Yasemin Boran

Yasemin'ce....

12 Kasım 1997
Astrolojinin dayanılmaz öngörüşüGeçen hafta bugün ‘‘Girit'i ısıtan yıldızlar’’ başlıklı yazıyı sanırım hatırlıyorsunuz. Bu yazıyı yazmaya başladığım sırada arkadaşlarım beni şöyle uyarmaya başlamışlardı; ‘‘Yasemin, ismini ve köşeni riske atıyorsun.’’ O sıralarda meydana gelen karışıklıklar öylesine sıcaktı, öylesine anlaşılmaz ve öngörülemez bir durum vardı ki, haklı gibi gözüküyorlardı. Hem de benim öngördüklerime bakıldığı zaman kesinlikle haklı oldukları bile iddia edilebilirdi.Tabii bu sırada yazdıklarımın benim gözlemlerim ve politik anlayışım olmadığını tamamen unutmuşlardı. Ben, Yunanistan ile Türkiye arasındaki ilişkinin nereye doğru gittiğini incelerken, dünden bugüne Yunanistan-Türkiye arasındaki gelişmeleri tarih içerisinde incelemiş değilim. Ne politik tavırlanışlarını ne de sosyo-ekonomik yapılarını araştırdım. Türkiye-Yunanistan arasındaki ilişkilerin tarihçesini herkesin bildiği kadar biliyorum. Ve, bu bilgiyle geleceğe yönelik bir öngörüşte bulunmak elbette ki, mümkün değil. Evet, Girit'te yapılan Türkiye-Yunanistan zirvesinin sonuçları hakkında bulunduğum iddiaların dayandığı kaynak, sadece ve sadece astrolojiydi. Astrolojik açıdan gezegenlerin hareketi, Türkiye'yi, Yunanistan'ı, Mesut Yılmaz'ı ve Kostas Simitis'i nasıl etkiliyor, şeklinde bir inceleme yaptım. Elbette ki, astrolojik açıdan yaptığım bu incelemenin sonuçlarını hem de zirvenin yapılmasından bir gün önce yayınlamak, benim adıma ciddi bir riskti. Fakat, ben, gökyüzündeki cisimlerin yeryüzünü ciddi boyutlarda etkilediğini biliyorum. bugüne kadar yaptığım incelemeler sonucunda gezegen ve takım yıldızların hareketlerinin yeryüzünü ve insanları nasıl etkilediğine defalarca şahit olmuştum. Ön görülen olaylar, şaşmaz bir kararlılık içinde meydana geliyordu. Kısaca, gezegenlerin etkilerine güveniyordum ve yazacaktım. Yazdım da... Daha önce yazdıklarım gibi yazdım. Örneğin, bundan kısa bir süre önce, şu andaki hükümetin güvenoylamasının yapıldığı, 12 Temmuz Cumartesi günü yayınlanan Hürriyet'in Tatil ilavesini okuyanlar çok iyi hatırlayacaklardır. Gazetenin sabah elinize ulaştığınızı düşünecek olursanız, henüz güvenoylamasının yapılmamış olduğunu hatırlarsınız. Ve herkes tarafından meçhul olan oylamanın sonuçları hakkında ‘‘Hükümetin kurulacağı ve bu hükümeti bekleyen muhtemel olayları’’ yazmıştım. Vee, akşam haberlerinde astrolojinin öngördüğü biçimde hükümetin kurulduğu haberini, TV Haber programlarından öğrendik. Evet, şimdi de Girit Zirvesi'nin (Hem de kimsenin beklemediği bir biçimde gelişen) sonuçları, astrolojinin öngördüğü biçimde ve neredeyse birebir gerçekleşti. Üstelik, Yılmaz'ın ve Simitis'in ortaya koydukları davranışlara kadar... Şimdi burada, bunlar söylendi, şunlar yaşandı, gibilerden herkesin bildiklerini sıralamaya ve sayfayı doldurmaya hiç gerek yok. Yani, hepimizin bildiğini tekrarlamanın manası yok. Fakat, bilinmesi gereken önemli bir konu var ki, (bütün bunları zaten bu nedenle yazdım) o da, astrolojinin ne kadar tutarlı bir kaynak olduğunu göstermek. Hala bilim sayılmayan astrolojinin istatistik ve ihtimal hesaplarına dayalı öngörüşlerden çok daha isabetli ve tutarlı öngörüşleri olduğunu ortaya koyabilmek ve anlatabilmek için böyle bir tekrar yapma ihtiyacı duydum. Takım yıldızları ve gezegenleri iyi tanıdığınız zaman, enerjilerini ve potansiyel güçlerini anladığınız zaman, tamamen bir bütünlük içinde hareket eden evreni, dünyayı ve insanları anlayabilirsiniz. Yaşadıklarınızı ve yaşayacaklarınızı kavrayabilirsiniz. Astroloji elbette ki, dünyayı ve insanları etkileyen tek neden değil. Fakat, somut bir biçimde anlayabileceğimiz ve buna göre tavırlanabileceğimiz, ciddi bir malzeme. Ve, bu araç hala, bilimin kabulünden uzak.Ne var ki, kabul görse de, görmese de dünyayı ve insanları etkilemeye devam ediyor. Ve, bunun farkında olanlar astrolojinin dayanılmaz öngörüşünden yararlanıyorlar diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce...

