Yasemin Boran

Yasemin'ce

9 Ekim 1997
Mesajlar ve kehanetlerYarın ne olacak? Bundan sonra beni neler bekliyor? Bugün beklediğim durumla karşılaşacak mıyım? Bu işe başlamak benim için hayırlı olur mu? Sevdiğimle birlikte olabilecek miyim? Ve, hemen her konuda neler olabileceğine ilişkin duyulan merak, kehanet sanatlarını hemen bütün dönemlerin en gözde ilgi odağı haline getirmiştir.Şimdi burada kehanet sanatları üzerine bir çeşitleme yapacağımı ya da ne olduğunu açıklayacağımı bekliyor olabilirsiniz. Ancak, konumuz ‘‘Kehanet’’ olmakla birlikte kehanet sanatları değil. Ben şimdi düpedüz yaşadığımız hayatın içinde düpedüz karşılaştığımız kehanetlerden bahsedeceğim. Bu kehanetler aslında yaşadığımız pratik hayatı kolaylaştırabilecek türden karşımıza çıkan mesajlar. Ancak, bu mesajları çözebilmek veya anlayabilmek için kehanet sanatlarının ustasının ‘‘Kahin’’ anlayış ve dikkatine sahip olmak gerekiyor. Hergün geçtiğiniz yola ne kadar dikkat edersiniz? Aslında hergün geçilen yol, insanın iyi bildiğini sandığı ve farkında olmadan geçip gittiği yoldur. Bu nedenle de hiç dikkat etmeyiz. Yürürken veya arabayla giderken bu bildik yolun dışında herşey vardır kafamızda ve etrafımıza görmeden öylece bakarız. Acaba, o geçtiğiniz yol gerçekten hergün geçilen aynı yol mudur? Elbette ki, aynı değildir. Herşey gibi yol da değişmektedir. Ve siz, bunun farkına varmazsınız. Dikkat etmediğiniz için görmezsiniz. Olağan görüntülerin arasında meydana gelen olağan dışı birşey gözünüze çarpmaz. Çünkü, dikkatiniz geçtiğiniz yolun dışında kimbilir nerelerdedir. Aklınız, belki evinizle ilgili ya da işinizle ilgili bir soruna takılıp kalmış, belki de başlamayı tasarladığınız bir konuyla meşguldur. Bunun sonucunda da mesajların farkına varamazsınız. Mesajlar diyorum. Çünkü, insanın çevresi mesajlarla doludur. Ve, bu mesajlar, o günün nasıl geçeceğinden tutun da sizin içinde bulunduğunuz durumun nasıl gelişeceğine kadar, pek çok konuda insana bilgi verir. Fakat, ne yazık ki, kişi, bunların farkında değildir. Farkına varsa bile anlayamaz. Örneğin, bir mistiğin tanrıya yakarışı ve dilediği yardımın en başında şöyle bir dua vardır;‘‘Tanrım, ne olur anlayışımı yükselt. Anlayışımı yükselt ki, senin gösterdiğin mesajları anlayabileyim’’Eski Mezopotamyalılar, doğada ve insan hayatında görülen alışılmışın dışında, garip ya da beklenmedik her türlü olayı bir tür kehanet olarak değerlendirmişlerdir. Kişinin karşılaştığı duruma göre, mutlu ya da mutsuz bir gelecek yorumunda bulunur, dinsel anlayışlarına göre kehanetleri açıklamaya çalışırlardı. Aslında, tarihin ilk dönemlerinde doğayla içiçe yaşayan insanların, çevrelerinde bulunan herşeyden bir anlam çıkartarak yaşadıkları bilinmektedir. Örneğin, hayvanların hareketine bakarak, deprem olacağı ya da fırtına çıkacağına dair kehanetlerde bulunup önlem almaya çalışmış, bulutların, ağaçların, suyun kendilerine verdiği mesajları değerlendirmişlerdir. Bugün dahi, çevrelerine karşı son derece duyarlı, atalarının öğrettiklerini uygulayan insanlar bulunmaktadır. Daha çok doğanın içinde yaşayan insanların, toprak, hayvanlar, gökyüzü ve bitkilerin kendilerine ilettiği mesajları anlayabilmektedirler. Örneğin, gökyüzüne bakıp gecenin ayaz olup olmayacağı, ertesi günün yağmurlu ya da güneşli olacağına dair kehanette bulunabilen bir çok kişi vardır. Bu tabii ki, şimdi sizin için bir kehanet değeri taşımayabilir. Ancak, gece dışarda bulunmak zorunda olan biri için, o gecenin ayaz olup olmayacağını bilmek çok ciddi bir bilgidir. Ve, o gece mutlu ya da mutsuz olacağı bu bilgiye bağlıdır. Dikkatinizin ve anlayışınızın yükselmesiyle birlikte geleceğe yönelik size sıkıntı veren ‘‘Ne yapacağınızı bilememek’’ durumundan çıkıp ‘‘Bilen kişi’’ olmanız mümkün. Dikkatinizi çevrenize yönelttiğiniz zaman sizin için beliren işaretlerin farkına varmaya başlayabilirsiniz. Önünüzde oluşan mesajları görebilir, kehanetleri anlayabilirsiniz. Anlamak için, istemeniz yeterli... Tabii bu isteğin gönülden olması gerekiyor. Gözlerinizi, kulaklarınızı, bütün duyu organlarını tamamen açık tutmalı, düşüncelerinizi ise, serbest bırakmalısınız. Yani etrafınıza kayıtsız, şartsız bakmayı, gördüklerinizden heyecan duymayı öğrenmelisiniz. Bu duruma kısaca, yaşamak diyebiliriz. Yaşamayı öğrendiğiniz zaman, mesajları da görmeyi öğreneceksiniz. Böylece, merak ettiğiniz ve içinizde sıkıntı duygusu uyandıran ‘‘Ne olacağını bilememe’’ endişesinin üstesinden ‘‘Bilerek’’ geleceksiniz, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemince...

