır uyanmaz hemen kağıdı kalemi elinize alın ve bütün izlenimlerinizi vakit geçirmeden yazın. Şayet yapmanız gereken işler varsa, ve daha sonra yazarım diye aklınızdan geçiriyorsanız, hiç tavsiye etmem. Çünkü, hemen yazmadığınız takdirde kısa bir süre sonra hepsi olmasa bile önemli bir bölümünü ve ayrıntıları tamamen unutursunuz. Ve size o dakika hiç unutmayacakmışsınız gibi gelir.İnsanın içine yaptığı yolculuklar, Ay’ın karanlık yüzünü keşfetmek gibi olağanüstü heyecan verici ve bilgilendiricidir, diyorum, Yasemin’ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemince... İçsel yolculuğa çıkarken

11 Ağustos 1997
Düş kurmak için bugün tam zamanı. Sıcaktan gevşemiş bir halde, tembelce uzandığınız yerde, keyifli bir yolculuk yapabilirsiniz. Tabii bu yolculuk, dünyanın herhangi bir yerine olmayıp kendi içinize olacak. Üstelik bu seyahate çıkarken yanınıza alacaklarınız sadece bugüne kadar yaşadığınız tecrübelerden ibaret. Ve bunlar, farkında olmasanız bile, zaten her zaman taşıdığınız yükleriniz... Ancak, bu kez taşıdıklarınızın farkında olmak ve sahip çıkmak zorundasınız. Tabii bu seyahati başarılı ve keyifli bir biçimde yapmak istiyorsanız. Yoksa, böyle bir yolculuğa heves bile etmeyin. Evet, yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?.. Elbette ki, her yolculuk gibi bunun için de hazırlık gerekiyor. Ve her yolculuk için nasıl farklı hazırlıklar yapılıyorsa, bu yolculuğun hazırlığı da kendine özel. Şimdi, ilk önce düşünce olarak seyahat fikrine yoğunlaşın. Sonra gevşemek için kendinizce özel metodlarınız varsa, bunları uygulayın. Yoksa, ılık bir duş, hafif alkollü bir içecek alabilirsiniz. Alkolden nefret ediyorsanız, adaçayı veya ıhlamur benzeri bir çay içebilirsiniz. Bu sırada kendinize yönelik bir yolculuğa çıkacağınız düşüncesine yoğunlaşarak biraz heyecanlanabilirsiniz. Heyecan duygusu, çıkacağınız yolculuğu daha da keyifli hale getirecektir. Üzerinizde vücudunuzu sıkmayan hafif giyecek bulunması daima iyidir. Böylece bütün dikkatinizi bu yolculuğa yöneltebilirsiniz. Artık seyahate çıkmaya hazırsınız demektir. Şimdi, bir şezlonga uzanabilir ya da en rahat olabileceğiniz biçimde kolunuzu, bacağınızı uzatıp herhangi bir yere uzanın. Tabii bu uzandığınız yerde ani gürültüler ya da dikkatinizi çekebilecek türde sesler bulunmamasına özen göstermelisiniz. Böyle bir yolculuk için en idel yer, bir deniz kıyısı, dere kenarı, dağlar, kırlar yani düpedüz doğanın içidir. Tabii olabildiğince insanların ve gürültülerin fazla olmadığı yerler. Fakat, böyle bir yolculuğa çıkmaya niyetlendiğiniz zaman isteğinizin gücü sizi çevrenizin gürültüsünden arındıracaktır. Şayet konsantrasyonunuz yüksek ise, bu seyahati her yerde yapabilirsiniz. Hatta, otobüste ya da uçakta giderken bile...Evet, şimdi yolculuğa çıkıyoruz.Tamamen gevşemiş bir halde düşüncelerinizin tümünü kendinize yöneltin. Önce, son durumunuzu, bu yolculuğa başlarken yaptıklarınızı düşünün. Oturduğunuz koltuk veya şezlongu, bulunduğunuz yeri ve çevrenizdekileri kısaca gözden geçirin.Düşüncelerinizi geriye doğru yöneltin. Bulunduğunuz yere nasıl geldiğinizi hatırlamaya çalışın. Neler yaptınız. Bunları hangi düşünce ve isteklerden yola çıkarak gerçekleştirdiniz?Bu düşünceler, kendinize yönelmiş olan dikkatinizin yoğunlaşmasına neden olacaktır. Sonra, düşüncelerinizi