Yaşadığımız evrenin mucizelerle dolu olduğunu bildiren bilim dalına kuantum diyoruz. Kuantumun derinliğini anlama konusunda sonsuz bir okyanusun kıyılarında gibiyiz. 100 yıldan fazladır üzerinde çalışıyor olsak da kaydettiğimiz yol, diğer bilim dallarındaki gelişmelere kıyasla iki-üç arpa boyunu halen geçemiyor. Kuantum, atomik düzeyde bildiğimiz fizik yasalarının genişlediği, imkânsız diye bilinenlerin aksine göz önünde gerçekleştiği bir âlem. Öyle bir boyut düşünün ki her nesne aynı anda iki yerde birden olabiliyor, aynı anda iki yöne birden dönebiliyor, hatta istediğinde bir enerji dalgasına, istediğinde yerinde duran bir parçacığa dönüşebiliyor.
Kuantum âleminde istediğimiz tesirleri yaratacak bilgiye henüz erişmemiş olsak da önemli bir keşfimiz var; bilgisayar teknolojisinde kuantumu nasıl kullanabileceğimizi biliyoruz. Richard Feynman ve Yuri Manin gibi büyük biliminsanları, kuantum bilgisayarlara zemin olacak teorik altyapıyı 1980’lerde meydana çıkaran ilk isimlerdi. 1995’te ‘qubit’ (kübit) terimini ortaya atan Benjamin Schumacher ise bilgisayarın en küçük veri birimi ‘bit’lerin kuantum boyutunda inanılmaz yüksek işlem kapasitelerine ulaşabileceğini öngörmüştü. Aradan
30 yıl geçti ve Google, dünyanın en gelişmiş kuantum çipiyle (Willow) sadece 5 dakikada, güçlü bir bilgisayarın 10 septilyon yılda yapabileceği işlemi gerçekleştirmeyi başardı.
Kuantum bilgisayarların çalışma prensibi adına önce bit’leri anlamakta fayda var. Bir ‘bit’ bilgisayar hafızasında 0 ve 1’leri içeren megabyte, gigabyte gibi veri birimlerinin en küçüğü. Klasik bilgisayarda bit, sadece 0 veya 1 değeri alabilirken kuantum bilgisayardaki kübit, aynı anda hem 0 hem de 1 değeri alabiliyor. Bilgi işlem mimarisinde bu özellik, verilerin katlanarak artabilmesine imkân veriyor ve çok büyük oranda bilgiyi hızlıca işlemenin yolunu açıyor. Ayrıca kuantum dolanıklık (entanglement) özelliği kübitlere muazzam bir hız kazandırıyor. Aynı anda iki farklı yerde bulunabilen parçacık özelliği sayesinde kübitler birbirleriyle eşleşebiliyor; veri akışı hızdan da öte ‘anında’ sağlanıyor.
Google ve Alphabet CEO’su Sundar Pichai geçen pazartesi Willow’u kullanışlı bir kuantum bilgisayar inşa etme yolculuğumuzun önemli bir adımı olarak görüyoruz” sözleriyle tanıttı ve ilaç keşfi, füzyon enerjisi ve daha birçok alanda pratik uygulamalar yapılabileceğini paylaştı. Pichai’nin ‘teknolojinin son noktası’ dediği Willow’un performansıyla kuantum bilgisayarlara kavuşmamız yaklaşmış olabilir. Yine de büyük hayallere kapılmak için henüz erken. Çünkü elimizdeki kuantum bilgisayarlara güvenmek kolay değil; işlemciler atom altı düzeyde çalıştığından çevredeki titreşimlere, atomik gürültülere karşı çok hassaslar. Yüksek hata payı oluşturabiliyorlar. Veriler katlanarak (8, 16, 32, 64 ... 1024, 2048... şeklinde) arttığı için hatalar da aynı oranda çoğalabiliyor. Ancak Pichai’nin paylaşımına göre Willow, kübitler çoğalırken hata paylarını düşürmeyi başararak ‘30 yıllık mücadelede çığır açan’ bir seviyeye ulaşmış... Füzyonun geleceğin parlak işaretlerinden biri olduğu geçen pazarın konusuydu. Ertesi gün Pichai’nin çipi tanıtırken füzyon enerjisine değinmesi, gezegenimiz için ne kadar önemli olduğunun altını bir kez daha çiziyor.
Mucizevi âlem
Kuantum teknolojisi sayesinde büyük veriyi işlemek de kolaylaşacak. Böylece yeni ilaçların keşifleri, kişiye özel ilaçların gelişimi hızlanacak, pandemi ortamında çabucak antivirüs üretmek de mümkün olabilecek. Ayrıca iklim, hava durumu, tektonik hareketler gibi doğayla ilgili büyük veriyle çalışan tüm bilim dalları kuantumdan yararlanabilecek. Materyal teknolojisi de kuantumla gelişebileceği için çok yüksek kapasiteli piller, marifetli yüzeyler, hatta gelecekte uzayda sıçrama yapabilen korunaklı mekikler bile tasarlamak mümkün olabilir. Kuantum, kâinatın sonsuzluğu içinde, her zerrede var olan mucizevi bir evren. Adeta âlem var, âlem içinde... Kim bilir, gün gelir kâinatın gizemli sırlarını da kuantumla keşfedebiliriz...