3 Ekim 1997
SİYAH VE BEYAZSiyah ve beyaz denildiği anda insanın aklına hemen gece ve gündüz geliyor. Sonra, iyi ve kötü kavramları zihnimizde canlanmaya başlıyor. Kadın ve erkeği, veee, aklınıza gelebilen hemen bütün zıtlıkları birer birer canlandırmaya başlıyor.Düşündükçe neler neler buluyorsunuz... Negatif-pozitif, İyilik-kötülük, madde-anti maddeye kadar bilginiz ve öğrendiklerinizin ışığında hemen herşeyi siyah-beyaz sembolüyle birleştiriyorsunuz. Siyah ve beyaz üzerine anlatılacak ne kadar çok şey olduğunu anladığınız anda şaşırıp kalıyorsunuz. İşte ben de öylece kalanlardanım. Çünkü, şimdiye kadar sadece prensip olarak bildiğim ‘‘Negatif ile pozitif biraraya geldiği zaman birbirini nötralize eder’’ bilgisiyle düpedüz karşılaştım. Nasıl mı? Hemen aktarayım;Geçenlerde konuştuğum eski bir arkadaşım, Öperim Erkan (Yanlış anlamayın buradan Erkan'ı öpmüyorum. Ona takılan lakap bu...) hobi olarak uğraştığı fotoğrafçılık deneylerinden birini anlatıyordu... Aslında onun için fotoğraf ustası demek daha yerinde bir tanımlama olacak. Bugüne kadar binlerce dia ve yüzlerce fotoğraf denemelerinin sonucunda harikalar yarattığını görmüştüm. Fakat, her nedense, bu alanda ne bir yarışmaya katılmak ne de bu alanda profesyonel çalışmalar yapmak gibi bir teşebbüsü yoktu ve onun bu anlayışına da hayret ediyordum. Öperim Erkan'ın kendisi, şahsiyet olarak hayrete şayan biri olduğu için çok da fazla şaşırmamam gerekir. Çünkü, O, sadece bir fotoğraf ustası olmayıp elektrik ve elektronik alanında bugüne kadar tanıdığım gizli dehalardan biri olup yaptığı buluşlarını, evinde hayatını kolaylaştırmak adına gerçekleştirir. Örneğin, seneler önce, (O zamanlar henüz elektrikli şofbenler piyasaya çıkmamıştı) odunla ısınan termosifonunu elektrikle ısınır hale getirmiş, ve son derece pratik bir biçimde banyo işini çözmüştü. Tabii bu arkadaşımın sadece elektrikli aletlerle ilgisi olmayıp aklınıza gelebilen her alanda (Akvaryumdaki balıkların yumurtadan çıkışını gözlemek dahil) derin incelemelerinden haberiniz olsa, siz de hiç şaşırmayacaksınız. Neyse, konuyu fazla dağıtmadan siyah-beyaza gelsek iyi olacak. Fakat, arkadaşımın kimliğini düşündükçe, ‘‘Acaba bunlardan yeryüzünde daha kaç tane var’’ demekten kendimi alamıyorum. Çünkü, hayatını müzik yaparak kazanıyor. Ve ona baktığınız zaman, öyle hepimizden biri gibi görünüyor ki, onu tanıdıktan sonra dışarda dolaşan insanlara daha dikkatli bakmak ihtiyacını duyuyorsunuz. ‘‘Acaba, onun ne çeşit farklı özellikleri var ve bilinmeyen nelerle uğraşıyor? Yoksa, kimliği meçhul mucitlerden biri mi’’ diye gayri ihtiyari düşünmeye başlıyorsunuz. Kimsenin tanımadığı bu mucitin bana anlattığı deneyi aktarmaya başlasam iyi olacak. Çünkü, Öperim Erkan, anlatmakla bitirilecek gibi değil. Şimdi onun ağzından yaptığı deneyi aynen aktarıyorum;‘‘Geçenlerde eskiden çektiğim siyah beyaz bir fotoğraf gözüme ilişti. Birden bire bu resme baktığım zaman içimde birşeylerin kıpırdadığını hissettim. Ve resmi alıp tekrar fotoğrafını çektim. Sonra içeri geçip filmi banyo yaptım. Şimdi elimde eskiden tab ettiğim resimle bir de aynı resmin negatif filmi vardı. Bunları üst üste tam olarak yerleştirdiğim zaman görüntü tamamen kayboldu. Çünkü, negatif ve pozitif görüntüler birbirini tamamlamış olduğu için ortada resim kalmamıştı. Yani negatifte siyah olarak görünen lekeler pozitifte beyaz olarak görünüyordu. Tabii pozitifteki beyazlar da negatifte siyah idi. Bu durumda negatif ve pozit filmleri tam üst üste koyduğunuz zaman ortada şekil mekil kalmıyordu. Ben bu filmleri tam üst üste gelecek şekilde değil de biraz kaydırdım. Ve bu şekilde tab ettim.Sonuç olağanüstüydü. Sanki, karakalem bir çalışma gibi çizgilerden oluşan bir resim ortaya çıkmıştı. Sonra bunu büyüttüm. Büyütürken fotoğraf daha da ilginç bir görünüm kazandı.’’Evet, siyah ve beyazın birbirini yok ettiğinin açık seçik bir deneyi idi bu... Ve, bunun üzerine düşünmeye başladım. Kadın ve erkeğin birlikte oluşları geldi aklıma. Siyah ve beyaz gibi kadın ve erkek de birbirinin karşıtıydı. Demek ki, tıpkı pozitif ve negatif filmin üstüste geldiğinde görüntünün kaybolması gibi birleşecek olurlarsa, yok olacaklardı. Tasavvufta anlatılan ‘‘Tanrı aşkı’’na ulaşabilmek için önce insana aşık olmak gerektiği felsefesinin altında yatan gerçek demek ki, buydu. Ve birbirine aşık olan insanlar biribirlerinde yok oldukları zaman ancak tanrıyı bulabiliyorlardı. Öyle ya, tanrıya ulaşmanın kademelerinden biri yokluk haliydi. Ve işte, yokluk halini yakalayabilmenin tek yolu kendi zıttınla bütünleşebilmekti. Vee, demek ki, dedim; İnsanlar kendilerinin karşıtıyla yani karşı cinsle bütünleşmeyi bir türlü başaramadıkları için yokluk halini yakalayamıyor ve tanrıya ulaşamıyorlar. Tıpkı arkadaşımın filmi kaydırması gibi...Böylece, çizgilerden oluşan belirsizliğin içinde bütünleşebilecekleri kişinin arayışını sürdürüyorlar. Umarım, birgün siyah ve beyazın yokluğunda buluşabiliriz, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce...