giderek daha da derinleştirmelisiniz. Bunun için de isteklerinizin nedenleri üzerinde düşünmeye başlamalısınız. Neden istediniz? İçinizdeki bu istekleri oluşturan, duygu ve beklentileri yaratan, kendinizin bile tanımadığı 'Ben'inizi anlamaya yönelmelisiniz. İşte, bu aşamadan itibaren içinize yaptığınız yolculuk tam anlamıyla başlamış demektir. Kendinizi ve zihninizi hiçbir biçimde zorlamamalısınız. Fikirler, zihninizde kendiliğinden oluşmaya başlayacaktır. Hiçbir biçimde bunları yönlendirmeye, yakalayıp takılmaya kalkmayın. Düşüncelerinizi tamamen serbest bırakın. Böylece fikirler zihninizden akıp geçmeli ve siz bunları müdahale etmeden takip etmelisiniz. Düşünceleriniz kendiliğinden oluşup akmaya başladığı andan itibaren neden, niçin sorularını bırakmalısınız. Tıpkı keyifli bir film izler gibi davranmalı ve yolculuğu bitirmeye karar verinceye kadar sadece iyi bir izleyici olmaya çalışmalısınız. İçinize yaptığınız bu yolculuktan uyanır uyanmaz hemen kağıdı kalemi elinize alın ve bütün izlenimlerinizi vakit geçirmeden yazın. Şayet yapmanız gereken işler varsa, ve daha sonra yazarım diye aklınızdan geçiriyorsanız, hiç tavsiye etmem. Çünkü, hemen yazmadığınız takdirde kısa bir süre sonra hepsi olmasa bile önemli bir bölümünü ve ayrıntıları tamamen unutursunuz. Ve size o dakika hiç unutmayacakmışsınız gibi gelir.İnsanın içine yaptığı yolculuklar, Ay’ın karanlık yüzünü keşfetmek gibi olağanüstü heyecan verici ve bilgilendiricidir, diyorum, Yasemin’ce... [Ana Sayfa] [Gündem] [Ekonomi] [Dünya] [Yaşam] [Dizi] [Spor] [Yazarlar] [Ekler]
Yazının Devamını Oku

Yasemince

7 Ağustos 1997
Bozburun'da bir gece (1)Ege'nin güney ucunda, taa en ucunda Datça'dan sonra denize uzanan bir burunla karşılaşırsınız. İşte burası Bozburun'dur. Eski adını bütün araştırmalarıma rağmen tespit edemedim. Bir deyişe göre Yeşilburun olduğu iddia ediliyor. Fakat, etrafınıza baktığınız zaman boz renkli dağlardan başka bir şey göremiyorsunuz. Ve tabii ki, Yeşilburun adını yakıştıramıyorsunuz.Bir zamanlar burası yemyeşil bir yermiş. Dağlara, tepelere baktığınız zaman ufacık bir kara parçası bile gözükmezmiş. Sık ağaçlarla kaplı bu tepeler denizin içlerine kadar uzanıp suların da yeşillenmesine neden olurmuş.Dağların tepelerin denizin içine girdiği doğru da, denizi yeşillendirdiği söylenemez. Hatta, morumsu boz bir renk verdiğini söylemek daha doğru olur.Dağlar denizin içine doğru öylesine tuhaf bir biçimde giriyor ve tepeler denizin içinden yükselip minik adacıklar meydana getiriyor ki, nerede bulunduğunuza şaşkınlıkla bakıyorsunuz. Ve diyorsunuz ki, burası dünyada bulunan bir yer mi? Yoksa, ben yolda giderken boyut değiştirip başka bir dünyaya mı geçiş yaptım, şeklinde düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz.Selimiye'den Bozburun'a doğru dağlara tırmanan yoldan ilerlerken önce yeşilin azalmaya başladığını fark edemedim. Zaten güneş iyice alçalmış, gölgeler uzamıştı. Doğrusu kıvrım kıvrım ilerleyen yolda oldukça yavaş ilerlediğim halde nasıl farkına varmadığımı anlayabilmiş değilim. Fakat dağların gölgesi üzerime düşerken tuhaf bir duygu içine girmiştim.Dağı aşıp Bozburun'a inmeye başladığım sırada görüntüler karşısında kalakaldım. Çevrenin görünümü tamamen değişmişti. Sol tarafta geniş bir alana yayılan incir ağaçlarının