6 Kasım 1997
GALAKSİLER VE İNSANLARİçinde bulunduğumuz dönem, ‘‘Hızlandırılmış yaşam programı’’ sanki... Ve, biz bütün dikkatimizi toparlayıp bu hıza ayak uydurmaya çalışıyoruz. Çalışıyoruz diyorum, çünkü istesek de, istemesek de hatta reddetsek bile hızın cazibesine farkında olmadan kapılıp gidiyoruz.Zamanla yarışıyoruz. Ve, çoğumuz da zamanın bizi yakalayıp içine aldığını ve sürekli koşturduğunun farkına varmadan koşuyor. Zamanı ele geçirmeye çalışıyor. Hem de böyle yaptığını bilmeden, sadece var olabilmek için yapıyor. Tamamen içgüdüsel bir itilimle hareket ediyor.Zaten kesintisiz bir hareketin içindeyiz. Şuuruna varmasak bile içinde bulunduğumuz kitlenin gelişim süreciyle birlikte hareket ediyoruz. Kitlesel hareketin içinde hepimiz ait olduğumuz yerde hem kendi içimizde, hem de kitleyle birlikte deviniyoruz. Tıpkı galaksiler gibi...Dünya, içinde bulunduğu galaksinin hareketine dahil olduğu gibi aynı zamanda kendi sistemi içinde sürekli hareket ediyor. Biz bu hareketin ne kadarının farkında olduğumuzun hiç önemi yok. Bizim bilip bilmememiz, dünyanın ve ait olduğu galaksinin ve diğer galaksilerle hareketini etkilemiyor. Sistem, kendi yasalarını uygularken, insan, bu sistemi ve yasalarını keşfetmeye çalışıyor. Peki, insan, bunları bilse de bilmese de evrenin yasaları işlemeye devam edeceğine göre, neden keşfetmeye çalışıyoruz? Bilmeye, öğrenmeye, anlamaya ihtiyaç duyuyoruz? Böyle bir bilginin pratik hayatımıza ne çeşit bir katkısı olacak? Bilgilerin böylesine büyük bir hızla ardı ardına ortaya çıktığı bu dönem içinde daha bir tanesini kavrayamadan, içimize sindirmeden bir diğeriyle karşılaşıyoruz. Keşiflerle karşılaştığımız zaman büyük bir heyecan duyuyoruz. Peki, bu sırada neler düşünüyoruz?Öğrendiklerimiz, bizi nasıl etkiliyor? Nasıl biçimliyor? Ve, bütün bunlar davranışlarımıza nasıl yansıyor? İçimize sindiremediğimiz ve kavrayamadığımız bilgiler, nasıl olur da bizi yönlendirebilir? Davranışlarımızı etkilemesi mümkün mü? Diyenler çıkabilir...Zaten anlamını kavramadan öğrendiğimiz o kadar çok şey var ki... Fakat, bütün ‘‘Şeyler’’ bizi biçimliyor. Öğrendiklerimizin tümü, yaşam şeklimizi oluşturuyor. Ve, bütün bunlar şuurumuzda oluşmasa bile bilinçaltımızı harekete geçirip ortaya koyduğumuz davranışlar şeklinde açığa çıkıyor. Nedenini anlayamadığımız bir çok davranışımızın altında saklı olan tek neden, ‘‘Öğrendiklerimiz’’ ve anlasak da anlamasak da öğrendiklerimizin tümü biraraya gelip bizi yönlendiriyor. İşte, bu noktada keşiflerin anlamı ve bilginin açıklanmasının önemi ortaya çıkıyor. İçinizde kuvvetle hissettiğiniz ve nedenini tam olarak kavrayamadığınız değişim arzularının nedeni, şimdiye kadar öğrendiklerinizin birikiminden başka birşey değil. Ve, farkında olmadan biriktirdiklerinizin sonucunda oluşan potansiyeli gezgenlerden akan enerji harekete geçiriyor ve siz nedenini anlayamadığınız istekler duymaya başlıyorsunuz. Şimdi, keşifler sonucu ulaşılan bilgilerin üzerinde düşünen ve anlamını kavrayan bir kişinin, öğrendiklerini kullanacağı ve pratik hayatına şuurlu bir biçimde yansıtacağı açıkça görülüyor. Böylece, değişen bilgilerle birlikte kendi içindeki değişikliği bilincinde olarak gerçekleştireceği için, çok daha sağlıklı bir gelişim ve devinim içinde bulunacaktır. Halbuki, bilginin anlamını kavramamış olanlar, bu değişim sürecini sancılı bir biçimde yaşamaktadırlar. Kesintisiz hareketin bir parçası olan insan, dahil olduğu topluluğun içindeki yerinde hareket ettiği gibi aynı zamanda toplulukla birlikte ve dünya ile birlikte devinmektedir. Bu nedenle de ister anlamış olsun ister hiç kavramamış olsun, evrensel yasaların doğrultusunda devinmeye devam edecektir. Evrensel yasa, makro kozmostan, mikro kozmosa kadar her planda aynıdır. Ve, insan, kendi içinde kozmosun bir modelidir. Ve, kozmosu çözdükçe kendisini de çözecektir. Yıllardır kesin gözüyle bakılan bilgiler ve kitaplara geçirilen, değişmez denilen yasaların değişmesiyle birlikte elbette ki, düşüncelerimiz ve hayata bakışımız değişecek. Eski kitapların hükümünü geçersiz kılan keşifler nasıl, yeni kitapların yazılmasına neden oluyorsa, bizim de algılamalarımızın değişmesine neden oluyor. Dünyayı böylece daha farklı görüyor ve değerlendiriyoruz. Ve bütün bunlar davranışlarımıza yansıyor. Nedenini çözemediğimiz, içinden çıkamadığımız, bize neler olduğunu telaşla düşündüğümüz, değişim arzularına neden oluyor. Kalıp halinde ezberlediğimiz kuralların değişmesiyle birlikte artık zihnimizin içindeki kalıplardan sıyrılabilir, daha açık ve net bir algılama içine girerek bilgileri kavrayabiliriz. Kozmik yasaların bizim içinde aynı şekilde çalıştığının farkına varabiliriz, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce...Kayıp dünyalar

