Anneler günü, hayatımızdaki değerli günlerin anlamı ve kıymeti oldukça büyük olanı. Verilen hediyeler eşlikçi kabul edilse de hikayenin özü; hatırlanmak, anıları yad etmek, umutları paylaşmak ama en önemlisi duygularımızı yaşamak. Anneler günü var oluşumuza ve var ettiklerimize biraz şükür ettiğimiz bir gün. Doğuranımıza veya üstümüze emek koyana kıymetini sunduğumuz gün. Belki de bazılarımız için hesaplaşma ve çatışma, bazılarımız için ise anılarımızda yaşatma günü. Ama günün sonunda en derinimizle duygularımızı paylaştığımız, ortaklaştırdığımız gün.
Bu güne dair geçenlerde bir soru geldi önüme; eşler tarafından kutlanan bir anneler günü mü yoksa çocuklara bırakılan bir anneler günü mü olması gerekir diye. Gülümsedim. Eşlerin özel günleri kutlamaktaki inceliklerini severim. Çiftler kendi özel günlerini belirler ve karşılıklı jestleriyle ilişkilerini güçlendirirler. Zorunluluk ve sadece hediyeleşmekle sınırlı değilse ne güzel bir örnektir bu durum çocuklara.
Özel günlerin özel hissedilen günler oluşuna eşlik etmek ne kadar da kıymetlidir esasında. Dolayıyla da eşlerin bugünleri nasıl yaşadıkları çocukların en büyük şansı veya şanssızlığıdır. Eğer eşler bu günlerin önemini duygusal bir yatırım üzerinden gerçekleştiriyor ve duygularını paylaşmakta güçlük çekmiyorlar ise ne şanslı çocuklar yetişiyor demektir geleceğe. İhtiyacı karşılayan bir hediyeden çok duyguyu ve özel olduğunu hissettiren bir cümleye sığıyorsa o gün, herkes için ne güzel bir hayat öğretisidir aslında.
Pek tabi bir ilişkide bunu gözlemleyen çocuklar özel günleri kıymetini bu şekilde öğreniyor ve uyguluyorlarsa anneler günün sahibi elbette çocuklardır. Eşlerin o günkü meselesi kendi annelerine duydukları duyguların peşinden koşmak ve yine çocuklarına anneler günü kutlamak konusunda başka bir öğretinin kapılarını aralamaktır. Meselenin özü çocuklarımıza öğrettiklerimiz.
Duyguları paylaşmayı öğretmiş, bunun ifade etmiş ve bu konuda çocuklarını yüreklendirmiş bir baba elbette anneler gününün bir izleyicisi ve gurur duyanı olarak eşlikçisidir. Teşekkürü büyüktür eşine, dünyaya getirdiklerine. Lakin çocuklar özgürdür sözlerinde. Mesele onların meselesi, anne onların annesidir. Çünkü bu hikaye üst kuşağa bir minnettir.
İlişkilerimize dokunmadan devam ettirmeye, sosyalliklerimizi ekran görüntülerine sığdırmaya çalışıyoruz. Zamanın belirli bir sonunun olmaması oldukça zorlasa da zihinlerimizi, duruma ayak uydurmak ve uydurabilmek için elimizden geleni yapıyoruz. Bu süreci psikolojik anlamda güçlü kılmak mühim çünkü biliyoruz ki bu iyilik hali bağışıklığımızı yakından etkiler durumda. Belki birkaç küçük değişiklik gücümüze güç katacaktır. Süreci daha kolay kılabilmek adına birkaç öneri;
Koşuyor, duruyor, daha hızlı koşuyorduk çoğunlukla. İlişkilerimizi de buna göre organize ediyor, toplumsal rollerimizi bu hıza göre yapılandırıyorduk. Şimdi biraz ara verme vakti. Korumak, korunmak için. Bu süreci en iyi şekilde atlatabilmemiz için ise bağışıklığımız bizim en kıymetli savunma sistemimiz. Bağışıklığımızın bir parametresi de psikolojik süreçlerimiz. İyi olmak sadece bedenen değil ruhsal olarak da çok önemli. Ruhsal süreçleri yeniden yapılandırma ve gücümüze güç katma vakti olarak iyi değerlendirmemiz gereken zamanlardayız. Ne mi yapalım? Kendimize, ilişkilerimize iyi bakalım, geçmişin ve geleceğin hesabını bırakıp bu anı iyi olmaya ve birliktelik sistemlerimizi iyi yapılandırmaya gayret gösterelim. Birlikteliklerimizden güç alalım ve iyi olalım!
