Hepsinin bu ülkenin turizmine önemli katkıları oldu ama görevleri ve sorumlulukları bitti.
Oysa Ege Turizm Derneği (ETD), 68 yıldır titizlikle, ilk kurulduğu gündeki inançla yolunda ilerliyor, bölge turizmine elinden geldiğince hizmet etmeye çabalıyor. Kutlamamak elde mi?..
1944’te Ege’mizin hizmet anıtlarından, Kültürpark’ın kurucularından, Meryem Ana Evi’ni ortaya çıkaranlardan, İzmir Belediye Meclisi üyesi ve İzmir Miletvekili Suad Yurdkoru önderliğinde 34’ü milletvekili, diğerleri bürokrat, sanayici, tüccar, gazeteci ve işadamı olmak üzere 74 kişinin kurduğu Ege Turizm Derneği, bakanlar kurulu kararııyla kamu yararına çalışan ilk turizm derneği olarak tarihe geçmiştir. İçlerinde Dr.Behçet Uz’dan gazeteci Süha Sükuti Tükel’e, Milletvekili Adnan Menderes’ten gazeteci Şevket Bilgin’e, Milletvekili Ekrem Oran’dan Reşat Leblebicioğlu’na nice büyüğümüz var. Hepsine rahmet diliyoruz.
Daha sonra bu kuruma rahmetli büyük dostum Turan Muşkara ve Bülent Yıldırım başkanlık yaptılar.
Bu dernek, 68 yıldır Ege’mizde kendini çok öne çıkarmadan ve reklamsız ama derinlikli hizmetler yapıyor. Günümüzde değerli dostumuz Önder Kayın başkanlığında asbaşkan Prof.Alp Timur, sekreter üye Özer Mumcu, sayman üye Ömer Akyüz, Nil Barlas, Ayşe Baykan, Aydın Alam’dan oluşan yönetim kurulu hizmet için çabalıyor.
Sonsuz başarılar diliyorum.
(Ege Turizm Derneği: (0232) 482 00 21 – www.egeturizmdernegi.org)
TURİZM BİLİNCİ
O bir bekçi.. Hem de gönüllü.. Erythrai antik kentini koruyor ve kolluyor.. Yaz kış demeden, ören yerini savunuyor. 3 yıl önce emekli olmasına rağmen ömrünün son yıllarını, yine bu antik kentin tarihi dekoru içinde geçirmekte.
1 Ocak 1974 yılında başladığı görevinde Hüseyin Yavuz, 33 yıl, 5 ay, 22 gün çalışarak Erythrai antik kenti bekçiliğinden emekli oldu. Ama ören yerinin kazılarını yürüten Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Ayşe Gül Akalın’ın ricası üzerine gönüllü bekçilik görevini hiç aksatmadan yaz kış sürdürüyor.
Antik kent, sanki onun çocuğu gibi. Nice arkeologlarla yanyana çalışmış.. Ekrem Akurgal, İzmir Arkeoloji Müzesi Müdürü Hakkı Gültekin ve arkeolog Cevdet Bayburtluoğlu’nun yanıbaşında yıllarca görev yapmış. Her kazı döneminde unutulmaz anılar yaşamış. Bu yıllar süren kazılar sonucunda kentin ve yörenin tarihini öğrenmiş ve kendi deyimiyle sanki geçmişe aşık oluvermiş. Her an görev başında. Ören yerine gittiğinizde hemen sizi karşılıyor. Kuş uçurtmuyor. Biraz bildiği Almanca, İngilizce ve Fransızca dağarcığı ile de turizme sabah akşam hizmet etmekte.
Bu kazıları ilk başlatan Ord. Prof. Ekrem Akurgal’ın vefatının 10. yılında, onun bir seevdalısı olarak Yavuz karşımızda dimdik durmakta. Hocasının kentini ele güne karşı çocuğu gibi kucaklıyor. Ve dudaklarından hep şu cümle dökülmekte: “Akurgal’ı çok özledim..”
Bir kültür fedaisi
Dönelim Hüseyin Yavuz’a.. O bir kültür fedaisi aslında.. Ildırı’dan geçip Erythrai antik kentine vardığımızda kapıda bizi daima her zamanki sıcakkanlığı ve güleryüzüyle karşılar.