30 Ekim 1997
Tempo dergisinde ‘‘Kayıp Dünyalar’’ başlığını gördüğüm anda hayal gücüm hemen harekete geçti. Bir zamanlar var olan, bildik, tanıdık herşeyi çarıştırıyordu, ‘‘Kayıp Dünyalar’’... Sonra, bilinmeyeni, belki de hiçbir zaman bilemeyeceğimizi, belki de aniden keşfedeceğimizi çağrıştırıyordu... Yok olmuş uygarlıkları, nesli tükenen hayvanları, dinozorlar çağını, denizlerin binlerce metre derinliklerinde bilinmeyen hayatı ve hala keşfedemediğimiz dünyamızın sakladığı esrarengiz sırlarını düşündürüyordu... Veee, yeni yeni keşfetmeye başladığımız uzayın derinliklerindeki bilinmeyen dünyaları, bu dünyalarda yaşayan canlıları hayal ettiriyordu... Evet, ‘‘Kayıp Dünyalar’’a dalıp gitmiştim. Acaba, şu anda yaşadığımız dünya da bir gün kayıp dünyalardan biri mi, olacaktı?Yoksa, düpedüz biz de kayıp dünyalardan biri miydik? Bir dakika, neler söylüyorum ben? Kayıp dünyalardan nerelere geldik?Aslında herbir insanın başlı başına bir dünya olduğunu düşünecek olursak, hiç de saçma sapan bir fikir değil bu. Tersine, asıl çözümlememiz gereken dünya, biz olduğumuza göre, öncelikle kendimizi keşfetmemiz gerekmiyor mu?Elbette ki, ayak basmamış, geçit vermeyen ormanların derinliklerinde nelerin gizli olduğu araştırılsın. Bilinmeyen medeniyetlerin sırrı çözülsün. Uzayın derinliklerinde saklı dünyalar keşfedilsin. Hatta algılayamadığımız başka boyutlarda neler olup bittiği incelensin. Farklı zekalar ve anlayamadığımız ne varsa, anlaşılır hale gelsin. Fakaaat, öncelikle biz, içimizdeki dünyanın keşfine çıkmalı, araştırıp incelemeli, şuuruna varmak için harekete geçmeliyiz. İçimizdeki kayıp dünyayı, bildik hale getirmeli, gizli cevherin parlamasını sağlamalıyız. Kendi dünyamızı keşfetmek için çıkacağımız yolculuk, denizin binlerce metre derinliğine inmek gibidir. Bunun içinde bilgi gerekiyor, tabii ki... Ve, ürkütücü ormanların girilemeyen bölgelerini incelemek gibi, her türlü araç gereçle donanmış olmak gerekiyor. Ulaşılmaz dağlara çıkabilmek gibi, antreman yapmak ve güçlü olmak şart. Kısaca, insan, kendi dünyasını keşfe çıkarken bütün hazırlıklarını tamamlamış olmalı. Anlayacağınız bütün keşif ve araştırmalarda olduğu gibi, pek kolay bir iş değil. Öncelikle cesaret gerektiriyor. Sonra, yeterince bilgi... Daha sonra da kuvvetli bir irade, keskin bir dikkat. Vee, pek tabii ki, güçlü bir istek. Zaten, isteğiniz yüksek ise, ve bu isteğinizi sürdürebilecek iradeniz varsa, diğer gerekli olanlara kolayca sahip olabilir ve kendinizi keşfe çıkabilirsiniz. Vee, çıkmalısınız. Bunu mutlaka yapmalısınız. Kendi dünyanızı keşfetmeye başladıkça karşılaştığınız herşey, tıpkı bir kaşifin her bulduğu şey karşısında duyduğu heyecanı duyacaksınız. Hatta, çok daha fazlasını hissedeceksiniz. Her bir keşfiniz, sizi bir kez daha ve bir kez daha uyandıracak. Tabii uyanan zihninizle birlikte bedeniniz de uyanmaya başlayacak. Böylece, kendinizin o ana kadar kayıp bir dünya olduğunuzun farkına varacaksınız. Bu keşif gezisinde sizi derinden sarsabilecek buluşlarınız, hiç beklemediğiniz anlamakta zorlanacağınız durumlarla karşılaşabilirsiniz. Yoğun bir heyecan ya da çeşitli duyguların girdabına kapılabilirsiniz. İşte, bütün bunların üstesinden gelebilmek için keşfe çıkmadan önce gerekli hazırlıkları tamamlamış olmalısınız. Öğreneceğiniz bilgilerin arasında en önemli olanlardan bir de ‘‘Duyguları kontrol etmek’’tir.Elde edeceğiniz başarıları ve karşılaşacağınız hoşlukları büyütmemeyi ve yoğun heyecanlar duymamayı, başarısızlıklar karşısında mutsuz olmamayı öğrenmelisiniz. Kısaca duyarsız olabilmeyi başarmalısınız.Tabii diğer önemli bilgi ise, isteğinizde kararlı olabilmektir. Yani isteğinizi her ne olursa olsun, sürdürebilecek iradeyi kazanmaktır. Bütün bunları öğrendiğiniz zaman, artık keşfe çıkmaya hazırsınız demektir. Bütün bunlar, sizin pratik hayatınızı kolaylaştıracağı gibi kayıp dünyanızı da keşfetmenizi sağlayacaktır, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce...KNOWN - X

30 Ekim 1997