eğri büğrü kollarından çıkan yapraklar birbirine değecek kadar uzanmış ve gecenin alacakaranlığında manzarayı iyice tuhaflaştırıyordu. Üzerinde tek bir ağaç bile görünmeyen tepeler, boz renkli giysilerini kuşanmış devler gibi üzerime üzerime geliyorlardı sanki.Son derece garip duygular içine girmiştim. Sanki dünyadan tamamen kopmuş ve astral aleme geçmiştim. Elektriklendiğimi hissettim. Karşımdaki manzara beni alıp götürüyordu. Ve arabayı kenara çekip ben de kendimi bıraktım. Alışılmışın dışında bir etkisi vardı. Biraz ürkütücü, heyecan verici ve anlaşılmaz duygular uyandırıyordu.Tekrar yola koyuldum. Aşağı inerken bu kez kocaman bir göl gibi görünen denizle karşılaştım. Bulunduğum yerden aşağısı usta bir ressamın fırçasından çıkmış tabloları andırıyordu.Dizi dizi dağlar ve tepelerle çepeçevre sarılmış göl misali denizin tam ortasında minyatür bir ada vardı. İleride ince kurdela gibi görünen daracık bir boğaz ve sahil boyunca serpiştirilmiş evlerin arasından yükselen ağaçların karaltısı büyüleyiciydi. Kendimi bir tablonun içine giriyormuş gibi hissettim. Evet, karar vermiştim. Burası başka bir yerdi...Bozburun yazılı levhanın yanından ayrılan yola girdim. Yol giderek daralıyordu. Artık bir sokakta ilerliyordum. Bu sokak beni Bozburun meydanına çıkardı. Ve meydandan sonra görünen tek yolda ilerlemeye devam ettim. Denizle aynı seviyede doldurularak oluşturulmuş dar ve kıvrılarak uzanan bir yoldu.Nihayet yolculuğum bitmiş ve arkadaşım Dilek'in evine gelmiştim. Bu arada hava iyice kararmıştı. Fakat, neredeyse denizin üzerinde bulunan evin görüntüsü beni yeniden yaşadığım dünyaya geri getirdi. Bedenimi saran elektriğin daraldığını hissettim. Yeniden bildik bir yerde, şirin ve sıcak bir atmosferin içindeydim.Dilek, minicik görünümüyle tezat oluşturan becerikliliğiyle öylesine zevkli bir ev yapmıştı ki, Bozburun'un girişinde yaşadığım ürkütücü heyecanımdan eser bile kalmamıştı. Yüksek girişli, üç katlı evin iki tarafından dolanan begonviller neredeyse bütün evi sarmış, terasa kadar uzanmıştı. Bahçesinde yetiştirdiği badem ağacının dallarından görünen bademlerin çekiciliğine kapılmıştım. Bugüne kadar bir badem ağacından alıp kırmamıştım. Yeri gelmişken söyleyeyim: Bu bölgenin tipik bitkilerinden biri de badem. Badem ağaçlarından oluşan bahçelere sık sık rastlayabilirsiniz.Ev halkının yatıp uyuyacağı anı iple çekiyordum. Bir an önce yatsalardı da ben de terasa çıkıp Bozburun'un beni bir tuhaf yapan havasını ve manzarasını izlesem, diyordum. Fakat, çok geçmeden anladım ki, ben yatmadan kimse yatmayacak. Hemen toparlanıp yukarı çıktım. Benim için ayrılan odaya girmeden doğruca terasa çıkmaya devam ettim.(SÜRECEK)
Yazının Devamını Oku

Yasemince

24 Temmuz 1997
Maddelerin ruhu var mı?Yüzlerce mektubun içinde kaybolduğum bir sırada (Kayboldum diyorum. Çünkü, mektupları okumaya başladığım andan itibaren herşeyi unutuyorum) ilginç bir soruyla karşılaştım ve hemen yazmaya karar verdim.Mektup alışılmış bir düzende giderken birdenbire ‘‘Maddenin ruhu var mıdır?'' diye bir soruyla başlayıp yaşanan ilginç bir tecrübeyi anlatıyor. Ve bu tecrübenin sonucunda yazanın kafası karışıyor. Ben de bölük pörçük anlatarak sizin kafanızı karıştırmadan mektubu olduğu gibi size aktarıyorum.