Yalçın Bayer

12 Eylül askeri darbesi mukadder değildi

28 Mayıs 2024
ESKİ Gümrük ve Tekel Bakanı MHP’li Gün Sazak’a Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın. Çok değerli bir siyaset ve devlet adamıydı.

Bakanlığı sırasında da çok mücadele verdi.

O dağdağalı dönemde Gün Sazak, CHP ile MHP arasında uzlaşmayı savunmuş; rahmetli Baykal aracılığıyla rahmetli Ecevit’e haber göndermişti. Ne yazık ki Ecevit, o dönemde partisine hâkim olan katı ve uzlaşmaz tavır yüzünden sağ-sol arasında kardeşliği sağlayacak ve katı kamplaşmayı önleyecek bu teklife olumlu cevap vermedi.

Daha sonra rahmetli Türkeş’ten aracılar kanalıyla gelen uzlaşma teklifine de “Ben bunu partime kabul ettiremem!” diyerek olumlu cevap vermemişti.

“İki büyük parti (AP ile CHP) arasında uzlaşma ancak savaş şartlarında olur!” diyen rahmetli Demirel,  affedersiniz, ‘iti ite kırdırmak’ denen, çatışmacı, uzlaşmaz ve toplumu bölücü bir siyaset takip ediyordu! Ecevit’in ‘uzlaşma’ çağrılarına da Demirel’in itibar etmemesi sonucu 1980’de ABD’nin kışkırttığı bir askeri darbe için uygun şartlar doğmuştu! Hatta darbeciler, ‘kardeş kavgasına son vermek’ gerekçesiyle faşist darbeye Bonapartçı bir görünüm vermişlerdi!

Her halükârda 12 Eylül 1980 askeri darbesi mukadder değildi, kaçınılmaz değildi.

O dönemde Demirel, Ecevit’in uzlaşmacı tavrına olumlu yaklaşsaydı; aylardır seçilemeyen cumhurbaşkanı da seçilebilir ve askeri darbe önlenebilirdi. Böyle bir ortamda ‘kardeş kavgası’na da son verilebilirdi.

Yakın tarihimiz alınacak derslerle doludur, bütün bunlardan ders çıkarmalıyız.

Birleştirici vatansever şehidimiz 

Yazının Devamını Oku

Diyabetli çocuklara çağrı

24 Mayıs 2024
Ben, 31 yıldır Tip-1 diyabetli çocukların sağlığı, eğitimi ve hakları için emek veren bir çocuk endokrinoloji ve diyabet uzmanıyım.

Son 8 yılda İstanbul’da, Koç Üniversitesi Hastanesi’nde 2000 civarında diyabetli çocuk gören bir hekim olarak çalışıyorum.

Gelişmişlik düzeyi dikkate alındığında ülkemiz bir tedavi standardı olduğu kabul edilen sensörler konusunda adım atmakta geç kalmıştır. Bu konuda diyabetli çocuklara ve tüm Tip-1 diyabetlilere haksızlık yapıldığını düşünüyoruz ve sensörler konusundaki görüşlerimizi tekrar iletmek istiyoruz.

1) Tip-1 diyabet, eksikliği yaşamı tehdit eden insülin hormonunun zorunlu olarak dışarıdan iğne veya insülin pompası ile alınması gereken, hayat boyu süren bir sorundur. Ülkemizde 18 yaş altında 26 bin civarında Tip-1 diyabetli çocuk yaşamaktadır.

2) Çocukluk çağında, yani erken yaşlarda başlayan diyabet, diyabetle geçen süreye bağlı olarak kümülatif (birbirine eklenerek artan) organ hasarı riskini artırır ve daha erken hayat kaybına neden olur.

3) Sensörler, Tip-1 diyabet tedavisi için bir tedavi standardı olmuş hayat değiştirici bir ilerlemedir. Sensörler sayesinde Tip-1 diyabetlilerin glukoz sonuçlarını iyileştirmek, hipoglisemiye (yaşamı tehdit eden ani kan şekeri düşmesi) yol açmadan kronik şeker yüksekliğini kontrol altına alarak uzun vadeli organ hasarını önleyebilmek mümkündür.

4) Diyabetle ilgili sağlık harcamalarının yüzde 50’sinden fazlası diyabetle ilişkili komplikasyonların tedavisi için kullanılmaktadır ve HbA1c düzeylerini ve dolayısıyla diyabetle ilişkili komplikasyon risklerini azaltan her türlü müdahale yalnızca birey ve toplum sağlığı açısından değil, aynı zamanda bir ülkenin sağlık bütçesinin daha rasyonel kullanımı açısından da önemlidir.

