Paylaş
Ortada olmak, öncelikle denizsiz kılıyor şehri.
Ki yüzyıllar önce, deniz getirirdi medeniyeti.
Zeytinyağını, baharatı, şarabı, yeme-içme kültürünü...
Ve sonra uzayıp giden tren yolları.
Buharlı tren ile hız kazandı posta iletişimi.
Oflaya puflaya -ama- ulaştı “haber”, uzaklara...
Haberleşme hürriyeti diyecekseniz, posta trenleriyle başlayacaksınız tarihine.
Seyahat etme hürriyeti keza, önce raylardan...
* * *
Cumhuriyetin başkentinin de simgesiydi Ankara Garı.
Milli Mücadele’ye oradan uzandı genç ömürlü askerler.
Önce oraya döndü hayatta kalanlar, muzaffer.
Yıllar sonra Ankara Sarıkışla’da toplanan Mehmetleri, Kore’ye götüren gemiye oradan taşıdı trenler.
Ve savaş karşıtı şiirler yazan Nazım Hikmet o Gar’dan indi Başkent’e, elleri kelepçeli.
En yavuz aşk şiirleri, peronlarda dizelendi:
“Seher vakti habersizce girdi gara ekspres
kar içindeydi
durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri
perdesi aralıktı
genç bir kadın uyuyordu alacakaranlıkta alt ranzada
saçları saman sarısı kirpikleri mavi...”
* * *
Trenler, “hürriyet”e ya da yokluğuna dair hikayelerin beşiği oldu.
Ayrılığın ve kavuşmanın da...
Hayaller, şiirler, raylar üzerindendi.
Ve tren geçerdi, şarkıların içinden.
Sonra yıllar geçti.
Eski bir fotoğraftan oyulup, hatıra defterinin arasına yerleştirilen resme benzedi Gar’ın kent tarafından kuşatılan silueti.
Trenlerinin düdükleri, kayboldu şehrin hengamesinde.
Ki zaten, az bağırır Ankara’nın trenleri.
Haydarpaşa gibi vapur sireniyle çoğalmaz çığlığı, denizle yayılmaz uçtan uca...
* * *
Geçen yıl da buluştuk, Ankara Garı’nda Hürriyet’in İnsan Hakları treniyle.
Dün yine Başkent’teydi ve yine farklıydı gar.
Yazdığım herşeyi, o “rengahenk” tren hatırlattı bana.
Çünkü, tren hürriyettir.
Paylaş