Başlığı görüp ‘‘Bu da ne demek?’’ diyeceksiniz. Çok da haklısınız. Öncelikle bunun bir grup adı olduğunu açıklamalıyım. Ancak, doğruyu söylemek gerekirse, ben de ilk anda ‘‘Bu da ne demek?’’ diye takılıp bir türlü anlamamıştım. ‘‘Bilinen - X’’ demekle, bilinmeyenin bilindiğini mi, anlatmaya çalışıyorlardı. Yoksa, hem bilinen hem de bilinmeyen tarafları olduğunu mu, vurguluyorlardı...Hem çok bildik ve tanıdık oldukları halde öte yandan ‘‘Yanılıyorsunuz, aslında siz bilmiyorsunuz’’ der gibi Known-X'in üyeleri...Evet, bence çok da haklılar. Onlar hemen burnumuzun dibinde durdukları halde ve de muhteşem bir müzik yaptıkları halde bilmiyoruz. Üstelik Türkiye'yi ve Türk insanını küçümseyip illa da yabancı diyarlarda yaşayanların ‘‘Büyük usta’’ olabileceğini düşünüyoruz. Veee, sanıyorum onlar da böyle düşünmüş olsalar gerek ki, kendilerine en uygun isim olarak ‘‘Known-X’’ adını yakıştırmışlar. İyi de yapmışlar. Böylece bizim ufkumuzu da açmış oldular. Ben bilir kişi falan değilim. Ne müzisyenim, ne de müzikten müthiş anlarım, gibi iddialarda bulunurum... Fakat, dinlemeyi, gözlem yapmayı, uyanık bir zihinle duygularımı takip etmeyi iyi bilirim. Duygularımı harekete geçiren dış faktörlerin farkındalığı içinde yaşamaktan büyük keyif alıyorum. Böylece yaşıyorum. Ve yaşayanları ayırd etmeyi başarıyorum. Evet, Know-X grubunun üyeleri de müzik yaparken yaşıyorlar ve yaşatıyorlar. Yani kendi hallerini size transfer etmeyi başarıyorlar. Grubun üyeleri, her biri tek tek kendini yaşıyor ve yaptığı müzikle birlikte kendini aşıyorken aynı zamanda grup ruhunu öylesine büyük başarıyla oluşturuyorlar ki, siz de bunun içine giriveriyorsunuz. Hem de farkında olmadan... Grup ruhunu oluşturmak gerçekten zor iş. Fakat, gurubu meydana getiren kişilerin herbiri kendi enstürmanına böylesine hakim olursa, hiç de zor değil, diyeceksiniz. Fakat, iş, sadece çaldığın saza hakim olmakla bitmiyor. Onunla bütünleşmeyi, hissetmeyi, duymayı da gerektiriyor. Yoksa, teknik bilgilerle donanmış ve eline sazı alıp öğrendiklerini uygulamışsın, fakat, sazınla ruhunu bütünleştirmeyi başaramamışsan, olmuyor. Olmaz, sadece teknik bilgiyle olamaz. Duymuyor, hissetmiyor ve yaşamıyorsan, pek tabii yaşatamazsın da... Sahip olduğun bilgiyle ruhunu birleştiremezsen, ne birliği sağlayabilirsin, ne de grup ruhunu oluşturabilirsin. İşte, elindeki aletle bütünleşmeyi başardığın andan itibaren zaten hem usta oluyorsun hem de kendin gibi olan diğer ustalarla birlikte muhteşem bir müzik ziyafeti veriyorsun. Hem kendine hem de seni dinleyenlere...Know-X grubunun üyeleri, grup ruhunu öylesine yakalamış ve öylesine yaşıyorlar ki, sizi bir anda bulunduğunuz mekanın ve zamanın ötesine taşıyorlar. Yaptıkları müziğin adı Blues. Fakat, bu tarzı sevmiyorsanız bile, eminim dinleyince seveceksiniz. Aslında, müziğin evrensel bir dil olduğunu düşünüyorum. Öyle bir dil ki, dünyanın neresinde yaşıyor olursanız olun ve hangi kültürden gelirseniz gelin, şayet müziği yaşayanlardan dinliyorsanız siz de yaşar, anlar ve seversiniz. Yaşamadığınız, anlamadığınız ve bilmediğiniz bir şeyi sevmek ya da sevmemek biçiminde yorumlamak yanlış olur. Ön yargısız, kayıtsız ve şartsız, duygularınızı serbest bırakarak dinleyin. İçinizde uyanan duygular size yol gösterecek ve müziğin evrensel dilini anlamaya başlayacaksınız. Hatta anlayış kapılarınız yavaş yavaş aralanıp çok daha farklı anlayışlara da ulaşabilirsiniz. ‘‘Known-X’’ hem kendileri için hem de müzik dinlemek isteyenler için müthiş bir grup. Şu sıralarda turneler düzenlemeyi ve konserler vermeyi planlıyorlar. Bu grubu her Salı ve Perşembe gece yarısı Mojo Bar'da (Beyoğlu) dinleyebilirsiniz. Asım Can Gündüz her zaman orada olmasa bile zaman zaman gelip eşlik edebileceğini belirtti. Known-X'in üyeleri, bir gitar virtiözü olan Asım Can Gündüz başta olmak üzere vokal ve bas gitar Serkan Civelek, Vokal ve elektro gitar Tarkan Mumkule namı diğer Hür, bateri Yusuf Tunceli, trompet Alkan Kovancı, saksafon Okan Kovancı'dan oluşan bu grubun yaptığı müzik, dinlenir, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Suyun bilinmeyen gücü

22 Ekim 1997