5) Günümüzde sensörlerin başta 18 yaş altındaki diyabetli çocuklar ve gebe diyabetliler olmak üzere tüm Tip-1 diyabetlilerin hakkı olduğu ve devletlerin sensörlere eşit erişimi sağlaması gerektiği konusunda, ulusal ve uluslararası diyabet kuruluşları arasında tam bir uzlaşma vardır.

6)

Yazının Devamını Oku

Karkamış ve Nizip’ten üç günlük notlar... Kılıçdaroğlu sahaya indi

23 Mayıs 2024
CHP’nin 7. Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve eşi Selvi Kılıçdaroğlu, Gaziantep’in Karkamış ve Nizip ilçelerine üç günlük ziyareti neden yaptı?

Kimler eşlik etti? İlginç geziye uzun yıllardır yol arkadaşı olan eski Genel Başkan Yardımcısı Bülent Kuşoğlu ve eski milletvekilleri Prof. Dr. Metin Lütfi Baydar ve ilgili kurulda görevli bilim adamları katıldı. 10. toplantısını yapan kurul, felsefeci, sosyolog, tarihçi ve doktorlardan oluşuyor.

SÜLEYMAN ŞAH KÖYÜ

Kulislere geçmeden önce isterseniz Kemal Bey ve yol arkadaşlarının misafir olduğu Tilhabeş (Erenyolu) köyünden biraz bahsedelim. Barak Ovası’nda binlerce fıstık ve zeytin bahçelerinin ortasına kurulmuş bir köy... Cerablus’a yani Suriye sınırına sıfır noktadaki köy 25 hane. Hepsinin soyadı Uzunaslan. Köydeki erkek çocuklarının özellikle yetişkinlerin büyük bir kısmının ismi Süleyman veya Abdurrahman. Kısaca Sılo.

Ev sahibi Prof. Dr. Abdurrahman Uzunaslan ve eşi Fatma Hanım misafirleri ile tek tek ilgilendi. Ağırlamaya İbrahim Tatlıses’in üstadlarından 90 yaşına merdiven dayamış baba Hacı Sılo yani Süleyman Uzunaslan, o yaşına rağmen refakat etti. Son derece modern evlerde ağırlanan misafirler için muhtar Süleyman Uzunaslan dahil bütün köy seferber oldu.

Süleyman isimlerinin sırrı ise şu: Kemal Kılıçdaroğlu’nun da, sık sık dile getirdiği Süleyman Şah’ın ilk türbesi halen Karkamış Barajı altında kalmış. Zaten Süleyman Şah’ın köyü olarak da anılan köyde Kılıçaslan’dan etkilenerek Kılıç isim veya soyadı da çok yaygın. 

HUN, GÖKTÜRK VE SELÇUKLU NEVBETİ HAVASI

Selçuklu’dan kalan Nevbeti ne demek? Kemal Bey üç davul ve Barak Ovası ile aynı adı taşıyan zurna eşliğinde Göktürklerden kalan ve bir Selçuklu geleneği olan devlet başkanlarına çalınan Türkmen nevbeti havası ile ağırlandı. Hükümdar, sikke ve hilat üçlemesinin anlamı için İslam Ansiklopedisi’nde ‘Nevbet kelimesi genellikle askeri müzika takımında kullanılır. Zulkarneyn zamanından beri düşmana korku salmak için her gece nevbet çaldırdığı bilinir. Nevbet hakimiyetin sembolü olan köpürge (davul) Hun ve Göktürklerden Selçuklulara geçmiş bir gelenektir’ deniliyor.

NİZİP’Lİ BAŞKAN

Yazının Devamını Oku

Adana Kozan, Ordu’dan sonra Türkiye’nin ikinci büyük arı ve bal işleme bölgesi... Arı varsa hayat var

22 Mayıs 2024
Hafta sonu Adana’nın Kozan ilçesine gittik. Dünya Arı Günü nedeniyle Türkiye’nin en fazla bal üreten ilçesinde ilk bal hasadını gerçekleştirdik. 

Arı varsa hayat var. Arının olmadığı bir hayatı yaşamının olanağı yok. Tarımsal üretimimizi bir arıya borçluyuz. Ünlü arı yazarı Cenk Özdemir“Arıyı yeterince tanımıyoruz, yeterince tanımadığımız bu canlıya da yeterli saygıyı göstermiyoruz” diyor.

Temelleri 1995 yılında Adana Kozan’da atılan Anavarza Bal için ‘Dünya Arı Günü’nde bölgedeki bal hasadında bir grup gazeteci ile birlikteydik. Yıllık 8 bin 500 tonluk bal kavanozlama kapasitesiyle sektörün iki büyük oyuncusundan biri olduklarını söyleyen Anavarza Bal Genel Müdürü Can Sezen, “2023 yılı ciromuz yaklaşık 235 milyon TL’ydi. İnovatif ürünlerimizle büyümemizi sürdürüyoruz. Krem baldan sonra toz balı yakında tüketicilerle buluşturacağız” dedi.

TÜRKİYE DÜNYANIN 2’NCİSİ

Türkiye 115 bin tonluk bal üretimi ile Çin’den sonra dünyanın 2’nci büyük arıcı ülkesi konumunda. Yaklaşık 100 bin arıcı ailesi bu işten geçimini sağlıyor. Bu alanda faaliyet gösteren, Tarım ve Orman Bakanlığı’na kayıtlı şirket sayısı irili ufaklı 500 civarında. Anavarza Bal, sektörün önde gelen oyuncuları arasında. 20 Mayıs’ta kutlanan ‘Dünya Arı Günü’ kapsamında Türkiye’nin en çok bal üreten ilçesi Kozan’daki bal hasadında basın mensuplarıyla bir araya gelen Anavarza Bal Genel Müdürü Sezen, Albert Einstein’ın “Eğer arıların tamamı ölürse insan nesli 4 sene sonra fire vermeye başlayacak” sözünü hatırlattı.

ADINI ANTİK KENTTEN ALDI

Babası Süleyman Sezen’in ticari hayatına 1979 yılında başladığını belirten Can Sezen “Biz Adana Kozanlı’yız, dedelerimiz de burada yaşıyordu. 1995’te Anavarza Bal markası ile Türkiye’nin en fazla bal üretilen ilçesi olan Kozan’da bal ambalajlama ve paketleme sürecine başladık. Türkiye’nin iki büyük markasından birisiyiz. 2023 yılı ciromuz yaklaşık 235 milyon TL’dir. Bir önceki yıla oranla yüzde 100 civarı bir büyüme gerçekleştirdik TL olarak. Tonaj olarak yüzde 30 gibi bir büyüme gerçekleşmiş oldu. Yüzde 5’lik bir ihracatımız var, bu rakamı da büyütmeyi öngörüyoruz” dedi.

BAL 100’E YAKIN ANALİZDEN GEÇİYOR

Süleyman Sezen

Yazının Devamını Oku

Emekli bayram ikramiyesine zam bekliyor

21 Mayıs 2024
EMEKLİ, dul ve yetim hükümetin açıkladığı tasarruf genelgesinin kendilerine düşük zam olarak yansımasından kaygılı.

10 bin TL aylık alan emekli ve 17 bin 2 TL para ile ter akıtan asgari ücretlinin ateşi düşmeyen hayat pahalılığı altında ezildiği, derin maddi sorunlar yaşadığı ortada. Hal böyle iken düşük zam politikası ile onlardan tasarruf yapmak vicdanları incitir.

16 milyonu aşkın emekli, dul ve yetim yılın ikinci yarı zammı için bir yanda temmuz ayını sabırsızlıkla beklerken, diğer yanda 3 bin TL tutarındaki bayram ikramiyesinin Kurban Bayramı öncesi hatırı sayılır oranda artırılmasını bekliyor.

3 bin TL’lik ikramiyenin yetersiz kaldığını, temel gereksinimlerini bile karşılamadığını Şeker Bayramı’nda bizzat yaşayarak gördü emekli. Hiç olmazsa Kurban Bayramı öncesi ödenecek ikramiye en az 5 bin TL’ye yükseltilmeli. Yetmez ama az da olsa soluklanmalarını sağlar. Bu para ile bile kurban kesmeleri olanaksız. Ortalama 13 bin TL aylığı olan emekli kurbanı unutalı yıllar oldu.

Yılın ikinci yarısında olası yüzde 25 oranındaki TÜFE zammının yanı sıra mutlaka göreceli refah payı verilmesini de umutla bekliyorlar.

SSK ve Bağ-Kur emeklileri yılbaşında memur emeklilerine göre aylıklarına düşük yansıtılan zam açığının temmuzda giderilmesini istiyor.

