Çaren yoktur zira, Ankara’ya deniz getirmek siyasi vaat olarak bile en demode komedidir.
Ama... Denize uzak bir şehirde aşık olduysan, yani aşkın o umman, çok telli enstrümanı yoksa sahnende, sakın eksilme.
Ve özenme o güzelim İstanbul’a; bozkır aşkları kimbilir kaç İstanbul öldürmüş, kaç firarı boğmuştur içinde.
Eksilme denizsizliğinden, pusulan olmasın deniz, o kenar süsü deniz feneri de...
Daha yaman bir iş yaptığını, aşkın peşinden rehbersiz, pusulasız gittiğini düşün, istersen öyle avut kendini.
Aşkın kılavuzu olmuş mu hiç?
Kılavuzu aşk olanın... da deme sakın!
O breh breh atasözleri, aşktan önce var mıydı?
Bir çok şairin, yazarın aşk stajını Ankara’da yaptıktan sonra İstanbul’a gittiğini unutmamak kaydıyla tabi...
İstanbul uygundur aşkın tarifine; başıbozuktur, dağınıktır, yakası açıktır.
Herkese, herşeye yer vardır sanki o kentte.
Ankara ise yıllar sonra kavuştuğu gece ulaşımında teselli bulur.
Sevinir, dinozor heykelinin kaldırılışına...
Heykeli gider de, sağdan soldan canlısı berdevamdır oysa sokaklarında.
Öyle olunca, aşka yer mi bırakırlar Ankara’da?
* * *
Her biri ayrı bir hikaye, neredeyse kendiliğinden bir şiir imkanı sunan sokak isimleri...
Sokaklardan birisinin adı da Barış Manço’nun şarkısından mülhem “Sakız Hanım”dı.
Ama Büyükşehir Belediyesi haz etmedi o isimden.
“Sakız Hanım”ı değiştirdi, Zemzem Sokak yaptı.
* * *
Angora’daki diğer sokak isimleri de, değiştirme operasyonundan aldı payını.
Günışığı Sokak, Medrese Sokak; Gündönümü Sokak, Müderris Sokak; Camadan Sokak, Kümbet Sokak ve Masumlar Sokak, Mevlana Sokak oldu.
Ama yargı izin vermedi bu değişikliğe...
Ankaralıların başlattığı ve değiştirilen sokak/cadde isimlerinin geri verilmesini isteyen imza kampanyası, İlhan Berk’in bu dizesini getirdi aklıma.
Sonra da Emek’e, Bahçelievler’e, Çankaya’ya başka ülkeleri yerleştiren Kazakistan, Bişkek, Taşkent, Aşkabat, Kuveyt gibi değiştirilen cadde isimlerini...
* * *
Sadece caddeler, isimler mi?
Kırk yıllık sokaklarının -yerleşmiş- numaraları iskambil destesi gibi karılıp yeniden dağıtılan Emek-Bahçelievler yarım asırlık sakiniydim, 2 yıl öncesine kadar. (Lafın gelişi sakiniyim, yoksa bu mevzuda sakinlik müşkül kelime)
İsim ve numaraları değiştirilen sokakların, caddelerin bir semtin, bir mahallenin kimliğini nasıl hırpaladığını, kent hafızasını nasıl flulaştırdığını bizzat yaşıyorum.
Zira sokaklar, caddeler isimleriyle, hatta numaralarıyla da hafıza mekanıdır.
* * *
Yazardır, yönetmendir, ressamdır, heykeltraştır... Hayatı, hayat tasavvurunu kendi penceresinden yahut inzivasından yansıtır.
Hayatın tam göbeğinde yaşayıp, öyle üretir bazen.
Yaşadığımız hayata “yabancı”, hatta hayat denilen hengamenin çok uzağında bir başına da biçimlendirebilir eserini.
Tahayyüllerinin, anlatısının “sen gibi”, “ben gibi” olması gerekmez. Nafile beklemeyin.
“Sanat nedir?” ya da o demode “Sanat sanat için midir, toplum için midir?” sorularına yanıt arayışı içinde değilim tabi.
“O sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik bitti /o elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti” (¹)
Sanatla, sanatçıyla kalabalıklar arasındaki gerilimin, geçimsizliğin çorak topraklarına girmek istiyorum.
Elbet sanatı, başarıyı öven, duyuran pozitif haberlerden söz etmiyorum.
Meramım heykele dair skandallar, saldırılar, kara, geçimsiz haberler.
Bu bahiste Ankara’nın “heykelle geçimsizliğin” de başkenti olduğu malum.
Kaldırılan, depoya sürülen, yasaklanan heykeller de var arşivlerde...
Hemen her gün kent vandallarının saldırısıyla, kafası-kolu koparılan, parçalanan, boyananlar da...
Hatta Yüksel Caddesi’nde İnsan Hakları Anıtı’nın polis barikatına alınması da.
* * *
Hani,
Hayata, yaşamaya dair sadece anıları kalmıştır sanki. Öyle sanır.
Nostaljinin marazi abanmasıyla, çocukluktur, lise günleridir, üniversitedir...
O zamanların evi, okulu, sokağı, mahallesi eklenir hatıraların dekoruna. İnsanları, arkadaşları eklenir.
Hatta yarım asırlık çınar ağaçları, küçük bir bakkal, parklar, heykeller, iğde kokuları...
Hepsi hafıza/hatıra mekanlarıdır insanın.
* * *
Zaman geçer, hayat değişir... Negatif sürekliliğin içinde yok olan, yok edilen mekanlar, insanın hafıza/hatıra haritasını da değiştirir.
O zaman saklandığı, sığındığı hatıralar da acıtmaya başlar insanı.
En bereketli dönemimdi. Bir tek soruna, yani rögara odaklanmak geliştirdi beni tabi, derinleştirdi.
Memleketimin tek “rögar yazarı” olmamın kazandırdığı şöhret de cabası.
Ama bu branşı seçerken, meşhuriyet peşinde değildim asla.
Rögarları yazıyordum. Zira bu memlekette kısa vadede çözülebilecek tek sorunun o olduğunu seziyordum.
Çözülseydi ve çorbada benim de tuzum olsaydı, harika olacaktı.
Torunuma rögar kapaklarını gösterecek, “Bak... Bu kapaklarda benim de emeğim, aklım-fikrim var” diyecektim.
Öldükten sonra da belki, merkezi bir yerdeki bir rögar kapağına benim ismimi vereceklerdi.
* * *