25 Eylül 1997
Ortak şuurla karşılaşmaHemen hepimiz zaman zaman ortak şuur alanıyla farkında olmadan karşılarışırız. Ve kendi ortaya koyduklarımıza kendimiz şaşarız. Fakat, hemen hiçbir zaman bunun farkına varamayız. Şimdi diyeceksiniz ki;‘‘Ortak şuur da neyin nesi? Biz daha kendi şuurumuzun farkındalığında bile değilken bir de ortak şuur diye birşey çıktı.’’ Aslında çok haklısınız. Daha, bilinç düzeyimizi yükseltip şuurlu olabilme telaşını yaşarken, yepyeni bir kavramla karşılaşmak pek anlaşılır değil. Ancak, anlayabilmek için de mevcut olanlardan haberdar olmak gerek. Ya da en azından ben öyle düşünüyorum. Şuurluluğun artması için ‘‘Kollektif (Ortak) şuur’’un ne olduğunu anlamakta yarar var. Neyse, yararlarını daha fazla uzatmadan konuya geçelim. Kollektif şuur, kollektif bilinç, ya da ortak şuur nedir? Nasıl karşılaşılır?İnsanın aklına hemen bu sorular geliyor.Ortak Şuur ya da Kollektif Bilinç denildiği zaman, bütün insanların hep birlikte oluşturdukları ‘‘Bilinç’’ anlaşılıyor. Benzer duygularımızın ve düşüncelerimizin birleştiği bir alan olarak tanımlanabilir. Ve bu alanla hemen herkes içiçe bulunduğu halde (Herşeyle olduğu gibi) farkında olmayız. Tıpkı bizi saran, nefes alırken içimize çektiğimiz hava gibi... Sürekli temas halinde olduğumuz halde, içiçe yaşadığımız halde, anlayamayız.Tabii bu durumda karşılaşmadan bahsedilemez. Daima var olanın farkedilmesi denilebilir. Fakat, insan ancak karşılaştığı zaman farkına varabiliyor.Örneğin, kolunuzun arkasında olan bir ‘‘Ben’’i doğumunuzdan itibaren taşırsınız, o, hep oradadır. Ancak, sizin görüş açınızın dışında kaldığı için farkında değilsinizdir. Taa ki, biri size söyleyinceye ya da aynada tesadüfen görünceye kadar. Beninizle karşılaştığınız zaman bir ben olduğunun farkına varırsınız. İnsanın algılamasıyla ilgili ortaya çıkan bu durumu karşılaşma olarak tanımlamak, pek yanlış olmasa gerek. Şimdi, kavram kargaşası yaratmadan esas konumuza dönelim. Kişi, ortak şuur ile sürekli temas halinde bulunduğu halde bunun farkında değildir. Üstelik çeşitli zamanlarda karşılaştığı halde yine de şuurunda pek birşey uyanmaz ve ortak şuurun ayırdına varamaz. Tıpkı ciğerlerimizin ihtiyacı olan havayı sürekli solumamız gibi. Ancak, soluk alamadığımız zaman ihtiyacımızı ve önemini kavrayabilir, şuuruna varabiliriz. Ya da birileri bize işaret ettiği zaman havanın farkına varırız. İşte, ortak şuur ile insan arasındaki iletişim, tam olmasa bile hava örneğine benzemektedir.Carl Gustav Jung ortak şuuru, ‘‘Arcetip’’ teorisiyle açıklarken, uzakdoğu mistik felsefesinde ‘‘Akaşa’’ olarak karşımıza çıkıyor. Yani bütün insanların (Geçmiş ve gelecek) kayıtlarının tümünün mevcut bulunduğuna ilişkin bir kavram. Vee, daha bir çok kültürde değişik adlarla karşımıza çıkan ‘‘Ortak Şuur’’ için, kişilerin kuvvetle yarattıkları düşünceler, istekler ve tecrübelerin birleştiği bir alan diyebiliriz. Tabii bu alanla sürekli bir temas halinde bulunduğumuzu düşünecek olursak, kişinin kendi düşünce, tecrübe ve edindiği bilgilerle beslediği bu ortak alandan aynı zamanda ihtiyacı olan bilgileri de alabileceği anlaşılmaktadır. İşte, ihtiyaç anında hiç aklımızda yokken zihnimizde beliren çözümlerin bazen ortak şuur alanından çektiğimiz söylenebilir. Ortak şuuru, herkesin tecrübelerinin birarada olduğu bir alan şeklinde kabul edecek olursak, o zaman birilerinin tecrübe ve bilgilerinden bizim de istifade edebileceğimiz açıkça anlaşılıyor. Aynı anda dünyanın çeşitli yerlerinde birbirinden habersiz ortaya konulan eserlerin birbirine benzemesinin nedeni de böylece anlaşılmış oluyor. Sanki, kopya çekmişcesine birbirine aynı olan kitap ya da karikatürlerden tutun da benzer tarzı işleyen resimler, farklı bir dil ve üslubu taşımasına rağmen aynı sonucu yakalayan kişiler, birbirinden tamamen habersiz kişilerin aynı zamanlarda yaptıkları benzer keşifler... Ve bütün bunlar ‘‘Ortak şuur’’un anlaşılmasıyla açıklık kazanıyor. Örneğin, rönesans dönemi, kollektif bilincin açığa çıkmasına en çarpıcı örneklerden biridir. Ortak şuuru, sadece sanat ve bilim alanındaki buluşlarla sınırlandırmak pek doğru olmaz. Fakat, sanatçı ve bilim adamı yani yaratıcı alanlarda çalışmalar yapan kişilerin sahip oldukları duyarlılığı gözönünde bulunduracak olursak, ortak şuurla aralarındaki alışverişin boyutları daha iyi anlaşılabilir. Yoksa, hemen herkes aynı derecede yoğun bir temas halinde bulunuyor. Tıpkı, herkesin hava ile olan teması gibi. Hepimiz, aynı derecede havayla içiçe yaşıyoruz. Fakat, ses sanatçıları ve sporcular gibi kullanmıyoruz. Evet, ortak şuur sadece sezgiler ve yaratıcı alanlarda değil, özellikle ihtiyaçların birleştiği bir alan. Örneğin, kahramanların ortaya çıktığı dönemleri düşünün... Halkın büyük bir baskı ve sıkıntı altında ezildiği, bundan kurtulmak için büyük bir istek içine girdiği zamanlarda ortaya çıktığını görürsünüz. Herkes, aynı ihtiyaç içine girip kuvvetle aynı istek üzerinde birleştikleri zaman ortak bilinç açığa çıkmakta ve ihtiyaç doğrultusunda gelişmeler meydana gelmeye başlamaktadır. Nefret, sevgi, umutlar ve beklentilerin birleştiği ortak şuurun farkındalığı içine girdiğiniz zaman, düşünce ve duygularınızdan ne derece sorumlu olduğunuzun bilincine varılır. İşte, böyle bir bilinç içinde sevginin anlamı daha bir kavranabilir, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce...Bütün zamanların bitkisi!