Çoklu evrenin kanıtı olabilir
Dünya için umudunuz var mı? Dışarıdan bakıldığında her şey her geçen gün daha da kötüye gidiyor gibi görünüyor. Bense halen ümitli olanlardanım. Romantik bir hayal ya da felsefi açıdan değil.
Bir hipotez gibi... Neticede, bundan kaç yıl sonra bilinmez, Dünya’nın iki olasılığı, kaderinin iki yönü var:
Ya insanlık bilinci evrilecek ve herkes için hayırlı, yaşaması ve gelişmesi daha kolay bir evrene dahil olacağız... Veya uzayın bir süreliğine kararmış bir köşesi olarak mahşer gününü bekleyeceğiz... İki olasılığın eşit güçte olduğunu düşünüyor ve fakat evrensel niyetin ilki yönünde desteklendiğine inanıyorum. Savım şu: Geleceğin parlak bir yer olabilmesi için bugünden belirli işaretlere ihtiyacımız var. Medeni bir geleceğin doğayla uyumlu olması gerekiyor. Hayatta kalabilmek için başka bir şans yok. Yakın zaman önce farklı gezegenler üzerine yapılan bir medeniyet simülasyonunu ilgili okurlarımız hatırlayabilir. Biliminsanları en ileri teknolojideki uzaylı medeniyetlerin bile sonunda kendi gezegenlerini yaşanamaz hale getireceğini bulmuşlardı. Yani her gezegen, üzerindeki canlılar kendi doğası dışında enerji üretmeye başlarsa, er ya da geç tükeniyor. Şayet o medeniyet, kaynaklarını ve doğasını tüketmeden enerji harcamanın yolunu keşfederse gezegenin kullanım süresi binlerce yıl uzayabiliyor.
GÜNEŞ ENERJİSİNE BENZİYOR
‘Aydınlık’ bir geleceğe ulaşmak için özetle, petrol yakmayı bırakmamız gerekiyor. Tamamen temiz enerjiye geçerek ilerlemekten başka çıkışımız yok sahiden... İyi haber; bunu mümkün kılabilecek teknolojiler geliştiriliyor! Teorik olarak en güçlüsü füzyon reaktörü. Yani harcadığından daha fazla enerji üretebilen bir reaktör. Hiçbir santrala gerek bırakmayacak sonsuz bir enerji kaynağı. Füzyon reaktörünün çalışma mantığını Güneş’ten biliyoruz. Atomlara çok yüksek düzeyde ısı enerjisi verdiğinizde füzyona giriyorlar, bir bakıma eriyorlar ve dönüşümleri sırasında muazzam bir enerji açığa çıkıyor. Üretilen enerji, harcanan enerjiden fazla olduğunda sonsuz enerji kaynağına dönüşüyor. Son yıllarda füzyon reaktörleri için birbiri ardına girişimler, saygın üniversitelere bağlı start-up’lar ortaya çıktı. Japonya, Yeni Zelanda, ABD ve Çin, füzyon reaktörü geliştirme konusunda ilerleme kaydeden ülkeler.
Japonya’da FAST adlı yeni bir projeyle füzyon reaktörlerinin en önemli bileşeni olan tokamak çemberine farklı bir yaklaşım getiriliyor. Yeni sistem başarılı olursa, 2030’lu yıllarda füzyon enerjisi üretilebilecek. Tokamak çemberi kalın simit şeklinde bir mıknatıs. Yüksek ısıl enerji uygulanan atomları orta boşluğunda sıkıştırarak füzyona girmelerine olanak sağlıyor. Fusion by Advanced Superconducting Tokamak (Gelişmiş Süperiletken Tokamak ile Füzyon) projesi sayesinde ‘Her zaman 30 yıl sonra’ erişilebileceği düşünülen teknolojiye 10 yıl sonra varabileceğimiz iddia ediliyor.