‘‘ Geçen hafta başıma enteresan bir olay geldi. Antalya'da yeğenlerimle birlikte dolaşıyor, vitrinlere bakıp alışveriş yapıyorduk. Bu sırada bir saatçinin önünde durduk. Yeğenlerim vitrindeki çeşitli saatlere bakıp bazılarının fiyatlarını sordu. O sırada gözüm, tam bana uygun, zevkime hitap eden bir saate takıldı. Yeni bir saat alsam hiç de fena olmaz, diye düşündüm.Kolumdaki saati oniki yıldır kullanıyorum. Gerçi ona çok alıştım ve beni yolda hiç bırakmadı. Ne geri kaldı, ne ileri gidip beni şaşırttı. Kısaca hiç sıkıntıya düşürmedi, şeklinde düşünceler beynimde oynaşıyorlardı. Bir taraftan da saate bakmaya devam ediyordum. Sonunda vitrindeki saati almaktan vazgeçtim.İki gün sonra, evde banyomu yapmış, kurulanıp giyinmiş, bu sırada hayli oyalanmıştım. O sırada saatimi koluma takıp takmadığımı hatırlamıyorum.Çünkü, saat benim için öylesine bir alışkanlık olmuştu ki, saatsiz hiçbir zaman dolaşmaz, hatta neredeyse yatarken bile saati kolumdan çıkarmazdım. Ancak banyo yapacağım zamanlarda saatimi çıkartır, hemen ardından tekrar koluma takardım. Ve bu işlemi artık düşünmeden yaptığım için o gün de farkında değildim.Neden sonra saatin kaç olduğunu anlamak için koluma baktığımda saat yoktu. Önce masanın üzerine daha sonra bakılabilecek her yere baktım yoktu. Bunun üzerine bütün evi alt üst ettim. Didik didik her yeri aradım. Yatak altlarından dolapların içlerine kadar... Hiçbir zaman konulmayacak yerlere kadar her yeri aradım, bulamadım..Bunun üzerine düşünmeye başladım. Vitrinde gördüğüm saatle ilgili düşüncelerimi hatırladım. Galiba senelerdir kolumda taşıdığım, iyi durumda olan, çalışan saatime haksızlık etmiştim, diyorum. Siz ne dersiniz?''Ben sizin son derece duyarlı düşünen ve farkındalığı yüksek biri olduğunuzu söylerim. Yaşanılan bu ilginç tecrübeye gelince...Saatin kaybolmasının nedeni, bu saatin bu marifeti olmayıp düpedüz kişinin bilinçaltının oynadığı bir oyun...Vitrinin önünde durup kendisini çok çeken bir saatle karşılaştığı zaman içinden bu saate sahip olmak için dayanılmaz bir istek duyar. Fakat öte yandan halihazırda kullandığı saatin tıkır tıkır işlediğini hatırlayıp yeni bir saat almanın lüzumsuz olduğunu düşünür ve vazgeçer. Bu sırada aklı vitrindeki saatte kalır. Daha sonra dikkatini farklı konulara yöneltip saati aklından çıkartır ve unutur. Unutmuştur fakat duygu ve düşüncesiyle yarattığı bu kuvvetli isteğini farkında olmadan bilinçaltına atmıştır.Bilinçaltının insana ne çeşit oyunlar oynayabileceği ise bilinemez. Bu vakada kişi, vitrindeki saati öylesine kuvvetle istemiştir ki... Ancak mevcut saatinden vazgeçmemektedir. İşte bu noktada bilinçaltı devreye girer ve saati yok eder.Şuurlu bir davranış olmadığı için, kişi ne yaptığının farkına varmaz. Ve kaybolan saati, bu durumun sorumlusu olarak düşünür. Düşünür de yine işin içinden çıkamaz. Çünkü, cansız olarak düşünülen bir maddenin zeka gösterisinde bulunarak küsüp gideceği alışılmış düşünce tarzına pek de uygun gelmemektedir.Aslında hemen hepimiz şuurlu olarak yaşadığımız fakat bilinçsizce meydana getirdiğimiz tüm olayların sorumlusunu kendimizin dışında aramaz mıyız?