Şehrin, kırmızı anlamına geldiğini, Girit’ten gelen Erythros’un önderliğinde kurulduğunu söyler. Bir çok bilgiyi yıllar içinde ezberlemiş sevgili Hüseyin amca. Büyük İskender’in inşa ettirdiği, daha sonra Roma İmparatoru Hadrianus’un onarımddan geçirttiği tiyatroyu gezdirirken, Anadolu’nun en eski eserlerinden birini adımladığımızı, her taşın bir destanı fısıldadığını ondan duyarız.
KARDEŞ gibi değil, bir oğul gibi bağlandığım Muzaffer İzgü, Ege’mizin en sevilen yazarıdır. Kitaplarının Ege’de girmediği ev yok gibidir. Milyonlanca okuyucusu olmuştur. Sevgili Muzaffer İzgü, çocuklar ve öğrenciler için ‘Yazar Dede’dir..
151. kitabının basılması keyfini birlikte yaşadık. Bilgi Yayınevi’nin bastığı, “İnci Minci Birinci” isimli nefis baskılı 400 sayfalık çocuk öykü kitabını, torunum için, “Sevgili Adilcan yüzün hep gülsün” diye imzalayarak bana verdi.
Ayrıca diğer torunum Kaan için, “Kedicik Patileri Minicik”, benim için de büyükler için yazılmış, “Padişahım Çok Yaşa” kitabını armağan etti. Ta İzmir’den Çeşme’ye bu kitapları taşıyıp getirmiş. Sarıldım ellerinden öptüm, Muzaffer Dede’mizin.. Böylece kütüphanemdeki Muzaffer İzgü kitapları yeni yayınlarla çoğaldı, 100’e yakın imzalı kitabı vardır ustamızın evimde. Hazine gibi saklarım onları.
Kitaplarla sörf
Çeşme Kaymakamlığı’nın Milli Eğitim Müdürlüğü’yle düzenlediği, “Çeşme’de Kitaplarla Sörf Projesi” kapsamında, ilçeye gelen ilk yazar Muzaffer İzgü, Çeşmelilerin ve büyük bir öğrenci kitlesinin muazzam sevgi kuşatması içinde konferans verdi ve sonra kitaplarını hem kültür merkezinde, hem de D&R mağazasında saatler süren bir mesaiyle imzaladı, çocuklarla buluştu, kucaklaştı.
Bu güzel etkinliği baştan sona izledim. Projenin mimarları Çeşme Kaymakamı İnci Sezer Becel ile İlçe Milli Eğitim Müdürü Abdülkadir Budak’ı ve emeği geçen tüm öğretmen arkadaşları kutlarım. Muzaffer İzgü’nün konferansını baştan sona ilgiyle izleyen Çeşme Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu da etkinlikten çok keyif aldı.
Bir kere daha gördüm ki, Muzaffer İzgü’müz Ege’mizin en sevilen yazarıdır. Özellikle öğrenci kitlesi içinde pırıl pırıl bir imajı vardır, her çocuk onun ismini duyunca gözleri parlıyor ve bir “Masal Dede” hayali ile buluşuyor.
TÜRK sinemasının 17 milyon dolarlık bütçesiyle en pahalı filmi olan “Fetih 1453”, geçtiğimiz perşembe günü saat 14.53’te ülkemizde ve dünyada bir çok ülkede aynı anda özel gösterimle sunuldu. Filmin kopyaları perşembe sabah erken saatlerde özel uçakla İzmir’e geldi. 160 dakikalık filmi, halkımızla omuz omuza, tıklım tıklım dolu sinemada ağzım bir karış açık izledim. Hollywood ayarında olağanüstü başarılı 3 boyutlu ve bilgisayar animasyonlarıyla süslenmiş tarihi filmi izlerken, Karşıyaka Lisesi’nde İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet Han tarafından zaptedilişini haritalar eşliğinde günlerce anlatan annem tarih öğretmeni rahmetli Zehra Aksoy’u hatırladım.
“Aferin” dedim tüm emeği geçenlere.. Özellikle yapımcı ve yönetmen Faruk Aksoy’a.. Recep İvedik serisinden kazandığı tüm parayı, geri kalan servetini, yetmeyince bankadan çektiği krediyi ve evini satarak aldığı parayı, dahası ağabeyinden aldığı yüklü borcu da filme yatıran bu yapımcı-yönetmeni alnından öptüm. Diğer yapımcı Ayşe German’ı da kutluyorum.
