Paylaş
Nerden, nasıl başlasam, nasıl anlatsam bilemiyorum...
Belki en iyi yol, o gece yaşananları sırasıyla aktarmaya çalışmak.
Günışığıyla aydınlatılmış hissini veren, loşluğunda ışık huzmelerinin dans ettiği o dev salonda, önce Çolpan İlhan’la karşılaşmıştım.
* * *
Lobinin, yemyeşil salon çamları, benjamin, yucca ve aşk merdivenleriyle, rengarenk çiçeklerle bezeli korusundan girmişti salona.
Işıldayan sarı saçları, uzun, aplikli-tüllü bembeyaz tuvaletiyle cennetin kapısından girer gibi... İsmiyle eş, çoban yıldızı, çolpan gibi...
Hep güzel kalan kadınlardandı o, silûetiyle bile gönle değen kadınlardan...
Kardeşi Attila İlhan’dan mülhem, “büyüdükçe büyüyen gözleri”yle karşımdaydı.
* * *
Tam o anda... Hafif sisli sahneden gelen o büyülü müzik sarmıştı salonu.
İlhan Feyman’ın yanından hiç ayırmadığı trompetiyle çaldığı, Il Silenzio... Yani, herkesi sessizliğe çağıran o şarkı.
Masamıza geçerken, şair Adnan Azar mırıldanmıştı:
“Aydınlık ve anlaşılır /bir çocuk saflığıyla /bir gülüş gibi /meraklı ve çiçeklerle örülmüş...”
* * *
Masada, şarap rengi döpiyesiyle Güzel Acılar Ülkesi’nin yazarı, Geceyarısı Notları’nın şairi Melisa Gürpınar oturuyordu.
Yanında gazeteci Arda Uskan... “Dinlediğimiz müziğin türü, neredeyse kelimelerimize yön veriyor” demişti, Gürpınar’a...
O da, “Ve kendi masalımıza gömüyoruz bazen kendimizi...” yanıtını vermişti. Hüzünlüydü... Ama dansa kalkacaktı birazdan.
* * *
Ben Talat Sait Halman’ın yanındaydım.
Yani, şair, yazar, çevirmen, akademisyen, diplomat, siyasetçi, ilk kültür bakanı unvanlarıyla, en kalabalık ismin yanında...
Yıllarca “Shakespeare’in Türkiye’deki sesi” olarak dinlediğimiz Halman’ın, Orhan Veli’nin şiirlerini İngilizceye çevirdiğini o gece öğrenecektim.
Kırmızı-beyaz çizgili -club tie- kravatı, tam Halman kravatıydı.
* * *
Gecenin yabancı onur konukları ise bir süre sonra, tam sahnenin önündeki masaya yerleşti. (Arda Uskan, “Hepsi ayrı efsane...” demişti kulağıma, röportaj planlıyordu yine sanırım)
Aktör Robin Williams olduğundan yaşlı duruyordu sanki...
Ama Ölü Ozanlar Derneği’nin sabık şefinin yüzünden eksilmeyen o muzır gülümsemesi, onu yaşsız da kılıyordu.
* * *
Yanında yine Oscar ödüllü aktör Philip Seymour Hoffman...
Papyonu, farklı smokini, beyazperdede Truman Capote’yi canlandırdığı o stiliyle, geceye katılan tüm yazarlardan daha bohem, daha şair gibiydi...
Altın Küre Ödüllü oyuncu Bob Hoskins tam karşısındaydı. Minyonluğunu iri iri taşıyan haliyle, sempatikti çok...
* * *
Salona Virna Lisi girdiği an nefesler tutulmuştu.
Tesadüf bu ya, canlı müzik arasında Joe Cocker’ın Unchain My Heart şarkısı eşliğinde süzülmüştü içeri.
Arda Uskan, 70’lerinde olduğunu fısıldadı Lisi’nin...
Hiç birimiz inanmadık. Gülümsemesi, ömre bedeldi.
* * *
Sahneye Paco de Lucia çıkınca, nefesler yine tutuldu.
Flamenkodan caza, funkdan klasiğe dünyanın tüm kuytularını, merdivenle inilen tüm mekanlarını gezdirdi herkese...
Gözlerine bakmıştım o kıymetli ama çok farklı insanların... O an herkesin dünyasının farklı, ama hepsinin dünyasının birbirinden renkli, hikayeli durduğunu düşünmüştüm. Farklılığın zenginliğini, değerini...
* * *
Ara sıcaklar geldiğinde, önce bir akordeon sesi duymuştuk... Ardından “Aaaaaa” Ciguli...
Özgün tarzı, mütevazı-kalender musikişinaslığı ile sıcacık bir sürprizdi.
Ona darbuka ve ritim ustası Güngör Hoşses de katılmıştı.
Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ Sözeri, Zeki Müren gibi nice efsaneye eşlik eden Hoşses...
* * *
Salonun değişen havası, Türkiye Sihirbazlar Şampiyonu Mandrake’nin (Mehmet Ertuğrul Işınbark) sahne almasıyla zamanda devrialeme dönüşmüştü birden.
Yaptığı nostaljik gösteriler, bana hızla geçen zamanı, bütün o gecenin gerçek olamayacak kadar illüzyon olduğunu düşündürmüştü.
Programı sürerken yapılan anons ise hüzünlendirdi bizi:
“Nobel ödüllü yazar Gabrial Garcia Marquez rahatsızlandığı için geceye katılamayacak...”
Mandrake o sırada, Lisi’nin bir çırpıda yok ettiği dantel eldivenini, Williams'ın mendil cebinden çıkarıyordu. En çok Ciguli gülmüştü, bu işe...
O güzel gece sabaha ererken, kahvaltıya annemlere gittik. Sokağı tümüyle örten kara, yeni yılın ilk ayak izlerini bırakarak yürüdük. Sessizlik, güzeldi... Geçip giden bir yılı düşünmek için gerekiyordu.
Annem yumurtaların tam kaysı kıvamında olması için başındaydı ocağın... Yine şarkı mırıldanıyordu, hafiften.
Babam gazetesini okuyordu; bazen parmağınla takip ederek hiç bir kelimeyi kaçırmadan. Bazı kelimelerin altını, kaş hareketleriyle çiziyordu.
"İnşallah yeni yıl daha güzel günler getirir, umudunuzu soldurmayın" demişti. Onun söylediği şeylere inanmak, huzur salıyordu içime.
Mutfak, desenleri flulaşmış porselen çaydanlıkta taze demlenen bergamutlu çay ve kızarmış ekmek kokuyordu. Duvardaki Saatli Maarif Takvimi, durmuş saat gibi 31 Aralık'ta kalmıştı...
* * *
31 Aralık 2013’de başlayıp, 1 Ocak 2014’de sabaha eren bu Yılbaşı gecesi hiç yaşanmadı. Hayaldi hepsi...
Ben uydurdum.
Ama o gecemde yer alanlar, yani 31 Aralık 2013’de yaşayanlar da artık yaşamıyor.
Yazımda yer alanların hepsi, 2014 yılında ayrıldı hayattan... Anmak/anlatmak, hatırlatmak bana kaldı.
Siz yine de Boris Vian’ın o derin, insanın-arzın merkezine inen cümlesine sığınarak, yazdıklarımda gerçek payı arayabilirsiniz:
“Anlattıklarımın hepsi tamamen gerçek bir öyküden almıştır, çünkü başından sonuna kadar ben hayal ettim...”
Paylaş