Çok istediğimiz bir durumun meydana gelmesine şans, istemediğimiz durumların ortaya çıkmasına ise şansızlık demez miyiz?Ve bilinçaltımızın oyunlarıyla karşılaştığımız zaman, neden-sonuç ilişkileri kurduğumuz zaman, daima kendimizin dışında bulunan her ne varsa bunları sorumlu tutmaz mıyız?..Esen rüzgardan yağan yağmura, yeraltındaki mağmadan gökyüzündeki yıldızlara, doğan çocuktan evde beslediğimiz kediye, anne-babamızdan patronumuza kadar sevdiğimiz sevmediğimiz, gülüp geçtiğimiz ya da ciddiye aldığımız her ne varsa, herşey bizim talihimizi belirlemiyor mu? Bütün bunlar yaşadıklarımızdan sorumlu değil mi?Ve bütün bunların sonucunda ‘‘Maddenin ruhu var mı acaba?'' diye düşünüyoruz. Peki, kendimizin de bir madde olduğunu neden unutuyoruz?Öncelikle ‘‘Ruh'' kavramının içinizde ne uyandırdığını, ne anladığınızı keşfetmeli ve maddenin sırrını çözmeye kendinizden başlamalısınız, diyorum Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemince

23 Temmuz 1997
Maddelerin ruhu var mı?Yüzlerce mektubun içinde kaybolduğum bir sırada (Kayboldum diyorum. Çünkü, mektupları okumaya başladığım andan itibaren herşeyi unutuyorum) ilginç bir soruyla karşılaştım ve hemen yazmaya karar verdim.Mektup alışılmış bir düzende giderken birdenbire ‘‘Maddenin ruhu var mıdır?'' diye bir soruyla başlayıp yaşanan ilginç bir tecrübeyi anlatıyor. Ve bu tecrübenin sonucunda yazanın kafası karışıyor. Ben de bölük pörçük anlatarak sizin kafanızı karıştırmadan mektubu olduğu gibi size aktarıyorum.‘‘ Geçen hafta başıma enteresan bir olay geldi. Antalya'da yeğenlerimle birlikte dolaşıyor, vitrinlere bakıp alışveriş yapıyorduk. Bu sırada bir saatçinin önünde durduk. Yeğenlerim vitrindeki çeşitli saatlere bakıp bazılarının fiyatlarını sordu. O sırada gözüm, tam bana uygun, zevkime hitap eden bir saate takıldı. Yeni bir saat alsam hiç de fena olmaz, diye düşündüm.Kolumdaki saati oniki yıldır kullanıyorum. Gerçi ona çok alıştım ve beni yolda hiç bırakmadı. Ne geri kaldı, ne ileri gidip beni şaşırttı. Kısaca hiç sıkıntıya düşürmedi, şeklinde düşünceler beynimde oynaşıyorlardı. Bir taraftan da saate bakmaya devam ediyordum. Sonunda vitrindeki saati almaktan vazgeçtim.İki gün sonra, evde banyomu yapmış, kurulanıp giyinmiş, bu sırada hayli oyalanmıştım. O sırada saatimi koluma takıp takmadığımı hatırlamıyorum.Çünkü, saat benim için öylesine bir alışkanlık olmuştu ki, saatsiz hiçbir zaman dolaşmaz, hatta neredeyse yatarken bile saati kolumdan çıkarmazdım. Ancak banyo yapacağım zamanlarda saatimi çıkartır, hemen ardından tekrar koluma takardım. Ve bu işlemi artık düşünmeden yaptığım için o gün de farkında değildim.Neden sonra saatin kaç olduğunu anlamak için koluma baktığımda saat yoktu. Önce masanın üzerine daha sonra bakılabilecek her yere baktım yoktu. Bunun üzerine bütün evi alt üst ettim. Didik didik her yeri aradım. Yatak altlarından dolapların içlerine kadar... Hiçbir zaman konulmayacak yerlere kadar her yeri aradım, bulamadım..Bunun üzerine düşünmeye başladım. Vitrinde gördüğüm saatle ilgili düşüncelerimi hatırladım. Galiba senelerdir kolumda taşıdığım, iyi durumda olan, çalışan saatime haksızlık etmiştim, diyorum. Siz ne dersiniz?''Ben sizin son derece duyarlı düşünen ve farkındalığı yüksek biri olduğunuzu söylerim. Yaşanılan bu ilginç tecrübeye gelince...Saatin kaybolmasının nedeni, bu saatin bu marifeti olmayıp düpedüz kişinin bilinçaltının oynadığı bir oyun...Vitrinin önünde durup kendisini çok çeken bir saatle karşılaştığı zaman içinden bu saate sahip olmak için dayanılmaz bir istek