İNANILMAZ HAZIRLIK
Çekimleri 3 yıl süren ve sadece frangmanı bile haftada internette 9 milyon kişi tarafından indirilip seyredilen “Fetih 1453” filminde sur savaşlarında görev alacak figüranlar için 20 terzi, 44 bin metre kumaş kullanarak, 2500 parça kostüm dikti. 6 bin parça zırh, silah ve savaş aksesuarı hazırlandı. Surların yıkılmasında büyük rolü olan Şahin Topu’nun bire bir benzeri Kırklareli Demirciköy’de yaptırıldı. Sur savaşlarındaki figüranlar aylarca kılıç ve yay kullanma, dövüş dersleri aldı. Genelkurmay’ın izniyle civar kışlalardan binlerce asker figüran olarak yardıma koştu. Gemilerin karadan yürütülüp Haliç’e indirilme sahneleri efekt uzmanlarınca defalarca hazırlandı. Filmde toplam 15 bin yardımcı oyuncu yer aldı. 40 manda, 250 at kullanıldı.
Üç ayda Kemerburgaz’da kurulan ve içinde asıllarına uygun olarak yaptırılan 20 savaş kulesi, 15 top bataryası, 5 mancınık, Cenova limanının canlandırıldığı 2500 metrekarelik havuz ve Rumelihisarı’nın maketinin bulunduğu 14.500 metrekarelik setin tamamlanmasının ardından çekimler başladı. Surlarda gerçekleştirilen savaş sahnelerinde 5000 figüranlı bir ordunun saldırı sahneleri 55 gün sürdü.
FETİH FİLMİ DERSLERİ
1 Battal Gazi veya Malkoçoğlu gibi basit filmlerle tarihi anlamaya çalışan bir toplum, ilk kez Hollywood ayarında bir “Fetih-1453” filmiyle, kendi kulvarında bir sinema devrimi gerçekleştirmeye aday haline gelmiştir. Bundan sonra engin Türk tarihi önümüze serilecektir. Orta Asya’dan Kurtuluş Savaşı’na kadar uzanan zengin ufuklar, bu filmle bizi artık bağıra bağıra yanına çağırmaktadır.
2 Artık Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’nı, Kemal Tahir’in Devlet Ana romanını, Alpaslan’ın Malazgirt Savaşı’nı, Viyana Kuşatması’nı, Barbaros’un Preveze Deniz Savaşı’nı, Çanakkale’-yi, Sarıkamış’ı, Mekke ve Medine’yi birinci paylaşım savaşında İngiliz’lere karşı savunan Fahrettin Paşa’yı pek güzel çekebiliriz, bunları artık düşleyebiliriz.
STANLEY benim İzmir’de en birinci Levanten arkadaşımdır, nadide bir dostumdur.. Masum yüzlü, tertemiz yürekli, babacan bir kişidir. Hakiki İngiliz’dir, özel bir Levanten’dir, ünlü bir Avrupalı aileye mensuptur, ama safkan İzmirlidir, dahası halis Türk’tür!..
Dostu olduğum için gurur duyarım.. Yazın çıplak ayakla, boynunda turuncu köylü poşusu, başında güngörmüş kaptan şapkasıyla deniz kıyılarında gezinir durur. Kışın ayağında çizme, üzerinde kalın safari ceket vardır. Yine boylu boyunca kıyılarda gezer, köpeği Cıngıl yanında olmak şartıyla.. Rahmetli Marika Corsini ve eşsiz insan Maria Rita Epik’ten ve amcası Jilbert Epik’ten sonra en sevdiğim Levanten portredir. Benim Levanten’imi, kimselere değişmem.. Çünkü o, en fazla bizden biri gibidir..
Geçenlerde Royal Historical Society (Britanya Kraliyet Tarihi Kurumu) üyesi ve Society for Court Studies’in (Saray Araştırmaları Derneği) yayın organı The Court Historian’ın editörü Philip Mansel’in yeni yayınlanan kitabı “Levant”ı elimden düşürmeden okurken, Altay Vakfı’ndan sevgili Eren Gevgili, kulüpte “Clarke Kardeşleri” anacaklarını bildirdi. Hemen Stanley’e gitmek amacıyla yerimden fırladım..