25 Eylül 1997
Ne kadar zengin bir ülkede yaşadığımızın farkına bir varabilsek, yoksulluğumuzdan utanırdık herhalde... Hani derler ya; ‘‘Varlık içinde yokluk çekiyoruz’’ işte bizim halimiz, öyle birşey. Nelerden bahseceğimi çıkaramadınız, değil mi?.. Tarih, kültür, yeraltı, yer üstü kaynakları, ve daha neler neler... Bunca çeşitlilik ve bolluk içinde ne anlatacağımı öngörmeniz mümkün değil. İşte, bütün bunlar bile, ülkemizin ne kadar zengin olduğunun işareti... Her açıdan böylesine zengin bir yerde yaşayıp yoksul olmak, bize özel bir durum olsa gerek. Elimizdeki nimetlerden haberimiz yok. Ve, haberdar olmak için de neredeyse hiçbir gayret göstermiyoruz. Düşünebiliyor musunuz? Bir memleket ki, son derece geniş bereketli topraklara sahip. Bir memleket ki, çorak topraklarında bereketli bitkiler yetişiyor. Kısacası bereketli bir ülkede yaşıyoruz, vesselam... İyi de bunun farkında olmayınca, kaç para eder? İşte yine öyle kös kös oturup, ne iş yapsak da para kazansak diye düşünüyoruz. Birazcık etrafımıza bakınsak, (Tabii istekle) görmeye, anlamaya çalışsak, biraz gayret göstersek, yoksulluğu öyle bir kovacağız ki, bir daha yanımıza bile sokulamayacak. Fakaaat, biz ne yapıyoruz?.. Zenginliğimize sahip çıkmak yerine, bir mirasyedinin tavrıyla varlığımızı tüketmekten başka birşey yapmıyoruz. Şu sahip olduğumuz toprakları yeterince bir değerlendirebilsek, bize yetecek. Diğer kaynaklara neredeyse gerek bile kalmayacak. Örneğin, şu ‘‘Kapari’’ denilen bitki... Bir yıl önce son derece yoğun bir kampanya başlatılıp bitkinin tanıtımı esaslı bir biçimde yapıldığı halde ne olmuş?.. İnsanlar ne kadar ciddiye alıp ne kadar üzerinde durmuşlar?.. Aslında, bilen biliyor ve senelerdir toplayıp satıyor, ihracaatını yapıyor. Fakat, sahip olduğumuz potansiyelin karşılığında bu çalışmalar çok zayıf kalıyor. Yani, bu işte çok ekmek var. Var da, yapan yok... Sonra da yoksulluktan şikayet ediyorlar. Onca tanıtımın üstüne, çevremde tanıdık tanımadık kim varsa, sordum. Kimsenin haberi yok. Olanlar da tesadüfen markette kavanozun içinde görüp, ne menem birşeydir, diye tadına bakmak için almış da oradan biliyor. Üstelik, kavanozun üzerindeki etiket ‘‘Yabancı’’ içindeki ise, ülkemizin yemişi. Hem de Karadeniz Bölgesi hariç heryerde ibadullah yetişiyor. Yetişiyor da, haberimiz olmadıktan sonra, ne fayda... Elin Avrupası, Amerikası biliyor, satıyor, yiyor, biz de onlar yediği için tadına bakıyoruz. Peki, bizim olana niye sahip çıkmıyoruz? Niye biz yapıp satmıyoruz? Niye biz, üretmiyoruz? Niye, biz kendiliğinden yetişmiş mahsulümüzü toplayıp değerlendirmiyoruz? Niye bilmek için gayret sarfetmiyoruz?Kökleri, gövdesi, yaprakları, tomurcukları, yemişiyle böylesine her tarafı işe yarayan, kolay yetişen, ekip-biçmesi büyük emekler istemeyen bir bitkiyi hayata geçirmiyoruz?Üstelik şifalı bir bitki... Neredeyse, her derde deva...İlaç sanayiinden boya sanayiine, kozmetikten lüks lokantaların masalarına kadar her yere giren, böylesine zengin yönlere sahip bu bitkinin toprak ve bakım açısından da ne kadar kanaatkar olduğu gözününde bulundurulacak olursa, gelecek çağın bitkisi diyebiliriz. Öyle ya, yangınlar devam edecek olursa, yakında bütün her yer çöl olacak. Eee, bu bitki de çorak ve kurak arazilerde yetiştiğine göre, geleceğin bitkisi olduğu gün gibi aşikar. Aslında, böylesine zengin özellikleriyle birlikte bir de toprağın derinliklerine adamakıllı uzanıp kökleriyle sıkı sıkı toprağa yapışarak erozyonu önlediğini de öğrendikten sonra, günümüzün bitkisi olduğunu söylemek gerek. Anadolu topraklarında kendiliğinden yetişen bu bitkiye aslında bütün zamanların bitkisi demek daha doğru olacak. Çünkü, çok eski zamanlardan beri biliniyor. Aristo ve Hipokrat, eserlerinde bu bitkinin tomurcuklarında bir çok ‘‘Sırlar’’ olduğunu yazıyorlar. Eski Mısır'dan Eski Yunan'a kadar heryerde karşımıza çıkıyor. Evliya Çelebi ünlü eserinde Çorum'u tanıtırken, ‘‘... toprağında gebre adında bir yemiş olur ki, turşusu yapılır, gayet faydalıdır’’ diyor. Demek ki, Anadolu'nun kimi yerleri tanıyor, biliyor, salamurasını yapıp yiyor fakat, bunu, her ne hikmetse, iş edinmiyor. Söz Anadolu'ya gelmişken ‘‘Kapari’’ adıyla anılan bu bitkinin yörelere göre değişen adlarını da hemen belirteyim. ‘‘Kedi tırnağı, hint hıyarı, it hıyarı, it kavunu, kargakavunu, yılan kabağı, menginik, cimbom, gevil, yumuk, bugo, bubu, kepekçiçek, berikemeri, şeballah, devedikeni, keper, kepere, kepre, gebre, gebere, geber otu’’Bu kadar çeşitli adı olan ‘‘Kapari’’yi kimbilir, belki siz de biliyorsunuz. Fakat, Almanların bu bitkinin tomurcuklarını sos ve salamura olarak tam 472 çeşit yemekte kullandıklarını sanırım bilmiyordunuz. Böylece, öğrenmiş oldunuz. Elbette ki, öğrenmekle yetinmeyelim. Hemen kolları sıvayalım ve Orman Bakanlığı Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğünü arayalım. Ya da bulunduğunuz yerdeki Orman Fidanlık Müdürlüğünü... Tam bir milyon kapari fidanı ve bunların geliri sizi bekliyor, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemince... Hayal ettiklerim gerçekleşiyor