duyar. Fakat öte yandan halihazırda kullandığı saatin tıkır tıkır işlediğini hatırlayıp yeni bir saat almanın lüzumsuz olduğunu düşünür ve vazgeçer. Bu sırada aklı vitrindeki saatte kalır. Daha sonra dikkatini farklı konulara yöneltip saati aklından çıkartır ve unutur. Unutmuştur fakat duygu ve düşüncesiyle yarattığı bu kuvvetli isteğini farkında olmadan bilinçaltına atmıştır.Bilinçaltının insana ne çeşit oyunlar oynayabileceği ise bilinemez. Bu vakada kişi, vitrindeki saati öylesine kuvvetle istemiştir ki... Ancak mevcut saatinden vazgeçmemektedir. İşte bu noktada bilinçaltı devreye girer ve saati yok eder.Şuurlu bir davranış olmadığı için, kişi ne yaptığının farkına varmaz. Ve kaybolan saati, bu durumun sorumlusu olarak düşünür. Düşünür de yine işin içinden çıkamaz. Çünkü, cansız olarak düşünülen bir maddenin zeka gösterisinde bulunarak küsüp gideceği alışılmış düşünce tarzına pek de uygun gelmemektedir.Aslında hemen hepimiz şuurlu olarak yaşadığımız fakat bilinçsizce meydana getirdiğimiz tüm olayların sorumlusunu kendimizin dışında aramaz mıyız?Çok istediğimiz bir durumun meydana gelmesine şans, istemediğimiz durumların ortaya çıkmasına ise şansızlık demez miyiz?Ve bilinçaltımızın oyunlarıyla karşılaştığımız zaman, neden-sonuç ilişkileri kurduğumuz zaman, daima kendimizin dışında bulunan her ne varsa bunları sorumlu tutmaz mıyız?..Esen rüzgardan yağan yağmura, yeraltındaki mağmadan gökyüzündeki yıldızlara, doğan çocuktan evde beslediğimiz kediye, anne-babamızdan patronumuza kadar sevdiğimiz sevmediğimiz, gülüp geçtiğimiz ya da ciddiye aldığımız her ne varsa, herşey bizim talihimizi belirlemiyor mu? Bütün bunlar yaşadıklarımızdan sorumlu değil mi?Ve bütün bunların sonucunda ‘‘Maddenin ruhu var mı acaba?'' diye düşünüyoruz. Peki, kendimizin de bir madde olduğunu neden unutuyoruz?Öncelikle ‘‘Ruh'' kavramının içinizde ne uyandırdığını, ne anladığınızı keşfetmeli ve maddenin sırrını çözmeye kendinizden başlamalısınız, diyorum Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemince... Tatil yapmayı biliyor musunuz?

17 Temmuz 1997
Yoğun ve yorucu geçen bütün bir kışın ardından hemen herkes tatil düşleri kuruyor... Peki bu düşlerin kaçta kaçını gerçekleştirebiliyorsunuz? Herşeyden önce nasıl bir tatile ihtiyacınız olduğunu biliyor musunuz? Çevrenizde konuşulanlara kulak kabartıp onların ne yapacaklarını mı öğrenmeye çalışıyorsunuz?.. Yoksa, düpedüz birilerinin tatil programlarını aynen taklit etmeyi mi düşünüyorsunuz?.. Tatil deyince genellikle kimlerin neler yaptıkları araştırılır. Herkesin programı sorup soruşturulur. Tatile gidenler, tatilden dönenler hemen bulunur ve nasıl bir yer?.. Eğlenceli mi?.. Eğlenebildiniz mi, bari?.. Gibilerinden bir yığın soru yağmuruna tutulduktan sonra birilerinin övgüyle bahsettiği yere gidilir. Özellikle bu yer hakkında birden fazla kişi ‘‘Ne kadar güzel bir yer olduğunu'' anlatıyorsa, illa ki, buraya gidilir. Buraya kadar herşey iyi hoş da, bu arada güzellik kavramının kişiden kişiye ne kadar farklılık gösterdiği hiç düşünülmez. Bakalım sizin güzellik anlayışınızla onunki tutuyor mu?.. Sonra daha da önemlisi, sizin ihtiyacınız olan tatil biçimiyle onunki bir mi?.. Gün olur, çılgınlar gibi eğlenmek, dans etmek, kahkahalarla gülmek istersiniz... İşte o zaman sırf güzel olduğunu