CLARKE KARDEŞLER
Baban Joseph Clarke’ı anlatır mısın?Babam Joseph Clarke, 21 Mart 1918’de Lemnos’ta doğdu, 8 Ocak 1983’te İzmir’de öldü, Paşaköprüsü Hristiyan Mezarlığı’nda yatıyor. Biz Katolik’iz. Babam, çok iyi bir insandı, yardımseverdi, bir Alsancak yakışıklısıydı. Dişçi Kemal Çetindağ’ın evinde kiracı oturduk önceleri, sonra hep Alsancak’taydık. Babam hayata muhasebeci olarak başladı, sonra ihracatçı oldu. Kardeşiyle kurduğu “Edvin & Jo Clarke Kardeşler” isimli firmalarıyla kuru incir, kuru üzüm, incir ezmesi ihracatı yaptılar yıllarca.. Babam ölmeden önce 8 sene İzmir İhracatçılar Birliği Başkanlığı yaptı. Türkiye Jokey Kulübü’nde yönetim kurulu üyeliği görevini yürüttü. Amcamın Marianne ve Partice isimli iki evladı oldu.
Peki dedelerin kimmiş?- Annem Evelyne’nin babası, Malta Adası kökenli dedem Anthony Mikaleff, ülkemizde zeytinlağında standartlaşmayı getiren ilk şirket olan meşhur Kristal Yağları’nı 1938’den itibaren çabalayarak kurdu. Eşi anneannem Teresa, İzmirli Filipucci ailesindendir.. Beş kuşak önceki baba dedemiz James Clarke, Osmanlı zamanında 1850’lerde İzmir-Aydın tren yolunu inşa etmek için İngiltere’den İzmir’e göçüyor. Geliş o geliş.. Biz, James Dede’nin kökünden geliyoruz.
CLARKE AİLESİ
İngiliz kökenli Levanten Clarke (Klark) Ailesi, İzmir’in yakın tarihinde ve toplumsal yaşamında önemli roller üstlenmiş mümtaz bir ailedir. Bu ailenin en çok tanınan iki ferdi, Altay’ın ünlü futbolcuları Edvin Clarke ve ağabeyi Joseph Clarke’tir. Yaşlarının birbirine yakın olması sebebiyle, 1940’lı yılların şanlı Altay takımında yan yana oynayan bu iki kardeş, futbol tarihinde “Clarke Kardeşler” diye ün yaptılar. Santrfor Edvin Clarke, “Bombacı Klark” diye ünlendi. Solaçık Joseph (Jo) Clarke’ın kardeşinden geri kalır yanı yoktu. İkisi de şiddetle topa vuruyor ve fileleri havalandırıyordu. İki kardeşe “Bombacılar” dendi.. Siyah-beyaz renkleri zirvelerde gezdiren bu iki İzmirli kardeş, hayatları boyunca bu şehirde yaşadılar ve buraya gömüldüler. Şimdi bu ailenin bir ferdi olan Stanley Clarke’ı, bir dağ kulübesine benzeyen evinde ziyaret ettim. Masanın üzerine Philip Mansel’in çok okunan yeni kitabı “Levant”ı koydum..
ADEM ve Hasan Kargı kardeşler iyi ki, usta gazeteci ve İzmir Gazetecilik Yüksek Okulu’nun ilk hocalarından Nejat Yada’nın, “İzmir Basın Aleminden Fıkralar” kitabını bastı ve buram buram matbaa kokan yapıtı bana hemen ulaştırdı. Bir gecede su içer gibi okudum. İstanbul yayınevlerine ulaşamayan 500’e yakın İzmirli’nin kitabını basan ve büyük kültür hizmeti yapan Etki Yayınevi’ne teşekkür ederim. (Kitap isteme Etki Yayınları: 0232.482 09 00)
Böylece ‘Basın Müzesi’ gibi bir usta gazeteci büyüğümüzün, yani Nejat Yada’nın sonbaharda ağaçlardan dökülen yapraklar misali hatıraları, mizahi fıkraları yok olup gitmeden kitaplaşmış oldu. Darısı diğer tüm gazeteci büyüklerimizin başına.. Şeref Bakşık, Haluk Cansın, Nedim Çapman, Güngör Mengi, Kaya Çelikkanat, Türkmen Parlak, Zeynel Kozanoğlu gibi daha nice usta ağabeylerimizin anıları kitaplaşmalı, İzmir Basın Tarihi’ne ışık tutmalı.