Hayat verici ve yokedici su... Sen, nelere kaadirsin. Sen olmazsan hayat olmaz. Şimdi olan hiçbir şey olmaz. Hayatın sebebi, arınmanın sembolü... Hatta daha fazlası... Bilginin ve duygunun aktarılmasını sağlayan en önemli araç. Araçtan da öte, düpedüz bu aktarımı sağlayan tek neden. Ve, bu nedenin farkına varan insan, çağlar boyu suyu incelemiş, araştırmış. Kimi zaman tapınmış, kimi zaman var olabilmek için suya danışmış. Suyun içinde kehanetler aramış, suyla meditasyonlar yapmış, kendini dengelemek için suyu kullanmış.İlkel dediğimiz (Aslında hiç de ilkel olmayan) insanlar, her nasılsa, suyun önemini kavramış ve onun felaketlerini önlemek için ya da kendilerine yardımcı olması için, bilinmez ayinler yapmış. Anlaşılmaz medeniyetlere ulaşan kimi kültürlerde suyla ilgili yapılan çalışmalar ve anlaşılmaz yöntemlerin, medeniyete katkısı inanılmaz boyutlara varmış. Varmış da, şu anda, yaşadığımız çağda her nedense, canlılığın ciddi bir nedeni olduğu bilindiği halde daha öte bir anlayış ve kavrayış ortaya çıkmamış. Halbuki, suyun gücü hiç de öyle gözardı edilecek, önemsenmeyecek bir varlık değil. Varlık diyorum, çünkü, yetenekleri bilinen tüm bilgilerin ötesinde. Neredeyse, bir zeka unsuruna sahip denilecek seviyede. Tabii ki, bildiğimiz bilgiler doğrultusunda ‘‘Zeka’’ diyemiyoruz. Ancak, insan, bilinen yeteneklerini bile anlamamak için var gücüyle direniyor. Taa ki, kaçınılmaz sonuçlarıyla karşı karşıya gelinceye kadar... Halbuki, düşünemeyeceğimiz, fikir bile üretemeyeceğimiz eski zamanların bilgeleri suyun gücünün farkına varıp hayatı kolaylaştırmak, kişinin dengesini sağlamak amacıyla bir takım yöntemler geliştirmişler. Bizim aklımızın ermediği, anlayamayacağımız bu yöntemlerle insanın bilinç altını düzenlemeyi başarmışlar. Evet, ‘‘Su’’ hayat verici özelliğinin yanında bilinçaltına da hükmediyor. Sebebini anlayamadığımız davranışlarımızın nedeni, bilinçaltımızda yatıyor. Ve, su, doğrudan doğruya bilinçaltımızla bağlantılı. Yeryüzündeki suları harekete geçiren Ay, bilinçaltımızı kontrol ediyor. Suyun alçalıp yükselmesiyle birlikte organizmamız da harekete geçiyor ve sudan mürekkep salgılarımız daha bir artıyor ya da azalıyor. Tabii buna bağlı olarak duygularımız ve davranışlarımız da değişiyor, etkileniyor. Günümüzün bilimsellik anlayışına uygun düşen bu açıklamaların birebir karşılıklarıyla ilkel dediğimiz insanlarda karşılaşıyoruz. Dinsel ve büyüsel metinlerde neredeyse bir zeka biçiminde, tanrı formunda karşımıza çıkan ‘‘Su’’ anlaşılmaz bir biçimde bugünün bilimsellik anlayışıyla bir uygunluk gösteriyor. ‘‘Suyun tanrısını kızdırmayalım, yoksa, başa çıkamayacağımız kötülüklerle karşılaşırız’’ diyen insanın geliştirdiği yöntemler, aklın kabul edemeyeceği boyutlarda bir bilgi ve felsefeye sahip. Uyanık bir zihnin, yüksek bir bilincin ürünleri sanki... Peki, çağımızın insanı, oluşturduğu bunca medeniyetin ışığında bu bilinci nerelere saklamış ya da ne şekilde yok etmiş ki, suyun gücünü küçümser hale gelmiş. Suyun karşı konulmaz gücüyle karşılaşıncaya kadar, aklının ucuna bile getirmemiş. Doğanın bir parçası olduğunu unutan çağımızın insanı, doğanın en temel prensiplerini bile hiçe sayarken, hangi bilgi ve güçle hareket etmiş?Doğanın bütün dengelerini altüst ederken hangi bilgi ve gücüne güvenmiş de tüm yasaları ve ekolojik dengeleri bozmaktan çekinmemiş?Bana kalırsa, bunların hiçbirini düşünmemiş. Aklının ucundan bile geçirmemiş. Bütün dikkati, yaptıklarına öyle bir odaklanmış ki, yaptıklarının ne çeşit sonuçları olabileceğine dair en ufak bir bilinç ışığı bile yanmamış. Veee, yaşadığı bunca felakete rağmen bilincinin uyanacağı da yok. Aslında böyle demek doğru değil. Çünkü, insan öylesine mükemmel bir varlık ki, tüm yetenekleri ve bilinci dumura uğramış olsa bile, hayatını tehdit eden unsurlarla karşı karşıya geldiği zaman yokmuş gibi gözüken yetenekleri açığa çıkar ve bilinci uyanmaya başlar. Fakat, bilincin uyanması için illa da böylesine şiddetli tehditlerle karşı karşıya mı, gelmek lazım? İlla da ölüm derecesine geldikten sonra mı, uyanacağız ve ne yapmak gerektiğini düşüneceğiz. Ya, ölümün ucundan dönüp sağlığımıza yeniden kavuştuktan sonra herşeyi, tüm yaşadıklarımızı unutursak? Daha önce ve her zaman yaptığımız gibi... O zaman ne olacak? Suyun gücünü öğrendik. Var ettiği gibi, hayat verdiği gibi, yok edebiliyor. Peki, bu bilgiyi nasıl kullanacağız?Bilincimiz yeterince (Kullanabilecek seviyeye ulaşırsa) yükselirse, başarabiliriz.Bilgi ve bilincimiz dünyanın dengesini bozduğu gibi düzenleyebilir ve felaketlere son verebiliriz, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Anlamsızlığın ötesine geçtim!

22 Ekim 1997
Şu an aldığım bir telefon, bütün anlamların ötesine sıçramama neden oldu. Bildiğim bütün kavramlar, atomlarına ayrışan bir madde misali gözümün önünde çözülmeye başladı. Zihinsel fonksiyonlarımın tümü iptal olmuş durumda. Sadece seyrediyorum. Maddelerin bilinen şekilleri değişiyor ve bilinen başka biçimlere dönüşüyor. Sanki, çok başarılı bir animasyon sanatı yapılıyor ve ben pür dikkat başka hiçbir şey düşünmeden bunu izliyorum. Sürekli değişen ve dönüşen bu biçimler daha sonra bilinmeyen şekiller alıyor. Ve, biçimler, gözlerimin önünde öylesine başarılı geçişlerle değişiyor ki, tarifi mümkün değil. Zaten, tarif edebilmem için önce anlamam gerek ve ben, anlamıyorum. Sadece izliyorum. Ve, izlediklerimi dilimin döndüğünce anlatmaya çalışıyorum.Biçimlerle birlikte kavramlar da gözümün önünde sanki dans ediyorlar. Fakat, bu dans bilinen hiçbir dansa benzemiyor. Ben ve bütün evren bu dansı hep birlikte izliyormuşuz, duygusuna kapılıyorum. Evet, evet, bütün kainatla birlikte bu gösteriyi izliyoruz. Sessiz, renksiz ve hareketsiz bir dans bu... Fakat, sessizliğin sesini duyuyor, bilinmeyen bir ezginin, duyulmayan ritminin eşliğinde, hareketsizliğin çılgın gösterisine tanık oluyorum. Ve, renksizlik, zihnimin içinde binlerce renk olarak patlıyor. Bütün bildiğiniz ve bildiğinizi sandığınız ne varsa, öyle bir gösteri yapıyorlar ki, bildiklerinizin ötesine kendiliğinden bir geçiş yapıyorsunuz. Anlamsızlığın anlamı uyanıyor içinizde. Fakat, düşünmüyorsunuz. Sanki, düşlerinizde zaman zaman karşılaştığınız, anlamadığınız için üzerinde durmadığınız, bir çeşit ara sahneye geçmiş gibi hissediyorsunuz, kendinizi... Size çok bildik, geliyor. Geliyor da, işin içinden çıkamıyorsunuz. Ne telefonmuş ama... İşte, insan, nerede, ne zaman ve hangi koşullarda nelerle karşılaşacağını pek bilemiyor. Zaten bilmemesi de gerekiyor. İşin püf noktası burada gizli. Bilmemek... Bilirseniz, o zaman böyle bir hali yakalayamaz, böylesi muhteşem bir tecrübe yaşayamazdınız. İnsanı uyandıran, genellikle beklemediği durumlardır. Sürprizler... Hele bu sürpriz, duygularınızı alt üst edecek boyuttaysa, farklı bir boyuta sıçramanız işten bile değil. Tıpkı, şimdi bana olduğu gibi. Tabii, bu boyutta kalmak da var, işin ucunda... Ve, bu durum hiç de istenilen bir durum değil. Bildiklerinizin dışında bilgiler olduğunun, öğrendiklerinizin dışında gerçekler bulunduğunun ayırdına varmak istenilen bir durum. Ancak, insan, bir çok yeteneklerle donanmış olduğu için, güçlü bir varlık olsa bile, nihayetinde dünyanın çevrelediği zayıf bir varlık. İstekleri, duyguları ve öğrendikleriyle yaşayan, yaşadıklarının tek realite olduğunu varsayan, bunlarla üzülüp, sevinen bir varlık. Ve, tabii ki, zayıf... Bu nedenle, yakaladığı farklı bir hali kabul göstermeye, hatta orada kalmaya büyük bir istekle hazır olması, yadırganacak bir durum değil. Değil de, pek istenen bir durum da değil, bu... Gerçekçi olmalı, yaşadığımız dünyanın gerçekleriyle, edindiğimiz bilgiyi birleştirmeliyiz. Böylece sağlıklı ve mutlu bir hayat sürebiliriz. Edindiğimiz bilgilerle gelişerek, büyüyerek, yaşamaya devam edebiliriz. Peki, gerçek, dediğimiz nedir? Bir kuşun kanadındaki rüzgar mı? Yoksa, sevdiğimizin yüreğimizde yaktığı ateş mi? Evde, seni bekleyen karın ve çocukların mı, gerçek? Ya da yolunu gözleyen kedin ve annen mi? Senden iş bekleyen potronun mu, ya da terfi bekleyen işçin mi, gerçek? Rüyaların mı, ya da anlattığım hale benzeyenler mi, gerçek?Nerede duracağız? Hangi anlamın peşinden koşacağız? Aslında hiçbir yerde durmuyor ve hiçbir şeyin peşinden koşmuyoruz. Düşündüğümüz sanal gerçeklerle karşılaşıyoruz. Ve, bunlar için kendimizi heba ediyor, üzüntüden yiyip bitiriyoruz.Peki, ne yapmalıyız? Aslında, bunun tam tersini yapıp, anlamsızlığın ötesinde, neşe ve mutluluk içinde yaşayabiliyoruz, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce...Herkes caz sever

17 Ekim 1997
Enerjinizi düzenlemek istiyorsanız, müzik dinlemelisiniz. Ruhunuzun dinginliğe kavuşması ve rahatsız edici düşüncelerden arınması için en etkili araçlardan birinin müzik olduğunu hepimiz biliyoruz, sanırım. Ancak, bilmediğimiz çok önemli bir nokta var. O da, hangi müziğin ne çeşit etkiler yarattığı... İnsanın sahip olduğu enerjinin renginden tutun da o sıradaki ruh haline kadar, çok çeşitli ve değişen melodilere ihtiyacı vardır. Kimi zaman yüksek ritimli bir müzik sizi çeker, kimi zaman da romantik duygular uyandıran yumuşak ve uyumlu notalar... Zaman zaman, ‘‘Falan türden hoşlanmıyorum’’ ya da ‘‘Bu benim tarzım değil’’ dersiniz. Hatta, ‘‘Sevmiyorum’’ dediğiniz de olur. Fakat, geçen gün Bülent Çelik (Bu sayfanın ilginç illüstrasyonlarının çizeri) ile sohbet sırasında çok farklı bir yaklaşımla karşılaştım.Bülent'e caz sevip sevmediğini sormuştum. O da bana ‘‘Aslında cazı herkes sever’’ deyiverdi. Tabii çok şaşırmıştım. Nasıl yani, demekten kendimi alamadım. O da, ‘‘Sevmiyorum diyenler, ya hiç caz dinlememiştir, ya da çok az dinlemiştir. Tabii bu durumda ne olduğunu anlayamaz ve sevmediğini düşünür’’ deyince, ben de bunun üzerine düşünmeye başladım. Aslında, bu yaklaşımı son derece isabetliydi. Şimdiye kadar hiç bu açıdan düşünmemiştim. Öyle ya, müzik, insanın ruhuna doğrudan ulaşan en etkili araçtı. Ve, caz, insanın düşüncelerini değiştirip her türlü kayıtlarını, şartlarını yıkıyor, sınırlarının ötesine geçiriyordu. Doğrudan doğruya insanın ruhunu yakalıyor ve arındırıyordu. Eh, işin ucu ruha gelip dayandığı zaman, orada durmak gerekiyor. Ruhun niteliği, niceliği diye birşey olmadığına göre, caz sevmemek diye birşey de olamaz. Bu durumda bir tek sonuç çıkıyor ortaya; ‘‘Herkes caz sever.’’ Sever de, bilirse... İşte, bilmek, yine karşımıza çıktı. Ancak, bunun için derin bir müzik bilgisine ihtiyacımız yok. Müziği dinlemek ve ruhumuza işlemesini sağlamak için teknik olarak müzik bilmek gerekmiyor. Tıpkı göçmen kuşların coğrafya bilmedikleri halde yollarını bulup gitmeleri gibi, siz de müzik bilmeden ruhunuzun derinliklerine inen yolu bulabilirsiniz. Ve, caz size iyi bir rehber olacaktır. Nasıl, diye sormayın. Dinleyin. Düşüncelerinizden tamamen sıyrılın ve kendinizi melodiye bırakın. İçinizde yarattığı değişimleri hissetmeye çalışarak, enstürmanların çıkardığı farklı farklı tınıları duymaya çalışın. Ve, bırakın sizi alıp götürsün. Düşüncelerinizin sizi tutmasına izin vermeyin. Dinlediğiniz ezginin zihninizde yaratacağı imajları seyredin. İçinizde giderek coşan duygularınızı salıverin. Böylece, bilgi ve anlayışın içinizde giderek yükseldiğini hissedeceksiniz. Ve, bileceksiniz...Tabii müziği fonda dinleyemezsiniz. Yani bir taraftan arkadaşınızla sohbet ederken bir taraftan da müzik dinlenmez. Veya hem kitap ya da her hangi bir işle meşgul olup aynı zaman da da müzik dinleyemezsiniz. Bunun adına müzik dinlemek denemez. Böyle bir durumda fondaki müzik, yaptığınız işe uygun olarak enerjinizi, isteğinizi ve konsantrasyonunuzu yükseltmeye yönelik bir araç durumundadır. Halbuki ruhunuzun derinliklerine inip dolaşmayı amaçlıyorsanız, başka hiçbir şeyle ilgilenmeyip kendinizi tamamen melodiye bırakmanız gerekir. Ve bunun adına müzik dinlemek denir. Tabii müziği dinlediğiniz ortam ve ses düzeni de çok önemli. Gürültülü bir ortamda ve kötü bir ses tesisatından çıkan parazitli bir melodi, müzik dinlemenize izin vermez. Dinleyemezsiniz. Böylece de amacınıza ulaşamaz, yapmak istediğiniz içsel yolculuğa çıkamazsınız. Müzik dinlemek için en uygun mekan, ya sizin evinizdir, ya da bir konser salonu. Aslında müziğin keyfine varmak ve müzik dinlemeyi öğrenmek için en ideal yer, konser salonudur. Ve, bir konsere gitmek, müzik dinlemeye başlamak için en uygun yerdir. Müzisyenlerle birlikte aynı duyguları yakalayıp muhteşem bir yolculuk yapabilir, zaman ve mekanın sınırlarını aşabilirsiniz. Böylece, müzik dinlemenin ne olduğunu tam olarak öğrenebilirsiniz.Şimdi tam zamanı... Akbank'ın düzenlediği 7. Caz festivali 19 Ekim'e kadar devam edecek. Çarşamba günü Betty Carter ile açılışın yapıldığı ilk konsere gittiğim zaman öylesine kendimden geçtim ki, hem bedenimin hem de ruhumun canlandığını hissettim. Düpedüz yenilenmiş bir şekilde konserden çıkarken duygularımı hemen sizlerle paylaşmaya karar verdim. Müzik dinlemeyi bilmek, kitap okumaya benzer. Bir kere keyfini aldınız mı, sürdürmeye devam eder ve kendinizi geliştirirsiniz, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

El nino ve yıldızlar

17 Ekim 1997