duyduğunuz için kalkıp Antalya'nın Çıralı Köyü'ne gidersiniz. Bir gün, iki gün, tamam... Büyüleyici güzelliği karşısında hayran olup yeşilin ve denizin keyfini çıkarırsınız daaa... Üçüncü gün artık sıkılmaya başlarsınız. Çünkü, burası sizin ihtiyacınıza cevap vermez. Burada ne öyle Bodrum'un içi gibi başdöndürücü hareket vardır, ne Side ya da Marmaris'in Barlar sokağı gibi her tarafından müzik sesleri taşmaktadır... İçiniz bunalır... Ruhunuz sıkılır... Ve size burayı tavsiye eden arkadaşınızın tatil anlayışına söylenmeye başlarsınız.Gün olur, içinde bütün gün yaşadığınız, çalıştığınız ve bunaldığınız kalabalıktan, gürültüden, hengameden kaçıp kurtulmak istersiniz. Şöyle sakin, kafa dinleyecek, sessiz, sakin, doğanın içinde olmak istersiniz. Tam o sırada size Kemer'i öve öve bitiremezler. Ne zorluklarla ayarladığınız bir kaç günlük tatilinizi burada geçirmek üzere toparlanıp gidersiniz. Daha Kemer'e girdiğiniz anda kısa bir baş dönmesiyle nereye geldiğinizi anlamak için çevrenize bakınırsınız. Burası aslında eğlenmek için biçilmiş kaftandır fakat, size göre bir yer değildir. Hem de hiç değildir. Her yönden gelen insan seline kendinizi kaptırıp gidersiniz, hem de neye uğradığınızı bilemeden. Aslında çok kolay bulabileceğiniz yolunuzu nasıl olduysa kaybetmiş, gürültüden düşünemez olmuş bir şekilde hayalini kurduğunuz dinlenmek tam bir işkenceye dönüşmüştür. Halbuki sizin Antalya'daki Kemer yerine Fethiye'nin sakin ve olağanüstü yeşiliyle bezenmiş koylarında olmanız gerekirdi... Tabii bu arada sağlınızı da gözönünde tutmanız gerekir. Bünyeniz sıcağa dayanamıyorsa o zaman Türkiye'nin güneyinde, Alanya'nın o müthiş sıcağında işiniz ne?.. Ne sokakta yürüyebilir, ne de kliması olmayan bir yerde nefes alabilirsiniz... Sizin kuzey kıyılarında dolaşmanız lazım. Rize'ye kadar tüm Karadeniz sahili sizin emrinizde... Doğası, yeşili, vahşi manzarasıyla mükemmel fakat, benim gücüm yetmez Karadeniz'in dalgalarına diyorsanız, o zaman da Tekirdağ'dan Çanakkale'ye kadar uzanan dingin sularıyla terletmeyen havası sizi bekliyor... Tabii illede deniz istiyorsanız... Yoksa, Mersin'in, Bursa'nın, Muğla'nın yaylaları da tam size göre... Hatta Erzurum'un, Artvin'in yaylaları muhteşem...Belki de siz, hem doğanın içinde olmak hem de eğlenmek istiyorsunuz... Canım istediğinde kafamı dinleyeceğim, kimse beni rahatsız etmeyecek, canım istediğinde çılgınlar gibi eğleneceğim, diyorsunuz. Bunların hepsinin birden olduğu yerler var mı?.. Elbette ki, var. Canım Türkiye'nin dört bir köşesinde nasıl bir tatil istiyorsanız hepsine cevap verebilecek özelliklere sahip neler neler, ne yerler var... Yeter ki, siz ne istediğinizi belirleyin. Onun bunun lafıyla, beğenisiyle, araştırmadan incelemeden, istediğiniz özelliklere sahip olup olmadığını bilmeden yollara düşmeyin. Böylece de bütün bir yıl boyunca hayallerini kurduğunuz, vakit bulup gittiğiniz tatili kendinize zehir etmeyin. Ne istediğinizi, neye ihtiyacınız olduğunu, bu beklentilerinize cevap verip veremeyeceğini iyice bir araştırın. Böylece harika bir tatil yapar, bedeninizin, zihninizin, ruhunuzun isteklerine cevap vermiş olduğunuz için de işinizin başına keyifle dönebilirsiniz. Vee bir sonraki tatilin hayalini daha büyük bir zevkle yapabilirsiniz, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku