Paylaş
Bir gün avluda yine öyle kırık-dökük otururken...
O da ne? Cezaevinin o dev duvarlarını aşan bir uçurtma!..
Gökkuşağının renklerini bağrına almış, uzun kuyruğuyla nazlı nazlı gökyüzünde geziniyor.
İlk kez dışardan, pervasız, davetsiz, sorgusuz-sualsiz gelen bir “şey”.
* * *
Onun renkleri, özgürlüğü, o sonsuz gökyüzünde cezaevine, o yüksek duvarlara bile meydan okuyan salınışı, avludaki herkesi etkiler.
Onunla dans eder gibi toplaşırlar avluda...
Alkış, kıyamet... Coşkuları, çığlıkları giderek yükselir kadın mahkumların.
Cezaevi Müdürü’nü önce tedirginliğe, sonra paniğe sürükler; bu beklenmeyen, denetlenemeyen sevinç, kahkahalar...
Çünkü neşe, kahkaha birleştirir, enerji verir, umut verir.
Ve müdür, uzatır parmağını uçurtmaya, tereddütsüz emreder:
“Vurun uçurtmayı...”
Ama jandarmanın gelmesini beklemeden, alır eline G-3’ü ateş eder...
Vurur da... Ama uçurtma değen kurşunla şöyle bir dönüp, yine havalanır, uzaklaşır oradan.
Çünkü, "Uçurtma rüzgar sayesinde değil, rüzgara direndiği uçar"...
* * *
Federico Fellini’nin “Amarcord (Anımsıyorum)” filminden bir sahneyi de unutamam.
İtalya’da faşizm yükselmektedir.
Liman şehri Rimini’de solcular faşizme karşı seslerini duyurmak ister.
Bir çan kulesine gramofon koyarlar gizlice. Ve gramofona bir plak:
Enternasyonal...
Şehrin küçük meydanını plağın çıtırtılı, hafif, okşayan sesi sarar, inceden.
Sadece kemanla seslendirildiği için yumuşacık bir ezgiye dönüşen marş, ölümünü bekleyen bir hastanın çevresindeki hüzün gibi kaplar meydanı.
* * *
O sırada gürültülü, “hay-huy”lu bir kalabalık halinde meyhaneden çıkan İtalyan faşistleri, kara gömlelikler de duyar o naif sesi.
Faşistlerin kaba gürültüsü ile hafiften, incecik duyulan Enternasyonal, iki farklı tepkiyi de koyar ortaya.
Ardından Mussolini yandaşları ellerine beline atar. Tabancalarını çıkarır ve gramofona ateş etmeye başlarlar.
Vuramazlar uzunca bir süre.
Sonra gramofon vurulur, yuvarlanır aşağı.
Susar, kesilir sesi...
* * *
Filmin adı, “Uçurtmayı Vurmasınlar”dır ama vururlar.
Çizgi romanlarda, kovboy filmlerinde barda bir tabela asılıdır:
“Piyaniste ateş etmeyin...”
Ama ederler, “Piyanisti Vurun” da derler.
Gramofonu da vururlar.
* * *
İspanyol şair Federico Garcia Lorca’yı da kurşuna dizerler.
Şili Stadyum’unda önce ellerini kırarlar, halk ozanı, müzisyen Victor Jara’nın. Sonra tararlar makineliyle...
“Tekinsizim size göre, ibret için yakılması gereken” diyen şair Metin Altıok’u, Behçet Aysan’ı Madımak’ta yakar, dumana boğarlar.
Heykelin bile kafasını vurur, Taliban.
* * *
Hitler’in Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in,“Ne zaman kültür, sanat sözlerini duysam elim tabancama gidiyor” demesi boşuna değildir.
Sesini istedikleri gibi kısıp, istedikleri zaman açacakları Richard Wagner’ı dinlemeye bayılırlar da, mesela.
Tabi karikatüristi vururlar...
* * *
Çünkü onların tepkisi, protestosu -inceden- içine yerleşir milyonların... Hayata eşlik eder.
Sanatın, müziğin, şiirin, çizginin bazen gülümseten, bazen hüzünlendiren ama umut veren bir yüzü vardır çünkü.
Darbe yapar, partileri kapatır, radyoyu-televizyonu ele geçirir, basını susturursunuz.
Ama şiiri, mizahı susturamazsınız.
* * *
12 Eylül’ün en koyu, katı günlerinde bir bakarsınız, Can Yücel’in "korsan" dizeleri dolaşıyor kulaktan kulağa:
“Kabaramazsın kel fatma, Atan güzel sen çirkin...” demiş, o Evren’e...
Yerinde durmamış, o dönemde diktatörlüğün kuşattığı Şili’deki tencereye seslenmiş:
“Tencere dibin kara, benimki senden kara...”
* * *
Devlet terörüyle, faili meçhul yahut belli şiddetle, çökersiniz üstüne, vurursunuz.
Ama 12 Eylül’ün ertesi günü, Gırgır Dergisi’nin kapağı, aniden kapak olur otoriterinize.
Hiç bakmaz. Fırçalar...
Vurun tabi karikatüristi.
İbret için, provokasyon, tahrik için, komplo, gözdağı, o büyük oyun için... Şiddeti beslemek, her alanda üretmek, kaygıyı fobiye, korkuyu nefrete dönüştürüp, nefrete de hedef göstermek için...
Charlie Hebdo gibi vurun. Ama o yaralı dergiyi, delik-deşik merkezlerinde bu kez 1 milyon basarlar.
Paylaş