18 Eylül 1997
Leviathan rumuzlu mektubu okuduğum zaman, ‘‘İşte!’’ dedim, şimdiye kadar yazdıklarımın gerçek bir uygulayıcısı... İçinde bulunduğu zor koşullara kendini bırakmamış, hatta yaşadığı zor tecrübeleri kendisi için itici güç olarak kullanmış, biri... Kendisinin, yapabileceklerinin farkına varmış, biri... Kendisine inanan, hayal gücünü yapıcı enerjiye dönüştüren ve ne isteyeceğini, nasıl isteyeceğini öğrenmiş biri... Mektubu okuduğum zaman, ‘‘Bunları herkes öğrenmeli’’ diye düşündüm ve aynen aktarıyorum.Berbat bir çocukluk dönemi geçirdim. Evimiz tımarhaneden farksızdı. Sanırım Satürn etkisine bağlı olarak her yedi senede bir yangın, kaza, skandallar, sağlık sorunları, ameliyat ve en son olarak da boşanma gibi sevimsiz durumlarla karşı karşıya kaldım. Sürekli ev değiştirdim. Ailem pek sosyal bir aile sayılmazdı. Babam, mevkiini kaybetmiş biriydi. Annem ise, kocasından çekinen, içine kapanık bir kadındı. Yanlış giden şeyler vardı. Ben hayatım boyunca bunu hep hissetmişimdir. Birgün annem hastalandı. Sanırım daha fazla dayanamamıştı. O zaman ipleri elime almaya karar verdim. Şunu her yerde, her zaman söylerim;Babamdan oldum olası nefret ettim. Bunu belli de ettim. Bu yüzden birçok kişi bana düşmandır. Benden mantıklı bir gerekçe istediklerinde onlara söyleyecek fazla birşey de bulamıyorum. Çünkü, bir sebebi yok, sadece onu sevmiyorum. (Sevgisizliğin nedeni, annenin baba tarafından ezilmesi sonucunda ortaya çıkan şuuraltının bir tepkisi olsa gerek) Annem hastalanınca birşeyler yapmaya karar verdim. Odama çekilip bir düş kurdum. Düşümde annemle içinde bir baba olmayan yeni bir eve taşındığımızı, bir de köpeğimiz olduğunu ve mutluluk içinde yaşadığımızı gördüm. İşkence bitmişti... Aynı sene içinde tıpkı düşlediğim gibi boşandılar. Yeni bir eve taşındık. Artık gülümseyerek uyanıyoruz. Köpeğimiz yok ama çok şirin bir kedimiz var. Ve, mutluyuz.Diyor ve yaşadıklarını anlatmaya şöyle devam ediyor;İnsanın içindeki potansiyeli fark edebilmesi çok önemli. Artık başıma felaketler gelmiyor, gökyüzü başıma geçmiyor, hepsi bitti. 1995-96 yıllarında daha çok kişisel boyutlarda algıladığım bir değişim geçirdim. Sanırım bu değişim hala devam ediyor. Bu değişim sürecinin başlangıç safhası oldukça sancılı oldu diyebilirim. Kendimi bilinçsizce öyle durumlara soktum ki, hatırladıkça sinirlenmekten kendimi alamıyorum. Tam bir geri zekalı gibi davrandım. İnsanlara, bana gülme zevkini tattırdım. Ama ne yalan söyliyeyim sonucu bütün çektiğim sıkıntılara değdi. Çünkü, şu anda daha önce hiç olmadığım kadar güçlüyüm. Artık ne istediğimi biliyorum. 1996 yılının son aylarıydı sanırım, birden pek çok gerçeğin farkına vardım. Dayanılmaz insanlarla kuşatılmıştım ve bu insanlar beni boğuyorlardı. Onları dar vizyonlu, seviyesiz hatta düpedüz aptal buluyordum. Ancak, beni asıl şaşırtan şey, bu kişileri yanımda bu kadar uzun zaman nasıl barındırmış, onlara nasıl tahammül edebilmiş, olmamdı... Karar vermiştim. Bugüne kadar hayatımda yolunda gitmeyen herşeyi ayıklamış biri olarak mutlaka bunu da başaracaktım. Kısa zamanda herşey yoluna girdi. Şu anda çevremde kelimenin tam anlamıyla pozitif enerjiye sahip insanlar var. Kaderimi değiştirme gücüm olduğunu sanıyorum. Çünkü, bunu pek çok kez başardım. Ancak, az önce bahsettiğim değişim, beni oldukça hırslı biri yaptı. Şimdi, çok büyük amaçlarım var. Hayatımdaki karışıklıklar nedeniyle eğitimimi yarım bırakmıştım. Fakat, tekrar üniversite sınavlarına girmeye karar verdim. Mümkün olan en iyi okulda felsefe eğitimi almak ve çıkabileceğim en yüksek mevkiye çıktıktan sonra bir çocuk sahibi olmak ve onu en iyi şekilde yetiştirmek istiyorum. Bütün bunları gerçekleştireceğime inanıyorum. Evet, ben de sizin hayal ettiğiniz herşeyi yapabileceğinize inanıyorum. Kendinize inanmaya devam etmelisiniz. Astrolojik açıdan duymuş olduğunuz endişelerden kurtulmalısınız. Üstelik, gezegenlerin size verdiği potansiyeli en iyi biçimde kullanmayı başarmışsınız. Ayrıca, bir kez elde edilen bilgi hiçbir zaman kaybedilmez. Potansiyelinizi açığa çıkartıp kullanmaya başladıktan sonra, geri dönüşü yoktur. Gökyüzünün konumu her ne olursa olsun, bir kez gezegenlerden üzerinize akan enerjiyi fark etmeyi öğrenmiş ve kullanmayı başarmışsınız. Bundan sonra da başaracaksınız. Veee, herkes de sizin gibi öğrenebilir, başarabilir, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemince

11 Eylül 1997
Mutsuz prensesin masalı"Bir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar Diana adında güzel mi güzel, sevimli mi sevimli bir prenses varmış. Yoksulların, yardıma muhtaçların yanında, zorbaların ve kötülüklerin karşısındaymış. Zaten öyle mutsuz öyle mutsuzmuş ki, bütün hayatını kendi gibi mutsuz olanları mutlu etmeye adamış. Zavallıların mutlu olduğunu görerek mutlu olmaya çalışırmış.İyi yürekli, içten ve sıcak davranışlarıyla halkın gönlünde taht kurmuş. Bütün halk bu sevgi dolu prensese tapar olmuş. Taparmış, taparmış ama iyiliğin karşıtı olan kötülük onun da eteğine yapışmış, bırakmaz olmuş. Her dönemde var olan kötü adamlar prensesi de bir türlü rahat bırakmazlarmış. Nereye gitse, ne yapsa takip ediyor, gün yüzü göstermiyorlarmış. İyi yürekli prenses onları da hoş karşılıyor, sesini çıkarmıyormuş. Hatta peşinde dolaşmalarından hoşlanıyormuş gibi davranıyormuş. Ne de olsa bir prenses olduğu için, prenseslere yakışır şekilde davranmasını biliyor ve bu adamların, halkının gözü ve kulağı olduğunu düşünüyormuş. Bu nedenle de onlara iyi davranıyormuş.Davranıyormuş ama günün birinde olanlar olmuş. Peşine düşen bu adamlardan kurtulayım derken Azrail'e yakalanıvermiş. Hem peşinde dolaşanları, hem de bütün halkını büyük bir yasa boğarak bu dünyadan ayrılıvermiş. Masal da burada bitmiş."Aslında masalların sonu hep iyi biter. Prensesler muratlarına erer, masalı dinleyenler de kerevete çıkar. Kötü adamlar, yaptıkları kötülüğün cezasını bulurlar. Fakat, bu masalın adı üzerinde "Mutsuz prensesin masalı." Böylesine mutsuz olan biri için, prenses bile olsa, mutlu bir son tasarlamak mümkün değil. Zaten prensesin kendisi de, kendi için mutlu bir tablo tasarlayamamış ki, ölüp gidivermiş.Prensesin ölmesiyle masalımız burada bitiyor mu?Hayır, bitmiyor. Asıl masal, bundan sonra yazılmaya başlayacak. Mutsuz prensesin hazin sonunu hazırlayanlar belki de masalın baş kahramanları olacaklar. Veee, bir varmış, bir yokmuş, diye başlayan masalımız (Zaten herşeye bir bakıyorsunuz var. Sonra bir daha dönüp baktığınız da yok. Galiba hayatın kendisi bir masal ve herkes kendi masalını yazıyor) şöyle devam edecek; Adına "Paparazzi" denilen, gözünü budaktan sakınmayan foto muhabirleri varmış. Öylesine cesur, öylesine kurnaz, öylesine maharetli ve öylesine işlerine bağlılarmış ki, ölmeye ve öldürmeye hazır bir biçimde gözlerini bile kırpmadan dolaşırlarmış.En usta avcıdan daha avcı, daha hızlı ve daha acımasızlarmış. Ulaşılmaz ya da imkansız diye birşey tanımazlarmış. Bütün dikkatlerini, objektiflerini yönelttikleri avlarına odaklayıp değme nişancıdan daha keskin nişan alırlarmış.En nadide, en kıymetli, ulaşılmaz dağların zirvesinde yetişen, kimsenin görmediği çiçeklere ulaşmayı başarırlarmış. Veee, herkesin merakla beklediği olağanüstü görüntülerle dolu metrelerce filmleriyle geri dönerlermiş. Tabii karşılığında da hak ettikleri büyük ödülü alırlarmış. Ödülleri öyle büyük öyle büyükmüş ki, görenlerin, duyanların kalbi yerinden oynarmış.Eee, kolay değil. Kimsenin yapamadığını yaparsanız, kimsenin kazanamadığı ödülü elbette ki, kazanırsınız. Zaman içinde ödüller giderek daha çekici hale gelmiş. Çünkü insanlar, ulaşılmaz olanı daha çok merak etmeye başlamışlar. Çünkü insanlar, daha çok merak etmeleri gerektiğini anlamışlar. Tabii bunun sonucunda merakın yarattığı bu avcıların sayısı da giderek artmış. Paparazzi adındaki bu görüntü avcılarının becerileri daha da artmış, zekalarının tümünü yaptıkları işte daha da ustalaşmaya yöneltmişler. Artık onlara "İmkansızların fotoğrafçısı" denilebilirmiş. Bir kedi kadar meraklı, kedi kadar çevik ve becerikli olmayı öğrenen imkansızların fotoğrafçısı olan "Paparazzi"ler ne yazık ki, "Merak kediyi öldürür" diyen Çin atasözünden haberleri yokmuş. Hemen burada insanın aklına şöyle bir soru geliyor; Kimin haberi var? Merak kediyi öldürür, diye korkup hiçbir şeyi merak etmeyecek miyiz? Merak etmek, kedinin olduğu kadar bizim de özelliğimiz. Fakat, bu özelliğimizi düşünce gücümüzle birleştirmeliyiz diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemince...