17 bin 2 TL tutarındaki aylığı her geçen gün eriyen asgari ücretli de ara zamma odaklandı. Hükümetin “Ara zam yok” açıklamasına karşın umutlarını koruyorlar. Şubat 2025’e dek mevcut ücretle geçinebilmek can yakıcı hayat pahalılığında mümkün mü? Asgari ücretli için de temmuzda ara zam kaçınılmaz.

Tasarrufa giden hükümet, gariban kitlenin talebine kayıtsız kalmamalı, düşük zamma mahkum etmemeli. Kamuda gereksiz harcamalar kısıtlanarak emekli ve asgari ücretliye kaynak yaratmak olanaklı. Umarım yayınlanan genelge ile milyonlara hak ettikleri artış verilir. Şükrü KARAMAN

GÜNÜN SÖZÜ

Yazının Devamını Oku

Altın yumurtlayan ‘tavuklar’ kesiliyor

17 Mayıs 2024
CHP İBB Grubu aklını başına toplamalı, BİT’leri satmak ne demek

RAHMETLİ Kadir Topbaş, İGDAŞ özelleştirmesini gündeme getirdiğinde yıl 2009 idi. İBB Meclisi’nde büyük tartışmalar yapıldı. Plan ve Bütçe Komisyonu’nun CHP’li Meclis üyesi, söz konusu iki şirketin satışının finansman ihtiyacı ve ekonomik kriz bahane edilerek gündeme getirildiğini savundu. İki şirketin hangi gerekçeyle özelleştirilmek istendiğini anlamadıklarını söyledi. Saadet Partili üye meclisin ‘noter’ gibi çalıştırıldığını belirtti. Konuşmaların ardından CHP’nin ‘özelleştirme’ teklifinin tekrar komisyona gönderilmesi yönündeki önergesi oylama sonucu reddedildi. Kamuoyunda büyük bir muhalefet oluştu. Topbaş, hükümet ile aynı partiden olmasına karşın cesaret edemedi, dosyayı hayata geçiremedi.

Yıl 2024... İBB Meclis çoğunluğu CHP’ye geçti. CHP’nin ilk icraatını, İBB Mali İşler Daire Başkanı açıkladı: İGDAŞ!... İGDAŞ satılıyor, ancak yetmiyor masada Hamidiye Su, Halk Ekmek, İSPARK dosyaları da var. Halk CHP’ye oy verirken, “Altın yumurtlayan tavukları kesin” mi dedi? Yani böyle bir izin vermedi ki, nereden çıktı bunlar! Yüksek kârlılık oranı olan bu şirketler satıldığında, yüzlerce işçinin işten atılacağı, alan firmanın İGDAŞ hizmetlerine fahiş zam yapacağı açık değil mi?

Bu zam kimin cebinden çıkacak? Ekrem İmamoğlu’na oy veren ya da vermeyen İstanbul halkının cebinden çıkmayacak mı?

İSPARK otopark hizmetleri daha da kazık olmayacak mı?

İstanbul halkı ucuza ekmeği nereden alacak, söyleyin. Halkçı belediyecilik örneği bu mudur?

Topbaş döneminde İGDAŞ satışına karşı gelen CHP’li siyasetçiler şimdi ne diyecekler? Özgür Özel ne diyecek, itiraz edecek mi?

Bize bu bilgileri veren siyasetçiler “Meclis üyesi olarak bize soran yok, yakında İSKİ-İETT satılırsa şaşırmayacağız” diyor.

Lütfen sizlerin hiç hata yapma hem şansınız hem de hakkınız yok. Sakın bunu aklınızdan çıkarmayın.

Yazının Devamını Oku

SP’ye kadın lider adayı

16 Mayıs 2024
Temel Karamollaoğlu’nun genel başkanlıktan ayrılacağının açıklamasından sonra Saadet Partisi Genel Başkanlığı’na emekli öğretmen Leyla Hacıosmanoğlu Nuhoğlu Doğan adaylığını açıkladı.

İlk kez bir kadın aday, SP’de lider adayı olduğunu açıkladı. “Bu kutlu mücadelede Hz. Muhammed Mustafa’yı sağıma, Gazi Mustafa Kemal’i soluma alarak yola çıkıyorum. Milli Mücadele pişman etmez” açıklamasını yaptı.

“Bizim evimizde Türklük de İslam da kana kana yaşanır. Rahmetli babam iyi bir Atatürkçü ve aynı zamanda iyi bir Müslümandı” diye ekledi.