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin geçenlerde Basmane’de tahsis ettiği binada “Basın Müzesi” kurulmasının ilk adımları atılırken, İzmir Gazeteciler Cemiyeti yetkilileri bu tür derya gazetecilerin anılarından ve arşivlerinden çok faydalanabilir. Müzemize arkadaşlarımızın eski fotoğraf makinaları sürekli bağışlanıyor. “Müzemiz, eski fotoğraf makinaları mezarlığı olacağı yerde, yaşanmış hatıraların capcanlı belgeleriyle doldurulmalı” derim. Basın Müzesi gibi dopdolu gazeteci büyüklerimizin kapısını çalalım..
MÜTEVAZI USTA
Bu bakımdan Nejat Yada’nın kitabı tarihimize ışık tutmuştur. Sağol mütevazı ağabeyimiz.. Bu arada bir kişiye daha teşekkür etmek gerek. Nejat Yada’yı sahibi olduğu “Gazetem Çeşme” ve “Turistik Çeşme” gibi yayın organlarında danışman kadrosunda bulunduran ve bu 78 yaşındaki ağabeyimizin “Günün İçinden Yazıları”nı bize sunan, özverili ve aydın gazeteci arkadaşımız Demet Özbilgin’i de kutluyorum. Nejat Yada’nın 27 Ocak tarihli “Uğur Mumcu ve Gazeteciler” başlıklı yazısı bir sosyoloji dersiydi adeta, internetten okuyabiliriz.
Basın şeref kartı ve çeşitli basın ödülleri sahibi Nejat Yada, 1934 yılında doğdu. İzmir Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu Dış Ticaret ve Konsolosluk Bölümü’nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1952 yılında İzmir’de yayınlanan Ege Güneşi’nde başladı. Yeni Asır, Ege Ekonomi, Ege Ekspres, Demokrat İzmir gazetelerinde muhabir, sayfa sekreteri, spor müdürü, birinci sayfa sekreteri, gazete ortağı olarak çalıştı. Kemeraltı’nda kendi yayınladığı yerel gazetelerde yıllarca tüzük yayınlayarak binlerce derneğe hizmet etti. İzmir’de yeni açılan Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’nda steno, haber tekniği, kompozisyon desleri verdi. “Stenografi” isimli bir kitap yazdı. Şimdi 78 yaşındaki müthiş esprili ve derinlikli gazeteci yazarın kitabından hatıra okuyalım.
ASFALT OSMAN
Yeni Asır’da belediye muhabirliği yapıyorum. Osman Kibar, İzmir Belediye Başkanı.. Belediyenin yeni başlattığı asfaltlama çalışmalarını yakından izliyorum. Bir gün asfaltın döküldüğü caddede işçilerle konuşurken, ayakkabısı ve üstü başı asfalta bulanmış yaşlıca bir hanım bana çıkıştı:
HÜLYA SEZGİN, çok takdir ettiğim bir İzmirli naif ressam. Halen bir bakımevinde huzur içinde yaşamakta olan İzmir’in simge naif ressamı, eşsiz fırçaya sahip usta ressamı, değerli büyüğüm Fatam Eye’yi yıllar öncesinden tanımış ve ona bağlanmış bir sanat muhabiri kökenli yazar olarak, nerede bir bayan naif ressam görsem ve tanışsam, içim hemen pır pır eder..
Çünkü Fatma Eye ablamızdan öğrendiğime göre, naiflik yalnızca sanatta çocuksu doğallık değil, aynı zamanda eşsiz bir doğa sevgisi, dizginlenemez bir dünya ve yurt aşkı, aynı zamanda sınırsız bir hümanizmadır, yani insanlık idealidir. Muazzam bir çalışkanlıktır, muazzam bir çevreyi izleme ve tespit ettiklerini tuvale aktarma azmidir.
Tanıdığım Hülya Sezgin de, işte böyle bir naif ressam.. Dr.Hakan Tartan başkanlığındaki Konak Belediyesi Alsancak Kültür Merkezi Sanat Galerisi’ndeki “Anadolu’dan Esintiler” isimli son sergisini mutlaka izlemelisiniz. Kültür Müdürü Ayla Sert ve ekibinin sunduğu bu sergi, bizi Anadolu’ya götürecek ve kendi özümüzle buluşturacaktır.
ESKİŞEHİR GERÇEĞİ
Ben, bugün Hülya Sezgin’in Eskişehir izlenimlerini sunmak istiyorum. Geçenlerde bu şehri gezen ve inceleyen naif ressamımız, Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen ve kadrosunun yaptıklarına hayranlık duydu.. Bir sanatçı güzüyle, bir sanat şehrinin gezilmesinden sonra elde edilen bu izlenimlerin, İzmir için kafa yoranlara bir kriter olmasını dilerim. Sözü ona bırakıyorum:
“Kentini tanımak, turizm beldesi yapmak isteyen belediye başkanlarına duyurulur. Bu işin sırrı sanattan geçiyor. Sanatla güzelleştirdiğiniz kente turist akın ediyor, ticaret canlanıyor, esnafın yüzü gülüyor.
Eskişehir sanki bir Avrupa kanti.. Deniz seviyesinden yüksek bir kara iklimine sahip, önce üşüyorsunuz, sonra alışıyorsunuz, çünkü nem yok.
“YA esir olacağız, ya var olacağız kardeşlerim!.. Var olmak için inancınız varsa, gelin birleşelim, mukavemet bayrağını yükseltelim.. Anamızı, karımızı, bacımızı, namusumuzu, toprağımızı, vahşi sürüler gibi saldıran vicdansızlara terk etmeyelim.. Eğer var olmak istiyorsanız kardeşlerim, Türk Mukavemet Davası’na sahip çıkın.. Korkmayın.. Yukarda Allah, yerde atalarınızın hatıraları sizden fedakarlık bekliyor.. Var olmak istiyorsanız kardeşlerim, çevremde toplanın, Dr. Fazıl Küçük önderimizdir, bizi yalnız bırakmayın. Var olmak istiyorsanız kardeşlerim, Türk ruhunun ölmediğini dünyaya ispat edin.. Dağ başını duman almış, özgürlüğe yürüyelim arkadaşlar..”
Bu sözler hayatım boyunca kulağımdan hiç çıkmadı.. Beynim bu kayıtları hiç silmedi.. En olumsuz koşullarda, tam 50 yıl boyunca Kıbrıs davasının en kritik dönemeçlerinde bile bu ses kalbimizde yankılanıyordu..
ERENKÖY DİRENİŞİKıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) önderi, “Toros” kod isimli genç Denktaş, 1964’te Erenköy direnişi öncesinde böyle diyordu, bağırarak, hançeresini yırtarak.. Sesi önce Beşparmak Dağları’nda yankılandı, sonra Akdeniz’in hırçın dalgalarını kucakladı, Anadolu kıyısında Toros Dağları’nın zirvelerine ulaşınca büyük bir hız kazandı, rüzgar oldu, bora oldu, koptu geldi, İstanbul’da bir üniversite öğrenci yurdunun koğuşunda, gece yarısı Kıbrıslı öğrencilerin yüreğinde patladı..
Hepsi birden ayaklandılar, adanın kıyısındaki küçücük Türk yerleşim birimi Erenköy onbinlerce EOKA’cı haydut tarafından kuşatılmıştı.. Tanklar, toplar çevrelerini sarmıştı.. İstanbul’daki öğrencilerin analarını, kız kardeşlerini vahşet bekliyordu..
Kıbrıslı kardeşlerim, koğuşta bana veda ettiler, sarıldılar boynuma.. “Gidiyoruz adaya, belki dönmeyiz, hakkını helal et” dediler..
Durur muyduk?.. Durabilir miydik?.. “Biz de geliyoruz” dedik. Birlikte koştuk direnişe.. Birlikte koştuk özgürlük savaşına.. “Türk Mukavemet Teşkilatı” ile böyle tanıştık..
Sevgili ve rahmetli dostum Özker Yaşin’in yanardağ gibi vatan şiirleri bize güç veriyordu..