28 Ağustos 1997
Türkiye - Galler MaçıBir gün futbol hakkında yazı yazacağımı söyleseler, "Hadi canım sen de, olacak şey değil" derdim. Yazacaklarımı kafamın içinde sıralamak bile zor gelirken, bütün fikirler birbiriyle zihnimin içinde dövüşüp önce "Beni yaz" derken, herşey bitti de futbolu mu yazacağım, derdim. İnsan büyük konuşmamalı. Ne zaman ne yapacağı hiç belli olmaz. Günün birinde öyle birşey olur ki, aklınızdan geçirmediğiniz kadar etkilenebilir, hiç yapmayacağım dediğiniz şeyleri yapabilirsiniz. Şu anda benim futboldan bahsetmem gibi... Neyse lafı fazla uzatmayayım, geçen akşam Türkiye-Galler maçını izlerken çok etkilendim. Etkilenmek ne kelime, maçı izlerken adeta kendimden geçtim. Şimdi benim, futbol maçlarının sıkı bir izleyicisi olduğumu düşüneceksiniz. Ve tabii ki, yanılacaksınız. Doğrusu futboldan pek anladığımı söyleyemeyeceğim. Hatta bir topun peşinden yirmi iki kişinin koşmasını da çok anlamıyorum. Fakat, zevk işte onlar koşuyor, keyif alıyor diye düşünüyor ve onları anlayabiliyorum. Fakaaat, ya yirmiiki bin kişinin izlemesine ne demeli?. İşini gücünü bırakıp stadlara koşanları, maç saatinde evlerindeki televizyonun karşısında olabilmek için çırpınanları hiç mi hiç anlamıyordum. Daha doğrusu geçen akşama kadar anlamıyordum. Geçen akşam arkadaşımın evinde çocuklarla birlikte bahçeye yemek masasını hazırladık. Çeşitli bitkilerden oluşan salatalarla süslü masaya tam oturmuştuk ki, arkadaşımın aklına milli takımımızın Galler ile yapacağı maç geldi ve hemen koca televizyon bahçeye yaklaştırıldı. Hepimiz televizyonu rahatça izleyebileceğimiz biçimde masaya yerleştik. Tam yemeye başlamıştık ki, maç başladı. Doğrusu önceleri pek ilgilenmiyordum. Ardı ardına bizim takımın attığı golleri pek önemsememiştim. Arkadaşım ve oğlum Alican heyecan içinde yemeği falan bırakmışlardı ki, Galler takımı atağa geçip bizim takıma golleri yağdırmaya başladı. Çocuklar ve arkadaşım sus pus olmuş, daha bir dikkat kesilmişlerdi. İşte o sırada ben de bütün dikkatimle maçı izlemeye başladım. Milli duygularım kabarmıştı. Durum üç iki olmuştu. Yani yeniliyorduk. Hem de kendi topraklarımızda. Birden televizyonun sınır, mekan tanımayan, teknoloji harikası bir cihaz olduğu aklıma geldi. Bütün dünya bu maçı izliyormuş, duygularına kapıldım ve tam o sırada bizim takımın attığı üçüncü gol ile beraberliği yakaladık. Büyük bir heyecanla maça konsantre olmuştum. Durum üç-üçtü ve ilk yarı bitti. Reklamlar başladığı sırada kendimin farkına vardım. Herşeyi unutup kendimi maça nasıl da kaptırmıştım. İşte o anda futbol meraklılarının izlemekten ne çeşit bir zevk aldıklarını anladım. Futboldan anlamasam bile, içimdeki anlayışın yükseldiğini hissettim. Kimbilir, belki de bütün dünyanın çok önemsediği, büyük finanslar ayırıp yatırımlar yaptıkları futbolda bizim de adımız sanımız var, diye düşündüğüm için. Futbol işte, deyip geçip gitmemek gerektiğini düşündüm. Hiçbir konuda adımızı duyuramazken şayet futbol sayesinde adımızı duyurabileceksek, işte bu çok önemli, diye düşündüm ve daha bir önemsemeye başladım. İkinci yarı başladı. Üç-üçlük beraberlik Galler'in attığı dördüncü golle bozuldu. Arkadaşım o sırada ara girdi ve "Şayet bir gol atılacak idiyse bunu biz atmalıydık" dedi. Ona yürekten katıldım o an. Artık gözümü bile kırpmadan maçı izliyordum. Derken, bizimkiler bir gol daha attılar. Böylece beraberliği tekrar yakalamış olduk. İşte tam o sırada bu maçın 6-4 biteceği içime doğdu. Alican'a dönüp "Bizimkiler iki gol daha atacak ve maç altı-dört bitecek" dedim. Kendi kendime konuşur gibi söylediğim bu sözler aslında bir temenniyi dile getiriyordu. Ve bu dileğimin gerçekleşmesi uzun sürmedi. Herhalde bütün Türkiye o sırada böyle bir dilekte bulunuyorlardı. Öylesine güçlü, öylesine yürekten bir dilek olduğu için de gerçekleşti. Hakan, o gece hayatının futbolunu oynadı sanıyorum. Bizim dilegimizi gerçekleştirmek için var gücüyle çalıştı ve başardı. Arkadaşım, bunun müthiş bir maç olduğunu ve bu maçı mutlaka bir kaç kez gösterirler, dedi. İzlediğim maçların sayısı çok az olmakla birlikte, beni bu derece etkilediğine göre, hem de futboldan pek anlamayan beni böylesine heyecanlandırdığına göre, müthiş bir maç olduğu kesin. Üstelik, bugüne kadar Türkiye'nin Galler ile yaptığı maçlardan sadece bir tanesini tek golle kazandığımızı düşünecek olursak... Bu maç da 1979 yılında İzmir'de yapılmış. Vee o gün, bugün Galler ile yapılan karşılaşmaların tamamında sadece ve sadece bir tek gol atmışız. Şimdi, bütün bu bilgilerin ışığında Türkiye'nin kolay lokma olmadığını tüm Avrupa anlamış bulunuyor ve bunu anlatan da Türkiye'nin yetiştirdiği Türk çocukları... Demek ki, yapabiliyormuşuz. Demek ki, başarabiliriz. Ve sadece futbolda değil, her alanda bu başarıyı tekrarlayabiliriz, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce...Hayvanlarımızı sevelim