Milli Nizam Partisi’nden bu yana bir ilk yaşandığını ve Milli Görüş geleneğinden devrim niteliğinde bir karar ile kolları sıvadığını anlatan Doğan’ın, “Şimdi sıra bizde hodri meydan” demesi parti çevrelerini heyecanlandırmış. Sakarya Üniversitesi’nden İlahiyat hocası Prof. Dr.  Sait Doğan’ın eşi olan Leyla Hanım şu açıklamayı yaptı:

“63 yaşındayım, Cumhuriyet döneminin orijinal bir ailesinin ferdi kutsal olarak bütün değerlerimizi yaşadım. Babam 44’lü, Harbiyeli Albay M. Cemalettin Hacıosmanoğlu’dur. Babam Necmettin Erbakan Hocamızla da Milli Nizam Partisi’nde siyasete başlamış, aktif olarak 1977’de MSP’den İstanbul Senatör adayı olmuştu.”

Leyla Hanım, SHP/CHP’nin geçmişteki öğrenci lideri ve İstanbul İl Başkanlığı yapan Av. Bozkurt Nuhoğlu’nun kuzeni.

NE OLMAK İSTERSİNİZ?

İNGİLİZ Büyükelçisi Jane Mariot’un İngiliz Avam Kamarası’na sunduğu ‘Arap dünyasında eğitim’ konulu raporda şöyle deniliyor:

“En zeki öğrenciler tıp ve mühendisliğe gidiyor. İkinci derece mezunlar, iş idaresi ve iktisat gibi bölümlere giderek birinci derece mezunlarının yöneticisi oluyor. Üçüncü derece mezunlar siyasete yöneliyor ve siyasetçi olarak ülkenin birinci ve ikinci mezunlarına hükmediyor. Fakat eğitimde tamamen başarısız olanlar ise ordu ve emniyete katılarak, siyaset ve iktisada katılarak, tahakküm ederek, onları mevkilerinden indiriyor, isterlerse öldürüyor. Gerçekten dehşet verici olsa asla hiçbir okula gitmeyenler din adamı oluyor ve herkesin kendisine itaat etmesini sağlıyor.”

Yazının Devamını Oku

Sanayileşme ve şehirleşmede kirlilik... Trakya’ya ‘Hıfzıssıhha’ gerek

15 Mayıs 2024
Kirlilik sadece çevre ile sınırlı bir sorun değil.

Binlerce sanayi tesisini bir noktaya odakladığınızda o tesislerin her biri temel sorunlarını işletme içerisinde çözmek zorunda. İşletme içerisinde çözülemeyen sorunlar dışarı taşıyor. Benzer durumda çok sayıda işletme dip dibe olduğu için o odakta sorunlar yumağı kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Nedir bu sorunlar?

En başta personel sorunları var. İşçi haklarından vasıflı eleman sorununa, çalışanların ailelerinden çocukların eğitim sorununa kadar her şey sorun.

Sonrasında işletmeden kaynaklanan sorunlar var. Enerji sorunu, kaynakların kontrolsüz kullanımı, toprak, su, hava kirliliği, atıklar... Bunların hepsi doğru planlanmadığı ya da plan olsa bile uygulanmadığı zaman büyük sorun.

İstanbul’un iki sınırında da çarpık sanayileşme sorunları var. Doğusunda Gebze-Kocaeli bölgesinde de batısında Çerkezköy-Çorlu bölgesinde de bu çarpıklık yollarda dolaşan herkesin gözüne çarpıyor.

Çorlu-Çerkezköy-Ergene üçgeninin çevresine odaklanmış bir kirlilik sarmalı bölgede yaşayan başta insan yerleşimleri olmak üzere her türlü canlıya zarar veriyor. Sadece insana da değil, tarımdan doğaya zarar veriyor. Su kaynaklarından toprak kaynaklarına kadar her şeye zarar veriyor. En önemlisi de etkisi en kısa sürede görülen şey olan hava. Başta sanayi bacalarından kaynaklanan zehirler, sanayi tesislerinin işletme sahasından yayılan zehirler, derelere boca edildikten sonra derelerden buharlaşan zehirler, kimyasal kokuları, plastik kokuları ve atık kanalına dönüşmüş derelerden yükselen kötü koku ile temas eden herkes, her şey zarar görüyor.

YETKİLİLER NEREDE?

Kanallar vasıtasıyla derelere deşarj edilen sıvı atıklar, işletme sahasından ve bacalardan yayılan gaz atıklar bölgede yaşayanların en büyük kabusu. 

Yazının Devamını Oku