Paylaş
Son iki yazımda değindiğim örneklerde, aşk da, birliktelik de atkısına sarınmış iktidar meselesi.
Mehmet Eroğlu’nun aforizması gibi, “İnsan kendi hayatına hükmedemediği zaman, başkasınınkine göz dikiyor” belki.
Ve/ya da “sahip olmak” arzusu, bir tür otoriteyi, iktidarı ele geçirmeyi ajandasının ilk satırına yerleştiriyor.
Oysa iktidar zehirlidir; her ihsanının tadına çalakaşık dalarsan... Zehirlenebilirsin.
O ağılı, bulanık zihinle, istediğin aşk mı, mülkiyet/iktidar aşkı mı... Yoksa yoksa ve hele hele aşk buna bir vesile mi? Karıştırırsın, zamanla.
* * *
Heyhat... Otorite sende de olsa, kişisel iktidarların çoğu ızdıraba bağlı, ızdıraba mahkum.
Örneklerini daha önce aktardığım gibi işliyorsa muhayyilen, aşka değil, acısına, zehrine talipsin demektir.
Yaşattığın ızdırap, yaşayacağın acıya taş döşeyebilir zamanla.
Ondan beslenirsin zira.
Beslenirsin ama... Mevzu aşksa eğer, otoritenin iktidarda kalma süresiyle, karşısındakinin kalbinde kalma süresinin ters orantılı olduğuna inanırım. (Bedenimi ele geçirebilirsin ama ruhumu asla)
Başkasının mutsuzluğundan, yaşattığın ızdıraptan hoşnut olmak, nihayetinde onun mutluluğunu gördüğünde, er geç hissettiğinde, aç bırakır seni.
Dilendirir, ortalıkta.
* * *
Bütün bunlar öyle akla gelmeyecek, dergahında binbir çileyle hatmedilecek, varsa ilmine ak sakalın uzadıkça varılacak şeyler değil.
Hayat(lar)a bakmak, biraz anlamak, az biraz empati yetiyor sanki.
Yetiyor da, ilk taşı en pir-ü pakımız, en akıllımız, en şefkatlimiz atıyor bazen.
Çünkü içimizde yırtıcı hayvanlar geziniyor.
* * *
Barış Bıçakçı, “Seyrek Yağmur” kitabının kahramanı Rıfat’ın kadınları etkilemek için doğa yasalarından söz ettiğini anlatıyor:
“Vahşi doğada, anneni çok uzun süre ona seslenerek arayamazsın, çünkü yırtıcı hayvanların dikkatini çekme tehlikesi var. Annen civarda değilse yapılacak en iyi şey saklanmak, ses çıkarmamak ve annenin seni bulmasını beklemektir.”
“Kadın, tahmin edileceği üzere duyduklarından etkileniyor, gelip Rıfat’ı yırtıcı hayvanlardan korunmak için saklandığı yerde buluyor ve bütün sevgisini veriyor, ta ki kendisi ya da Rıfat yırtıcı bir hayvana dönüşene dek.”
* * *
Birliktelik, aşk denilen “o yalnız ve güzel ülke”nin, iki mâlikinden birini yırtıcılaştırması, ilişkiyi “National Geographic Muamması”na (¹) dönüştürmesi, müstesna bir durum değil.
Fakat bu, bir bahane, bir savunma, hatta doğası gereği bir durum olarak sineye çekildiğinde... Bedelini kestirmek zor.
* * *
Geçen hafta yazımda örnek verdiğim kavgalar, aşk adına sıralanan yakıcı duyguların yangın yerine çevirdiği birliktelikler, sevginin her derde deva değil, olsa olsa sağlam bir reçete olduğunu düşündürtüyor bana.
Ama yanısıra, “Hayat tarzını düzenle, empati egzersizi yap, kendine çekidüzen ver, gerekirse değiş, yapıcı ol” diyor, reçeteyi uzatan doktor. (Beyaz önlüğünün yakasında ketçap lekesi var, o ayrı)
* * *
Karanlık yüzü böyle “aşk”ın, bazı birlikteliklerin... Ya aydınlık yüzü?
Sancısız, acısız bir birliktelik olur mu, mesela?
Acısız Adana’ya bile, acısız Adana değil, Urfa Kebabı diyorlarsa, bu memlekette... Öyle ilişkiler nemenem bir şey?
Hem... Bir çok yazarın aşkı, ilişkileri, “hastalıklı bir durum”la eş tutan değerlendirmeleri, öyküleri, romanları boşuna mı?
O da başka bir mevzu, devam edeceğim.
(¹) National Geographic Muamması: Aslan kısa süre sonra parçalayacağı o güzelim ceylana, pençe pençe yaklaşıyor da, belgeseli çeken kameraman neden ceylana kışt demiyor?
Paylaş