28 Ağustos 1997
Köpeğim öldü! Benimki de... Bir başkası ileriden atıldı, 'Benim köpeğim de öldü'. Marmaris’in Armutalan bölgesinde sokaklar köpeklerden 'Temizlenmiş', hem de ne temizlik... Sahipli, sahipsiz, güzel, çirkin hiçbir köpeğin ne olduğuna bakmadan kesin bir temizlik yapılmış. Temizleme aracı ise, zehir. Köpeklere yedirmek için güzel mamalar hazırlayıp içine de zehiri boca etmişler. Sonra da köpeklerin önüne atmışlar. İnsanlarla birlikte yaşamaya, özgür ve dilediği gibi dolaşmaya alışmış, hiçbir zararı olmadığı gibi faydası olan bu güzel canlılar ne bilsinler ki, önlerine konulan mamanın zehirli olduğunu?.. Üstelik hiçbir zararı dokunmamışken, kendisine zarar vereceklerini hatta öldüreceklerini ne bilsinler?..Bilseler yerler mi? Kendilerine bu zehirli mamaları verenlerin yanlarına yaklaşırlar mı? Marmaris’te bu katliamın failleri meçhul. Belediye hiçbir şekilde hayvanların zehirlenmesinden kendisinin sorumlu olmadığını iddia ediyor. Kimbilir, belki gerçekten belediye yapmamıştır. Hayvanlardan (Ne sebepten bilinmez) rahatsız olan bir ruh hastasının işidir. Belki de en büyük zevki, özel zehirli yiyecekler hazırlayıp hayvanlara yedirdikten sonra karşılarına geçip seyretmekten anlaşılmaz bir keyif alıyordur. Kimbilir, belki de belediye yaptığı işin vehametinin farkında olduğu için gizlice bu eylemini sürdürüyordur, bilinmez. Ortaca’da ise, belediye, sokaklarda yaşayan kedi ve köpekleri yok etmek için planlı bir harekat başlatıp bütün ekip ve ekipmanlarını hazır edip gerçek bir katliam yapar. Bunu haber alan bir doktor sadece iki hayvanı (Biri hamile) kurtarabilir. Gönüllü çalışan bir hayvansever hanıma bu hayvanları götürür ve uyarır. Fakat, yapılacak birşey yoktur. Sokaklarda yaşayan ne kadar hayvan varsa, hiç düşünmeden, acımadan katledilir.Katliamın ardından çoluk çocuk, yaşlı genç bir sürü gözü yaşlı insan kalır. Kendi aralarında söylenirler, dertleşirler, konuşurlar fakat, hiçbir şey yapamazlar. Ne yapacaklarını bilemezler. Hepsi birden toplanıp belediye binasına yürüseler, ne olacak. Ölen hayvanlarını geri mi, getirecek?Peki, ya bu katliamlar daha ne kadar devam edecek? Hiç bir yaratık kalmayıncaya kadar mı? Canlılığın belirtisi, sokakların süsü, hayatın devam ettiğinin göstergesi bu canlılar yok olup gittikten sonra, soylarını devam ettirmek için kampanyalar mı düzenleyeceğiz? Nesli tükenen hayvanlara yaptığımız gibi özel koruma alanları mı oluşturacağız? Düşünün bir, evinizden sokağa çıkıyorsunuz. Sokakta ne bir kedi, ne bir köpek, ne bir kuş sesi var. Ne de çocuğunuza yolda giderken göstereceğiniz 'Bak, pisiye, aaa ne şirin bir kuçu, bak, bak' diyebileceğiniz tek bir hayvan dolaşmıyor. Sokak, tam bir ölüm sessizliğine bürünmüş. Sanki, burada hayat yok, duygusuna kapılıyorsunuz. Ve siz, burada yaşıyorsunuz...Bu konuda daha fazla birşey söylemek istemiyorum. Hayvanları katletmeye devam edersek geleceğin manzarasını sadece ve sadece sizin aklınıza, düşüncenize, hayal gücünüze bırakıyorum ve hayvanlarımızı sevelim diyorum, Yasemin’ce...Güneş Başak burcunda Bugünden itibaren Güneş, zodyak kuşağındaki yolculuğuna Başak Burcunda devam edecek. Güneş’in Başak Burcuna girmesiyle birlikte hizmet sektöründe de yoğun bir hareket gözlemlenecek. Çünkü, Başak Burcunun idare ettiği en belirgin alan, hizmet sektörü... Özellikle hastaneler, eğitim kurumları, çeşitli dernek ve hizmete yönelik kuruluşlarda aktif bir dönemin başladığı söylenebilir. Bunlarla birlikte, komşuluk ilişkileri, çocuklara yönelik ilginin artması ve uzun vadeli planların yapılacağı bir devreye girilmiş bulunuluyor. Toprağa yönelik alım-satım, yatırımlar, emlak işleri, borsa ve hisse senetlerinde de hareketli bir dönemi haber veren Güneş’in bu konumu, eğitim ve öğrenim alanında da iyi bir anlayış verecek.Ancak, bir süredir Başak Burcunda dolaşan Merkür’ün geri gitme hareketi içinde bulunuyor olması, Başak Burcunun özelliklerini açığa çıkartmasında zorluklar yaratabilir. Fakat, Güneş’in gücü, Merkür’ün geri bıraktıran bu enerjisini dengeleyebilir. İletişim, faturalar ve evraklarla ilgili sorunlar çıksa bile, Güneş’in parlayan gücü, yüksek bir anlayışla ve mantıkla davranabilmeye yardımcı olacak. Bugünden itibaren Başakların dönemi başlıyor. Kendinize olan güveniniz artmasıyla birlikte enerjinizin ve yapabilme gücünüzün de arttığını hissedeceksiniz.
Yazının Devamını Oku