İlk olarak kendimize iyi bakalım.
Çalışma, koşma, alışveriş yapma, süslenme, yetişme, geç kalma sorunları olmaksızın evdeyiz. Evet, okuduklarımızdan endişemiz artıyor; zaman zaman bu bilinmez karşısında kendimizi iyi hissetmiyor olabiliriz ama süreci kendi lehimize çevirmek ve bir yandan da aynada gözümüzün ucunda kendimize bakmak da yapılabilecekler arasında. Evde otursam neler yapardım dediğimiz şeyleri yapmaya başlamak için iyi bir zaman. Koştururken unuttuğumuz kahkahalarımıza yeniden merhaba diyebiliriz, neleri severdik diye gözden geçirebiliriz, en çok neye kahkaha attığımızı hatırlayabiliriz, eski albümlerden güzel anıları bulabiliriz, yarım bıraktığımız veya satın alıp kütüphaneye sıkıştırdığımı kitapları okumaya, çekmeceleri istediğimiz gibi düzenlemeye başlayabiliriz. Belki de sadece durmaya ihtiyacımız vardır daha iyi hissetmek için. Asılsız haberleri okumak, bilgi kirliliğinden uzak durmaya ya da. Hayatımızın akışında olup bitenleri gözden geçirmeye hangisinin hayatımızda olmasını istediğimize karar vermeye belki de kendimize bazı şeylerden vazgeçme sözü vermeye. Hangisiyse bize iyi gelen ve güçlü kılan, onu yapma vaktindeyiz.
Partner ilişkimize bakalım.
Diğer koltukta yatan sevgilinize, partnerinize, kocanıza, karınıza, yol arkadaşınıza, gönül bağınızın adı ne ise bir bakın. Tatiller dışında en son ne zaman bu kadar uzun süre evde kalma fırsatınız olmuştu? İlk tanıştığınız veya evlendiğiniz zamanlar evde kalmaya, evde vakit geçirip birbirinize doymaya nasıl ihtiyaç duyduğunuzu anımsayın. Yeniden evdesiniz, istenmeyen ve öngörülemeyen bir sebeple ama evdesiniz. Hani o hep yaa birbirimize yeterince zaman ayıramıyoruz klişesinin son bulacağı günlerdesiniz hatta. Ne çok konu var zaman bulamadığınız için hiç konuşulmadan üstüne yenileri eklenerek rafa kaldırdığınız. Ne çok zaman şimdi sırası olmayabilir diye ertelediniz taleplerinize dair konuşmalarınızı. Yan yana biraz yabancı gibi kaldınız belki de bazen. İşte tam da birbirinizin zamanındayız şimdi. Yeniden tanımanın, hatırlamanın, omuz vermenin, güçlü durmanın, güçlü tutmanın, destek olmanın, geçmiş meseleleri onarmanın, hayal kurmanın, herkes için birlikte endişelenmenin, beraber gülmenin, beraber endişelenmenin, sarılmanın, geçecek demenin, uyumanın, sevişmenin, birlikte sıkılmanın, şarkı söylemenin, susmanın, iyi günlerin geleceğini tekrar tekrar tekrar hatırlatmanın…
Ebeveyn ilişkilerimize bakalım.
Okulların kapanmasının ardından durumun ciddiyeti ilk olarak anne-babaların omzuna yeniden bir düzen kurma gerekliliğini getirdi. Bakım vermek. Analığın ilk görevi olan bu halin okul ayağı ortadan kalkınca, ebeveynler önce çocukları için güvenli ev ortamlarını oluşturdular. Sonra kimi evden çalışmaya, kimi 24 saat evdeki birlikteliğini sürdürmeye, kimi akşam hiçbir yere uğramaksızın evine dönemeye başladı. Bakım verme sürecinin yanında çocuklarının istekleri ve sıkılan canlarına çözüm aramaya da başladılar. Ve görünen o ki hayat hızlı hızlı akarken ne çok ebeveyn bakım verme ve yapılması gerekenler listesi sebebiyle oyun oynama meselesini atlıyormuş. Birçok ebeveyn için bu süreç gerçek bir onarma, yeniden yapılanma, unutulanları hatırlama fırsatı olabilir. Yapılacaklar listesi ve yeterli anne olabilme listemizi bir kenara koyma fırsatı bile olabilir. Oyun oynamanın herkese iyi geleceği günlerdeyiz. Oyun oynayın, uygun dille yaş grubuna uygun olarak çocuğunuza neden evde olduğunuzu aktarın, sohbet edin, yazdan kalma isteklerini fırsat bulmuşken gerçekleştirin, evdeki malzemelerle saçma oyunlar oyuncaklar üretin, gülün, birlikte çok gülün ki güven de olduklarını hissetmeye devam edebilsinler, mısır patlatın, film izleyin, öylece oturun, kendi kendilerine oyun oynamalarını sıklıkla teşvik edin, sevdikleri yemekleri yapın, dinleyin, anlayın, iyi edin ve size iyi gelmelerine izin verin.
İlişkilerimizden güç almamız gereken zamanlardan geçiyoruz. Yaşadığımız bu küresel meselenin psikolojik boyutu çok önemli ve kıymetli. İyi olmamız ve iyi hissetmemiz çok mühim. Bu yüzden, unutmadığımız ama hafif bir ihmalkârlık halinde olduğumuz ilişkilerimize bakmanın, onları onarmanın, onlardan güç almanın ve iyi etmenin tam zamanı. İlişki iyileştirir, güçlendirir ve bağışıklığa güç katar! Evde kalın,iyi olun, ilişkilerinize iyi bakın!
Günümüze gelene kadar kadınlıklarından ziyade annelikleri fazlaca kutsanmış ve acıların üstü örtülürken anne olmalarına hep vurgu yapılmıştır. Toprağın ana kabul edildiği diyarlardır çünkü burası. Toprak anadır, yaratandır, var eden ve besleyendir. Kadınla özdeşleştirilmiş ve hem gücü, hem bereketi kadına yakıştırılmıştır. Belki yaşanan onca tarihi acıya da bu sayede göğüs germiş, her gelen yağmurla kendini yenilemiş, yeniden yeşermiş ve yaşatmıştır.
Kadının kutsanan hali ilişkilerde de kendini var etmiş ve yuvanın dişi kuşa emanet edilmesine sebep olmuştur. Yuvayı dişi kuş yapar, dahası her şeyi 'O' yapar. İlişkiyi kurar, gönlünü koyar, sever, geleneklerini hatırlar-hatırlatır, çocuk doğurur, büyütür, onların yuvalarına da yardımcı olur, yuva yapmayı kızlarına öğretir, yuva yapabilecek kızlar bulmasını ise oğullarına…
Döngüyü başlatır da yaşatır da. Bu döngüdeki ısrarıyla en büyük yanlışı kendine yapar kadın. Hem döngüyü kırmanın korkusu, erkekleri bu işe bulaştırmanın ne demek olduğunu öngörememenin kaygısı, hem de bildiğinin en doğru olduğu inancı yıllarını yıllara katsa da gelişen dünya bu toprağın kadınlarını da cesaretlendirir. Tarihin seyrini yeniden yaratmasına, kadının hikayesini yeniden yazmasına şahit bırakır bizleri.
Her döngü kendi zincirini kırmamış mıdır zaten tarih boyunca? Günümüzde bu toprağın kadınları da sistemi yeniden yaratmaya cesaret eder sonunda! Ben de okuyacağım der ilk önce! Üniversiteye başörtüsüyle girer. Önce okuyacağım evlilik sonra der. Evlenilecek, eğlenilecek kadar iğrenç bir kalıbı çiğneyip geçer. Yuvayı dişi kuş yapacaksa sen de bunları yapacaksın der. Kendi işini kurar. İş gücü olur, iş gücü üretir. En güzel sahnelerden Afife’ye selam gönderir. Bu çocuk ikimizin tabii ki sen bakımına eşlik edebileceksin der.
Değer vermeyen partnere gönlünü teslim etmemeyi öğrenir. Elini kaldıran adamın elini indirmesini söyleyebilir. Kendi başına tatil yapmanın keyfini de sürer, kız kıza yapılan organizasyonların da. Kız çocuğuna sen de yapabilirsin demeyi öğretir, erkek çocuğuna ise saygının ne demek olduğunu. En şahane zorlu mücadelelerden madalyasıyla döner. Kadın olduğu için gurur duyar, çokça da gurur yaşattır. Hikayesini yazar, sansür koymaya ihtiyaç duymadan. Çünkü toprağın bereketini, hayatın gerçeği yapmayı öğrenmiştir. Artık kuralları kendi koyuyordur. Ve daha da önemlisi kuralların zamana göre değiştiğini, değiştirebildiğini öğrenmiştir.
Kadın olduğum için hepsini gördüm, duydum, dinledim, yaşadım, eşlik ettim! Kadın olduğum için gördüğüm her şeyin hep gururunu hissettim! Zamana ve kadına inancımı hep umuda bağlamayı sevdim!
Bu birlikteliklerin en kıymetli bileşenlerinden biri sevmek elbette. Birini olduğu gibi sevmek! Yalanı ve yanlışını da görüp sevmek, hoşlandığın taraflarını daha çok sevmek, hoşlanmadıklarınla baş edebilmek. Meselâ evdeki pek çok yaptığı şeyi sevmemek de, insanların arasında sana olan iltifatını sevmek. Kendini bu kadar yormasını sevmemek de, işine olan bağlılığını sevmek. Koyduğu kuralları sevmemek de, senin kurallarına gösterdiği saygıyı sevmek. Sevmediklerini de tolere etmek/tolere edebilmek. Birini “O” yapan her şeyi sevmek mümkün mü bilemem ki, kanaatimce çok mümkün değil. Ama kişinin sınırlarını ve o sınırlarda hayatımıza bıraktığı duyguları sevmek olası bir gerçeklik. Kişi kendi sınırları kadar beklentiye giriyor karşısındakinden; bazen çok, bazen az. Tamamen kişinin beklentisine göre belirleniyor bu sınır meseleleri, karşımızdan beklentilerimiz, ilişkimize atfettiklerimiz. Durum böyle olunca da sevgi neydi diye önce kendine sormayı becerebilmek gerçeği seriliyor önümüze!
Bana göre sevmek ne? Ne olunca sevildiğimi hissederim. Dokununca mı anlarım, gülünce mi görürüm, hayatı bana kolaylaştırması mıdır sevmek, yoksa biri için hiçbir şey beklemeden bir sürü şey yapmak mıdır? Neyi çok sevmek ister insan, en çok kimi sever, hep onu sevdiği gibi mi sevilmek ister? Hepsi bizim içimize sormamız gereken sorular. Ve yanıtlarını çok uzaklarda değil çoğu zaman çocukluğumuzda nasıl sevildiğimiz meselesinde aradığımız hikâyeler. Çok yakından bakmalı annesine, babasına! nasıl sevildiğine, sevilmek için neler yaptığına, sevildiğini nasıl anladığına, sevildiğini anlamak için veya kendini ifade edemediğinde kendini nasıl ortaya koyduğuna tüm geçekliğiyle bakmalı.
Sevgi neydi sorusunu kendimizde aradıysak eğer az çok yolu yarılamışız belki de geçmişiz demek. Sıra ilişkideki basamağa geçme vaktidir. Peki partnerim bunların ne kadarını karşılıyor? Nasıl sevilmek istiyor, nasıl seviyor? Benim sevgimi nasıl karşılıyor, bana nasıl yansıtıyor, ifade şekil ve modellerimiz benzer mi, yoksa yenilikler ikimizi de iyi gelen şeyler mi?
İşte bu karşılılık hali, sevilmek hususu ilişki doyumunun en büyük eşlikçisi. Eğer partnerim için de benim beklentilerimde, sınırlarımda ise bu karşılıklılık hali; ilişkiden aldığımız doyum ikimize de önemli ölçüde hayat olayları ile baş etme gücü sağlıyor. Birlikteyken fazlasıyla keyif alıyor, yaşam olaylarını benzer örüntülerle karşılıyor, başımıza gelen birçok olayı partnerimizin desteğiyle atlatıyor halde oluyoruz. Bazen ondan gelen sıkıntıları bile onun yardımıyla göğüslüyoruz.
Bahsi geçen her güçlüğe beraberce göğüs germe hadisesini ortaya çıkıyor böylelikle. Ben de inanılmaz hikayeler dinliyor ve ne güzel de baş ediyorlar diyorum. Sevgi denilen meselede beklentileri karşılıyor olmak nasıl da iyi geliyor birbirlerine, birçok şeyi kolaylıkla tolere ediyorlar diye geçiriyorum. Çoğu kez sevgi dillerini anlıyor ve sadece bunu hatırlatıyorum bana getirdikleri dertlerinde. Ve her seferinde deneyimliyorum ki kendine olan mesafesini azaltmış çoğu kişi, ilişkisinde de 0-1 önde. Ve bir kez daha anlıyorum ki, sevmek en çok kendimize dair bir hikâye!
Bunun yanı sıra yerküre olayları, afetler, savaşlar, hastalık ve salgınlar, iklim sorunları da tarihinin kaygı veren eşlikçileri olmuştur. İnsanın bu olayları anlama ve açıklama hali ise, o günün şartlarına ve değerlerine göre açıklanmaya çalışılmış ve anlamlandırılmıştır. Dünya tarihindeki her gelişme, olumlu katkıların yanı sıra riskleri ve uyum sıkıntılarını da beraberinde getirmiştir. İnsan başına gelenleri günümüzde halen anlamaya çalışmakta, doğa ile savaşını asla terk etmemektedir. Kimi gelişmelerle üstesinden gelmekte, kimi zaman ise fena halde yenilgiler yaşamaktadır. Ruh sağlığı çalışanları olarak, bu süreçlere psikoloji biliminin ortaya çıkışıyla yaklaşık 150 yıldır profesyonel olarak gözlem, teori ve anlamlandırma çalışmalarımızla eşlik etmekteyiz. Ve son 40 yıldır varlığını sürdüren travma tanımımızla olayları daha derinlemesine değerlendirme ve iyileştirme çabası içerisindeyiz.
Yaşanan bu olayların ani ve beklenmedik gelişiyor olması, hepimizde bu gibi bilinmeyen olaylara karşı kaygı, korku, dehşet gibi duyguları açığa çıkarmaktadır. Yaşanan olayların büyüklüğü bu duyguların şiddetini belirlemekte ve çoğu zaman kişinin zedelenen güven duygusu ile olayları travmatik algılamasına ve yaşamasına sebep olmaktadır. Olayın büyüklüğü, direk maruz kalıp kalmamamız, yardıma ihtiyacımızın olup olmaması gibi pek çok önemli parametre sürecimizi etkilemektedir. Bazen ve belki de çoğu zaman televizyondan gördüklerimiz, gazetelerde okuduklarımız hatta sosyal medyada takip ettiklerimiz bile benzer süreçleri yaşamamıza sebep olmaktadır.
Olayları ilk duyduğumuz andan itibaren korku, şaşkınlık, öfke, çaresizlik gibi pek çok duygu ile baş etmek zorunda kalıyoruz. Hatta bu duyguların bazılarını bu olağanüstü olaylarla beraber orada öğreniyor veya ilk kez deneyimliyoruz. Yaşanılanlar günlük yaşantımızdan bizi ne kadar uzağa sürüklerse, etkisinin o derece büyük olduğunu fark ediyoruz. Süreci anlamaya ve anlamlandırmaya ihtiyaç duyuyoruz. Sonrasında da baş etme mekanizmalarımızı, çözüm yöntemlerimizi, hayatta kalma becerilerimizi ortaya koyabilir hale geliyoruz. Süreci yaşıyor ve baş ediyoruz. Veya süreci yaşarken bazı noktalarında pek çok sebeple seyrimizi ilerletemiyor ve travmatik olarak yaşanmasının önüne geçemiyoruz.
Deprem, yangın, kaza, salgın, çığ gibi beklenmedik olayların başımıza gelmesinin ardından ortaya çıkan belirgin duyguların en yoğunlarından biri de çaresizliktir. Çaresizlik duygusu insanı güçsüz ve aciz hissettirir. İşte iyi olma umutlarından biri de burada başlar. Çünkü insan doğası gereği hayatta kalma güdüsü ile olayların hep bir çaresini bulmaya çalışılır ve aradığı bu çare için, kendi içinde ve çevresel koşullarında arayışa girer. Bu insanoğlunu günümüze taşıyan reflekslerden biridir. Dolayısıyla iyileşme, çareyi bulma ve/veya yaratma aşamasıyla başlamış olur.
Yaşanan olayın büyüklüğü ne olursa olsun insanın kendi normaline dönme ihtiyacı ve inancı iyileşme sürecinin diğer bir bileşenidir. Günlük hayatımda neler vardı, ne yapıyor- neler yapabiliyordum, bugün bunların hangilerini yapabilirim, daha fazlasını yapmak için neler gerekli gibi sorular kendimizi tekrar normalimize döndürmek için kolaylaştırıcılar arasında kabul edilebilir. Çünkü insan kendi normaline döndükçe, kendini eskiden olduğu gibi güvende hissetmeye başlar. Güvende hissetme hali tüm bu hissedilen duyguların azalmasına ve bireyin kendi sürecini iyi yönetmesine ve çevresine destek olmasına yardımcı olur. Günlük rutinlerini kazandıkça iyi olma hali gerçekleşmeye ve zorlanan duyguları azalmaya başlar. İnsanın işlevselliği arttıkça da baş etme mekanizmaları kuvvetlenir.
Sosyal destek sistemlerimizi oluşturmak ve kullanmak da beş etme ve iyileşme süreçlerimizde oldukça etkilidir. İlişkide olduğumuz insanlardan destek almak, ilgi ve şefkat görmek, olumlu iletişim kurmak, ihtiyaçlarımızı aktarabilmek, birlikteliğin gücünden yararlanmak, insanın insana destek olan halinden fayda görmek bu zor süreçleri oldukça kolaylaştırır. Güven duymak, güven vermek oldukça iyi hissettirir ve baş etme süreçlerimizi güçlendirir. Benzer duyguları paylaşabilmek ve birlikte baş edebilmek böyle zamanlarda çok kıymetlidir. İlişkide olmak her zaman iyileştirir!
Kabul etmiyor, susmuyor, direniyor, bazen şahane eşlik ediyor, bazen ohh be dedirtiyor, bazen de çıldırtıyor! İlişkinin tek düze duygularla ilerlemesini beklemediğimiz gibi, kişilerden zamana ayak uydurmalarını bekliyoruz. Hatta değişen olaylara, değişen miktarlarda ayak uydurabilmelerini oldukça idealize ediyor ve olumlu buluyoruz. Ama her zaman süreçler olumlu gitmiyor, zaman zaman sıkıntılar oluyor ve ilişki istediğimiz gibi, istediğimiz seyirde olmuyor. Taraflardan biri çıkıyor ve ‘ben böyleyim’ diyor. İşte hikaye de burada başlıyor.
‘Ben böyleyim’ ilişkide kıymetli bir ifade şeklidir. Doğru yerdeyse ve kişinin arkasında durabileceği haldeyse, bu ilişkiyi geliştirir ve yeniden yön verir. Kişinin; kendini iyi bilen, isteklerini iyi ortaya koyabilen, geçmişten getirdiklerine şefkat gösteren ve ilişkide bunların öfkesini yaşamayan bir noktada olması gerekir. Böylelikle ilişkide kendini tam olarak ifade edebilir ve durduğu yeri net bir şekilde koruyabilir. Bu hali; çok olması gereken, böyle kabul gördüğünde de fazlasıyla keyif, huzur ve sükunete götüren bir haldir.
Bazı ben böyleyimler ise kendini ortaya koyma halinden biraz farklı tondadır. Kişisel veya karşılıklı bir inat bulaşmıştır üstüne. Haliyle ilişki kırılır ve yine yön değiştirir. Bu hali, ilişkide gerçek bir saatli bombadır. Bu siyah taraf, çoğu zaman karşımızdakine göre şekillenir. Partnerimizin istekleri ve beklentileri ile baş edemediğimiz ve sürekli başarısız, beceriksiz hissettiğimiz için kendimizi savunabilmek adına söylediğimiz bir ‘ben böyleyim’ vardır ağzımızda. Değiştirmek istemişiz, hoşlanmamışız, iyi hissetmemişiz ama mücadele edemeyecek kadar sıkıştırılmış ve hırpalanmışızdır. Karşımızdakine yenik düştüğümüzü, ama buna bir çözüm dahi getirebilecek güçte olmadığımızı ifade etmek için çıkmıştır ağzımızdan. Biz baş edemediğimiz için kendimizden, kendi alanımızdan ve ilişki beklentilerimizden verir hale gelmişizdir. Bir de üstüne anlaşılmamışsa eğer bu sıkışmışlığımız, partnerimiz süreci sıradanlaştırmış, benzer davranışları yapmaya devam etmişse ve nasılsa ‘O, öyledir’ diyorsa vay halimize.
Ben böyleyim duyuluyorsa bir ilişkide, bu tehlike çanına iyi kulak verilmeli. Bir partner karşındakinden bu cümleyi duyduğunda, ilk olarak “nasılsın?” diyebilmeli. Aldığı yanıt; ilişkide kaldığı kadının/adamın kendini, içinde bulunduklarını açıkça anlatma, kendini ortaya koyma isteği ise ne mutlu. Sadece savunma cümleleriyse duyulan; karşımızdakine ve ilişkimize ne aktardığımıza, bizden ne aktığına iyi bakmalı. Üstüne iyice bir düşünme vakti gelmiş demektir.
Üstüne düşünmek, konuşmak, uzlaşmak veya uzlaşmadan demlenmeye bırakmak, sonra yeniden konuşmak, olmadı en baştan konuşmak… Böylesine önemli bir ihtiyaçtan bazen ne kadar da uzağız değil mi?
EZGİ ACAR ŞİRİN
Birinin karşısındakine güvenmesi hali çok katmanlı, çok özel ve özneldir esasında. Güven, karşındakine kendini olduğun kadarıyla açabilme halidir. İlişkinin en başındaki klişelerinden uzaklaşıp; duygularını yaşadığın gibi aktarma halidir. Sevmediğin şeyleri açıkça ortaya koyduğun, tercihlerinin olduğunu anlattığın durumlardır. Gitmek istemediğin yerlere, yemek istemediğin yemeklere hatır için evet demediğin zamanlardır. Karşındakine hediye alırken, genel geçer doğrulardan uzaklaşıp onu gördüğün gözle ihtiyacını kapatmaktır. Güven bir diğerine olduğun gibi kendini akıtmaktır. Çekinmeden. Bu ilişkide ben varım ve ben böyleyim demektir.
Karşındakinin farkındalığını bekler güven, yaptıklarının anlaşılmasını, sana tam da böyle olduğun için kıymet verilmesini! Partnerinin, yaptığın özgün birçok şeyi desteklemesi, hatta bundan keyif aldığını göstermesi halidir. Seni mutlu gördüğü davranışlarında daha çok desteklemesi ve o halinle de seni beğenmesi ve bunu dile getirmesidir hatta. Sen sırlarını anlatırken, en içinden bir korkunu dile getirirken, anlattığın bu sırrın sonsuza kadar sadece onda olacağını bilerek aktarmanı sağlamasıdır. Bir gün bitme ihtimalini unutup yapılan en derinden bir paylaşımın, ilişki sonlansa dahi partnerinde kalacağını ve kimse ile paylaşılmayacağını bildiğindeki duygudur güven.
Karşılıklılık halidir. Senin kendini açmandaki beceriyi karşındakinin de gösterebildiği haldir. O yüzden ilişkinin dostluk halidir belki de. İlişkide güven meselesi, birinin birini aldatmasından ziyade; karşılıklı teslim olma halidir. İlişkinin çatışmalı dönemlerinde zaaflarını yüzüne vurmamaktır mesela en evimizden örneğiyle. Karşısındakinin özeline sahip çıkmak ve yaralarını sarmak, mutluluklarını çoğaltmaktır. İçinde güven olan ilişki sağlamdır. Dağılması güçtür. Dağılsa bile iz bırakır, yıllarca hatırda ve en derinde bir yerde bir sırrı ile kalır…
Günümüz için ne kadar da uzak gözüküyor değil mi bu satırlar? Belki de günümüzde güven kavramını koyduğumuz yere bir daha bakmamız gerekiyor. Kendi kabuğumuzu sağlamlaştırmak ve zarar görmemek için kurduğumuz savunma sistemlerimiz, asıl ihtiyacımız olan gerçek ilişkilerden bizi birkaç adım uzağa düşürüyor olamaz mı?