Pasifik bölgesinden başlayan ve gezegenimizin tamamını saran yaklaşık yarım metrelik bir sıcak su akıntısı dünyanın suyunu ısıtmaya başladı. Hepsi hepsi 40-50 santimetrelik sıcak su akıntısı Endonezya'dan Peru'ya, okyanusu baştan başa geçip gidiyor. Tabii öyle sakin sessiz bir şekilde gitmiyor. Geçtiği her yerde varlığını öyle bir hissettiriyor ki, neredeyse tüm dünyanın iklimini altüst ediyor. Nasıl oluyorsa oluyor, (Bunu ancak meteoroloji uzmanları anlıyorlar) akıntının bir ucunda bulunan ülkeyi seller sular basarken öbür ucunda bulunan ülkeler de kuraklıktan kavruluyorlar. Nehirler kuruyor, hortumlar ortalığı kasıp kavuruyor. Ve bütün bunların altında ‘‘El Nino’’ adındaki sıcak su akıntısının parmağı olduğu düşünülüyor. ‘‘El Nino’’ İspanyolca ‘‘Çocuk’’ anlamına geliyor. Ve, dünyanın iklimini böylesine değiştiren hareketin tamamına bu ad verilmiş. ‘‘Çocuk’’ Hz. İsa'ya atfen, masumiyet ifadesini taşıyor. Ancak, dünyada meydana gelen iklim değişiklikleri sonucu yaşanılan felaketlere bakacak olursak, pek masum bir çocuk olduğu söylenemez. Fakat, bu iklim hareketine ‘‘Çocuk’’ adı verilmesi bence çok isabetli. Çünkü, çocuklar son derece doğal ve yaptıklarının sorumluluğunu taşımayan varlıklardır. Ve meydana gelen olayların nedeni de doğanın masum hareketinden başka birşey değildir. İşte, bu noktada insan düşünmeye başlıyor. Acaba, dünyanın suyunu ısıtan, doğal felaketlere neden olan sadece bu mu? Doğanın masum bir hareketinden daha fazla birşey olamaz mı? Ve, bu doğa hareketinin altında gizli başka nedenler yok mu? Sebepleri ve sonuçları sorgulamaya başladığımız andan itibaren o kadar çeşitli nedenler ortaya çıkartabiliriz ki, ucu taa insana kadar dayanır. Öyle ya, insan, kendi rahatı için doğayı biçimlemeye başladığı andan itibaren bazı dengeleri de yerlerinden oynatmış ve bunun sonucunda da doğanın bir tepkisiyle karşılaşmış olamaz mı?Sonra, okyanuslarda her zaman sıcak ve soğuk su akıntılarının bulunduğu yıllar öncesinden beri bilinmektedir. Örneğin, şimdi (Yapılan tahminler doğruysa) Peru'ya doğru ilerleyen ‘‘Çocuk’’ yakın bir gelecekte şimdiye kadar görülenlerden çok daha şiddetli bir felakete neden olacak. Ancak, işin tuhaf tarafı Peru'lu balıkçılar asırlardır bu akıntıyı biliyorlar. Fakat, her nedense, etkisi şimdi anlaşılıyor. Ya da, şimdi dünyayı etkilemeye başladı.Aslında 1949 yılından bu yana üç kez oluşan bu akıntının, 1982-1983 yılı ortalarında dev bir sıcak su akıntısı biçiminde meydana geldiği bilinmektedir. ASTROLOJİ VE İKLİMBu olaya astrolojik açıdan bakacak olursak, 1981 sonunda Jüpiter, Satürn ve Pluton Terazi Burcunda biraraya gelmiş, daha sonra 1982'de Mars Satürn ve Pluton yine Terazi Burcunda (Hava gurubu) güçlü bir etkileşim içine girmişler.Şimdi ise, Kova Burcunda (Hava gurubu) Uranüs ve Jüpiter güçlü bir etkileşim içine girerek dünyayı etkilemektedirler. Uranüs zaten bir değişim sürecini belirtir. Ve, Uranüs, yöneticisi olduğu Kova Burcuna (1996) girmesiyle birlikte Uranüs'ün bütün özellikleri tam olarak açığa çıkmaya başlamıştır. Üstelik bir çeşit büyüteç özelliğine sahip olan Jüpiter ile birleştiği andan itibaren Uranüs'ün etkileri de büyüyerek kendisini göstermektedir. Az önce Uranüs'ün değişim sürecini belirttiğini ifade ederken sadece kişiler üzerinde değil, dünyanın da bir değişim sürecinde bulunduğunu belirtmekte yarar var. Beklenmedik bir biçimde ortaya çıkan fırtınalar, hortumlar ve doğa felaketlerine yönelik olayların açığa çıkacağını işaret eden Uranüs, Kova Burcunun tabiatını da tam olarak ortaya çıkartmaktadır. Gökyüzünün bu konumu, dünyanın hem iklim açısından hem de sosyo-ekonomik ve teknolojik açıdan büyük değişimlere gebe olduğunu göstermektedir. Bir çeşit sera etkisine neden olan ve iklimler üzerinde ciddi değişimlere yol açan ‘‘Çocuk’’un ortaya çıkmasını destekleyen bir faktör olarak Kova Burcundaki Uranüs'ün Jüpiter ile birleşimini gösterebiliriz. Tabii aynı anda diğer etkileri de göz ardı etmemek gerek. Çünkü aynı anda hem Satürn, hem de Pluton bu kavuşumu kuvvetle destekliyorlar. Tabii bu arada su gurubunun bir üyesi olan Akrep Burcuna ağustos ayında giren Mars, Uranüs-Jüpiter kavuşumuna sert bir enerji göndermiş ve doğa olaylarının hızlanmasına neden olmuştur. Burada anlaşılması gereken çok önemli bir noktayı hemen belirtmeliyim; Gökyüzü hiçbir zaman olayın yaratıcısı değildir. Fakat olayın açığa çıkması için gereken potansiyeli yıldızlar oluşturur, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku