Yalçın Doğan

Dışarıdaki taşeron toplamı net 26

24 Haziran 2010
DIŞARISI süt liman. İçerde korkunç terör fırtınası esip savuruyor, çınarları yaprak gibi sürüklüyor.

Dışardan çıt yok. Anlı şanlı dış politikanın somut göstergesi. 

Dışarısının toplamı net 26, yani 26 ülke.      
26 rakamı, aynı zamanda Başbakan Erdoğan’ın “taşeron” diye tanımladığı PKK destekçilerinin sayısı. Teröre karşı çıkmak bir yana, çoğu belki de, zevkten dört köşe. Tarihte örneklerini bolca gördüğümüz gibi.

ÜÇLÜ MEKANİZMA

İçerde, terörde yitirdiklerimizin verdiği acı yanında, bir başka acı daha ekleniyor. Halkın şaşkın bakışları arasında, iktidarla muhalefet arasındaki sen-ben kavgası. Özellikle Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli atışması ibretlik. “Sen bunu yapmadın, ben bunu yaptım” kavgası neye hizmet ediyor, belli değil. Sadece anlamsız ve bıktırıcı. Ve çok ayıp.

Yazının Devamını Oku

İlhan Abi, artık çok yoksulum

23 Haziran 2010
ÜRKEK bakışlarla çevremi izliyorum. Gazetecilikte, dolayısıyla Cumhuriyet’te henüz üçüncü ya da beşinci günüm. Birileri koşuşturuyor, ötekiler telefonlarla bir yerleri arıyor, diğerleri, “haberin bu tarafına da bakalım” talimatı veriyor.

Ne tarafına, haber nedir, nasıl yazılır, şaşkınlıkla izliyorum. Cumhuriyet’te kimseyi tanımıyorum. Tanıdıklarım, isimlerinden bildiğim yazarlar.
“Ben şimdi ne yapacağım” endişesiyle, kapıyı gözlüyorum. En iyisi buradan gitmek, yok ben bu işi yapamayacağım galiba.

Tam o sırada karşımda İlhan Selçuk. Bu kadar yakından ilk kez görüyorum. Daha önce, üniversite yıllarımızda o nerede konuşuyorsa, hep birlikte oraya koşuyoruz. Sonunda devrim şarkıları söyleyerek, salondan ayrılıyoruz.

Ondaki pür ve soğuk mantık, zincirleme reaksiyon gibi. İnsanı altüst eden hoşgörü ve sevecenlik eşliğinde.

Yazının Devamını Oku

‘Hair’ filminin son sahnesi

22 Haziran 2010
DEV askeri uçağın arka kapısından şehit cenazeleri tek tek uçağa taşınırken, “Hair” filminin son sahnesi aklıma geliyor.

Filmde, tören adımlarıyla arka kapıdan askeri uçağa binen askerler, o unutulmaz “Let the sun shine in” parçasıyla Vietnam’a ölüme uğurlanıyor. Hair, Amerika’nın Vietnam sendromunu anlatan en iyi müzikallerden biri.

Önceki gün son saldırıda şehit düşen askerler için Van’da düzenlenen askeri tören sonrasında, cenazeler uçaklara taşınırken, görüntü tam Hair sahnesi. Filmde askerler Vietnam’a çarpışmaya gidiyor, bizde kendi varlığını korumak için toprağa düşmüş askerler memleketlerine uğurlanıyor.

Hazin bir çağrışım.

DAĞDAKİLERİ İNDİRMEK

Yazının Devamını Oku

Milyonerler 6 bin işsizler 105 bin arttı

19 Haziran 2010
MİLYONER sayımız her geçen gün artıyor. Yaşasın, zenginleşiyoruz.

Geçen yıl 23 bin milyonerimiz varken, bu yıl 29 bin milyonerimiz var. Milyoner sayımız bir yıl içinde 6 bin kişi artıyor. Böyle refah, böyle zenginleşme her iktidara nasip olmuyor.
Zenginin malı züğürdün çenesi yoruyor, değil, bir tespit yapıyoruz. Daha doğrusu, bu tespiti Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) yapıyor. Aziz milletimizin ne kadar parası var, ne kadar yok, kimin payına ne düşmüş, BDDK bunları açıklıyor.
Açıklama özel bir kuruluşa ait değil, doğrudan bir devlet kurumunun belirlemeleri.
35 MİLYAR ARTTI
BDDK Nisan ayı bülteninde çarpıcı bilgilere yer veriyor.
- Türkiye’de milyoner sayısı geçen yıl 23 bin, bu yıl 29 bin.
- Bu milyonerlerin bankalardaki parası geçen yıl 178.1 milyar lira. Bu yıl milyonerlerin bankalardaki parası 213.4 milyar liraya yükseliyor.  35.1 milyar liralık artış.

Yazının Devamını Oku

Azat’la konuştum Cumhurbaşkanı’na arz ederim

18 Haziran 2010
“ELİMDE, kolumda sigara söndürüyordü, annemin çığlıkları geliyordu, yüzünü hatırlamıyorum şimdi, dev gibi bir adamdı”. Bu sözleri duyunca ne yapacağımı şaşırıyorum. Derin bir sessizlik.
“Yedi yıl annemle birlikte cezaevinde kaldım. Gardiyanlar ya da birileri ara sıra yanımıza geliyor, kötü kötü bakıyor, yatak ve yastıklarımızı bıçaklıyor, hepimize küfür ediyorlardı, çok kötü küfürler”.
Bu sözleri duyunca ne yapacağımı şaşırıyorum. Derin bir sessizlik.
Karşımda aslan gibi bir delikanlı, 15-16 yaşlarında, Azat. Annesi Fatma Tokmak ve oğlu Azat’ın öyküsü, Türkiye’nin terör, güvenlik, hukuk, insan hakları kıskacının aynası.



BİR CİNAYET
Geçen gün Radikal’de Yıldırım Türker’in yazısında okuyorum. O yazı üzerine önceki gün avukat Eren Keskin’le buluşuyorum. Keskin, Azat’ı da getiriyor.
Türker’in yazısında da var, Avukat Keskin’den ve Azat’tan ayrıntılarını öğreniyorum. Bende bir kaç gecedir uyku bırakmayan dramın özeti şu.
Fatma Tokmak Diyabakır’ın bir köyünde dünyaya geliyor. Anne ve babasını küçük yaşta kaybediyor. Doğum yılını bilmiyor, Türkçe bilmiyor, okuma yazma bilmiyor, nüfus kaydı yok. 34-35 yaşlarında olmalı. Kürt. Ülkesinin böyle bir yurttaşı var mı, yok mu, yerine göre, bazen yok, bazen fena halde var.
Muhtemelen yirmi yaşında köyünden biri Fatma’yı kaçırıyor, imam nikahıyla evleniyor. Eşi PKK’lı. Bir süre sonra dağa çıkıyor. Oğlu Azat o sırada doğuyor.
Eşini beklerken, eve bir PKK’lı geliyor, eşinin öldüğünü söylüyor, Fatma’yı ve Azat’ı İstanbul’a götürüyorlar.
İstanbul’da kaldığı evde bir cinayet işleniyor. Evdeki diğer üç kişi ile birlikte Fatma da tutuklanıyor, örgüt bağlantısı ve cinayet suçlamasıyla. Yıl 1996.
İŞKENCECİLER YIRTIYOR
Azat’ın ve annesinin macerası katlanıyor.
Fatma Türkçe bilmiyor. Kimse Kürtçe ifade almadığı için, Fatma hiç ifade vermeden 3.5 yıl tutuklu kalıyor.
Türkçe ifade versin ve konuşsun, diye annesinin gözü önünde Azat işkence görüyor. Oğluna işkence, annesinin gözü önünde. Anneden çığlıklar.
Yargı önüne çıkmadan 3.5 yıl hapiste kaldığı için, avukatlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gidiyor. Türkiye mahkum oluyor. Ancak, Fatma’nın durumu değişmiyor. O yine cezaevinde.
Azat da, annesiyle Gebze Cezaevinde. Yedi yıl hapis ve yokluk ve bir türlü küllenmeyen acılar.
İşkence var mı, yok mu? Adli Tıp “var ama zamanı belli değil” diyor.
İşkenceciler yırtıyor, onlar hakkında dava bile açılmıyor.
FATMA KALP HASTASI
Azat yedi yıl hapiste. O çocuğun psikolojisini düşünebiliyor musunuz? Yaşadıklarını, işkenceyi?
Fatma dokuzuncu yılda tahliye oluyor, 2006 yılında. O arada Azat önce çocuk esirgeme kurumuna gönderiliyor, sonra anneannesi yanına alıyor.
Fatma bir iş buluyor özürlüler merkezinde İstanbul’da. Ama, dava devam ediyor. Azat da, bu arada okula gidiyor İstanbul’da.
Derken, geçenlerde Yargıtay davada son kararı veriyor, ömür boyu hapis.
Azat anlatıyor:
“İki hafta önce polisler benim okula geldiler, müdür beni polislere götürdü, annemi arıyorlarmış. Sonra öğrendim, annemi tutuklamışlar.
O gün ve ondan sonra benim sınavlarım vardı, bildiğim halde, soruları yapamadım. Sınavlarım çok kötü gitti. Oysa, ilk yarıda iyiydi derslerim”.
Onca yaşanmışlıktan sonra Azat’ın geleceğe dönük planı var:
“Sınıfı geçersem bu yıl, Bakırköy Sağlık Meslek Lisesine gitmek istiyorum, daha sonra da anestezi uzmanı olmak istiyorum”.
Azat’ı dinlerken yutkunuyorum, bir daha, bir daha.
GÜL’E DİLEKÇE
Fatma hasta ve çok zor durumda. Azat’ın durumu ortada. Fatma için hukuk açısından yapılacak bir şey yok. Hayır, yapacak tek şey var.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Fatma’yı affedebilir, çünkü hastalık ve buna ilişkin raporlar çok açık.
Affeder mi? Büyüklük gösterir, insanlık örneği vermiş olur. Azat’ın, Fatma’nın ve kim bilir daha kimlerin gönlünü kazanır.
Ey kadınlar kendinizi Fatma’nın yerine koyun. Ey erkekler, çocuklarınızı Azat’ın yerine koyun. Kendinizi koyun. Ve düşünün ve hissedin.
Azat iyi bak kendine, her şeye rağmen, önünde koca bir hayat var.
Meraklısına Not: Azat’ı ömrümde ilk kez gördüm, Fatma’yı hiç bilmem, aileden hiç kimseyi tanımıyorum. İnsanlık adına, onlara hepimizin borcu olduğunu düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku

Lula’dan cilalı Davutoğlu devrine

17 Haziran 2010
BREZİLYA Devlet Başkanına yakınları mürekkep balığı anlamına gelen Lula diye sesleniyor. Lula öyle sempatik ki, Başkan Obama bile G-20 Zirvesinde “I love this guy” (ben bu adamı seviyorum) demekten kendini alamıyor. Lula sekiz çocuklu bir aileden geliyor. Babası evi terk edince, ayakkabı boyacılığına başlıyor. Manavda çıraklık, boya fabrikasında işçilik gibi işlerde çalışıyor. Kendini yetiştiriyor, yine de okumayı başarıyor.
80’li yıllarda politik eylemlere katılıyor, sık sık tutuklanıyor. Önceleri Marksist, sonradan sosyal demokrat. Başkanlık seçimini üç kez kaybediyor, ama 2002’de başkan seçildikten sonra, sadece Brezilya’nın değil, dünyanın sevgilisi haline geliyor.
KARALAR BAĞLANDI
Lula’nın yolu Türkiye ile İran uranyum anlaşmasında kesişiyor.
Bu anlaşmayı ve Güvenlik Konseyinde kullandığı “hayır” oyunu kendi ülkesine ve dünyaya öyle güzel anlatıyor ki, Amerika’nın ünlü dergilerinden “Time” onu “dünyadaki en etkin lider” olarak tanımlıyor. Batı bir adım daha atıyor, Nobel Barış Ödülü adayları arasına onun da adını yazıyor.
Ah, birileri bu haber üzerine kim bilir nasıl karalar bağlamış olmalı.
Lula izlediği politikayı kendi ekibine, daha önemlisi ülkesinde ve dünyadaki muhaliflerine öyle açıklıyor ki, herkes onu alkışlıyor.
Lula da, kazandığı zaferi Muhafız Alayı bandosu ile birlikte kutluyor. Bando çalıyor, Lula trompet solo çekiyor. (Bu resmi Der Spiegel dergisinden aldım).
İzlediği politikada uçmuyor, ülkesini uç noktalara sürüklemiyor, duygudan uzak, mantıklı. Kendisini eleştirenleri sabırla yanıtlarken, ne gözleri yuvalarından fırlıyor, ne onlara vergi memuru gönderiyor.
İHTİŞAM YERLERDE
Lula ülkesinde balayı yaşarken, biz de Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanı olduğundan bu yana, dış politikada her kaleye bayrak üstüne bayrak dikiyoruz.
Bazı kalemler, onu yere göğe koyamıyor. O ne derinlik, o ne bulunmaz geniş görüş, o ne bilgi ummanı, o ne pratik diplomasi, tarih kitaplarına bir çağ daha ekleniyor, Cilalı Davutoğlu Devri. Parmak ısırtan ihtişam.
Ancak, işlerin hiç de pompalandığı gibi olmadığı artık görülüyor.
AB ile yolun sonuna geliniyor. Bunu AB Genel Sekreteri bile artık saklamıyor.
Amerika ile kılıç kalkan oyununa az kalıyor. Avrupa’da bazı ülkeler Türkiye’ye sırtını dönüyor. Rusya ile aramızda sanki su sızmıyor, ama onlar BM’de ve enerjide başka telden çalıyor. Azeri kardeşlerimizle nurlu ufuklara uçarken, onlar bildiğini okuyor. Orta Doğu’da liderlik derken, İsrail ile neredeyse savaşın eşiğine geliniyor.
Bu kadar zafer ve alkış Davutoğlu’nun başını döndürüyor. Siyasette bir yaprak daha çeviriyoruz, okuyoruz, Cilalı Davutoğlu Devri Son.

Bir 12 Eylül’de, bir de bugün kara listedeyiz

YAPILAN anlı şanlı değişikliklere hiç yüz vermiyor ILO, Uluslararası Çalışma Örgütü.
Geçen hafta Cenevre’de Çalışma Bakanı Ömer Dinçer ile hükümet yanlısı bazı işçi ve işveren sendikaları ILO’yu ikna etmek için canla başla çalışıyor. Anlata anlata bitiremedikleri ne anayasa değişiklikleri kalıyor, ne 1 Mayıs bayramı, ne başka vaatler, ILO hiç birine kulak asmıyor.
Sendikal özgürlüklerin askıya alınmış olması ve bunun demokrasi ile bağdaşmaması karşısında, ILO Türkiye’yi izlemeye alıyor, izlemenin, bu teknik deyimin Türkçe’si, kara liste.
ILO toplantısında DİSK Başkanı Süleyman Çelebi son otuz yılın sendikal gerçeklerini belgelerle anlatan önemli bir konuşma yapıyor. ILO Türkiye’ye her gelişinde gözlemlerini aktardığı raporları da masaya yatırarak, bizimkileri sorguya çekiyor.
Sorguya çekilen başka ülkeler de var. Ama, Türkiye böyle bir davranışa 12 Eylül’den bu yana ilk kez muhatap oluyor. Sendikal haklar bir 12 Eylül askeri rejiminde bu kadar yerin dibinde, bir de şimdi.
Parantez açmak gerek. Sendikal hak ve özgürlüklerle ilgili otuz yıldır gelmiş geçmiş bütün hükümetler aynı sözü veriyor. O hükümetlerin hiç biri verdiği sözü tutmuyor. Buna son olarak AKP Hükümeti ekleniyor. Hiç bir demokratik ülkede sendikal haklar bu kadar geri değil.
İzlemeye almak ne demek? Türkiye temel demokratik sendikal hakları ihlal ediyor, demek. Bu karar hükümetin attığı demokrasi nutuklarını iptal ediyor.
ILO yıl sonuna kadar gelişmeleri izleyecek, yıl sonunda hükümetten arada geçen zamanda ne yaptığına ilişkin bilgi isteyecek.
Bunca bilgi kirlenmesi ve haber bombardımanı arasında çoğu kimsenin dikkatini çekmiyor olabilir, ama yıl sonunda ILO ile yaşanacak bir kriz, Türkiye’nin Batıdan bağlarını kopartan öğelerden birine dönüşebilir.
Yazının Devamını Oku

15-16 Haziran 2010 işçi direnişi

16 Haziran 2010
SİZ görevinizden istifa ediyorsunuz. İstifa karşılığı notere gidip para ödüyor musunuz?<br><br>İşçiler ödüyor. 126 lira.

İşçi sendikalı olmak istiyor. Bunun için de, notere gidiyor, 40 lira ödüyor.
Notere gitmek için, üstelik bir iş gününden, günlük yevmiyesinden vazgeçmesi gerek.
Eğer o işçi asgari ücretle çalışıyorsa, sendikasını değiştirip, yeni sendikaya girmesi ve günlük ücretinden vazgeçmesi, ona ücretinin üçte birine mal oluyor. Maliyeti iki yüz lirayı geçiyor.
15-16 Haziran büyük işçi direnişi üzerinden kırk yıl geçiyor. 1970’de işçiler DİSK’i tasfiye niyetiyle hazırlanan bir tasarıya karşı direniyor. DİSK’e bağlı işçilere Türk-İş üyesi işçiler de katılınca, 15-16 Haziran tarihsel bir direnişe dönüşüyor.
BÜYÜK SUÇ
Dün ve bugünkü direnişin nedeni ise, hem 15-16 Haziran’ı anmak, hem de, yukarda bir örneğini verdiğim gibi, işçilerin sendikal hakları önündeki engelleri protesto etmek.
Norveç’in nüfus 4.5 milyon. Norveç’te sendikalı işçi sayısı bir milyon. Nüfusun yüzde 25’i sendikalı.

Yazının Devamını Oku

Egemen Bağış ne iş yapar

15 Haziran 2010
ASIL görevi, yapması asıl zorunlu olan işi ihmal ediyor, ara sıra gazetelere yazı yazıyor, ayrıca olur olmaz toplantılara, gezilere katılarak, bunları AB misyonunu yerine getirmek olarak satmaya çalışıyor.

Bunları yaparken, tarihsel gerçekleri saptırıyor.

AB’den sorumlu Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ı izliyorum, “bu bakan ne yapıyor, ne söylüyor” diye sormadan edemiyorum.

AB’nin yazılı olmayan kurallarından biri doğru söylemek. Siyaset uğruna, zikzaklar çiziliyorsa, üstelik bunu AB’den sorumlu bakan yapıyorsa, elin oğlu, yani AB ülkeleri şöyle bir durup, düşünüyor.
TARİHİ AŞAMALAR

Yazının Devamını Oku