İnternet büyük bir değişime hazırlanıyor. Geçmişte Web 2.0’nun sabit internet sitelerini bugün kullandığımız dinamik arayüzlere dönüştürerek sosyal medyanın önünü açması kadar köklü bir değişim. En yaygın internet fonksiyonu olan ‘arama’ bir üst seviyeye taşınmaya hazırlanıyor: AI Agents. Jenerik markaların ürünün ismi haline dönüşmesi gibi teknoloji dünyasında da markalar yükleme dönüşebiliyor, ‘Google’lamak’ örneğin... Uzun yıllar bilgi arama ihtiyacı belirince ilk aklımıza gelen Google’lamak oluyordu. Yeni adı ‘AI’lamak’ olur mu bilemiyorum çünkü AI giderek yaşamın her açısından başka bir kavramı ifade etmeye başlayacak. Fakat AI Agents şeklinde anılan yapay zekâ ajanları bilgiye ulaşma alışkanlığımızı kökten değiştirecek. Yapay zekâ ajanlarını ‘dijital aracılarımız olarak otonom uygulamalar’ şeklinde tanımlayan Sandy Carter, Forbes’a yazdığı makalede bu değişimin sadece teknolojik bir ilerleme değil, online yani çevrimiçi içeriklerle nasıl etkileşime girdiğimizi, nasıl tükettiğimizi ve keşfettiğimizi yeniden düşünmeyi gerektiren bir devrim ol-
duğunu savunuyor.
MSN’in ilk 10 girişimcileri arasında gösterilen Unstoppable Domains COO’su Sandy Carter’ın tespitine hem katılıyor hem de sunduğu ayrıntılardan etkileniyorum. ChatGPT ilk çıktığı günlerde, gelecekte bir gün arama alışkanlığının yerini alabilme potansiyelinden bahsetmiştim. Gelecek beklediğimden çabuk geldi. Şaşırtıcı olansa Carter’ın internet siteleriyle ilgili öngörüleri. Fakat önce AI ajanlarının (aracı demek daha doğru, ajan dile kolay) çalışma mantığını düşünmekte fayda var. Tahayyül ediyorum... Google’a bilgiyi sorduğumuzda bize linkler sunuyor. ChatGPT ise bir hikâye anlatıyor. AI ajanlarının, bu ikisinin arasında bir yerde durması lazım. İnternet sitelerinden çektiği bilgiyi basit ve etkili biçimde süzerek; görselleri, videoları ve bağlantılarıyla kullanışlı şekilde konumlandıran bir arayüz düşünün. Arka planında yapay zekâ sorduğunuz soruyla en alakalı bilgileri farklı sitelerden süzerek birleşik bir kontent (içerik) haline getirebilir ve kaliteli bir arayüzle buluşturabilir. Geleceğin bilgiye ulaşma alışkanlığının böyle bir forma bürünmesi çok mümkün...
Peki, internet sitelerinin akıbeti nasıl olacak? “Gelecek 24 ay içinde AI ajanları interneti karıştırarak aradığımız bilgiyi bulacak ve hatta görevler bile yerine getirebilecek. İnsanların internet sitelerine ihtiyacı kalmayacak” diyen Silikon Vadisi’nin tanınmış yatırımcılarından Jeremiah Owyang’ın sözlerini alıntılayan Carter’a göreyse internet siteleri var olmaya devam edecek. Ancak yapay zekâyı kucaklayan yeni donanımları olacak. Kendi adıma insanların internet sitesi ihtiyaçlarının devam edeceğini düşünüyorum, çünkü iyi bir tasarım her zaman hikâyenin anlatımına katkıda bulunur. Aksi halde kitabevleri renksiz, tektip kitaplarla ve dergilerle dolu olurdu. Teknoloji start-up’larının öte yandan bazı internet sitelerinin yalnızca içerik ve kaynak oluşturmaktan ileri gidemeyeceği bir gerçek. Diğer yanda yapay zekânın internet sitesi tasarlamada giderek iyileştiği gerçeği var. Sanırım bir noktada yapay zekânın içinde kendimiz çalıp kendimiz oynayacağız. Tam burası, insan dokunuşunun, rehberliğinin ve insan gözünün, kulağının önem kazanmaya başladığı yer. Eminim internette bir resme bakıp “Bu gerçek mi, AI mı” diye sorduğunuz oluyordur. AI olduğunu görünce soğuyoruz hani bazen...
Bu iyi bir şey; insan dokunuşunun ve yaratımının kıymetini koruyor.
Yaşasın yeni Google’lama!
“Google’lama öldü! Yaşasın yeni Google’lama!” Bu sözler Dmitry Shapiro’ya ait. Shapiro, Google’ın geçmişteki önemli isimlerinden, üç şirketiyle 140 milyon dolar toplamış, deneyimli bir girişimci ve duayen. Bugün Mindstuido.ai’ın CEO’su olan Shapiro “Google’lamanın kesinlikle sayılı günleri kaldı, her geçen gün daha fazla insan GPT ve diğer modellerle sorularına yanıt arıyor, buna ‘Yeni Google’lama diyoruz’ sözlerinin yanı sıra “Google halen domine bir güç, dünyanın bilgisini organize ediyor ve mevcut olanın en kapsamlı ve eşzamanlı bilgisini içermeye devam ediyor” diyerek hakkını veriyor.
Kıyaslama ve birleştirme yapıyor
Kült olma yolunda ilerleyen büyük teknoloji markaları hayatımızın akışı üzerinde öyle bir güç sahibi ki ister istemez onları Antik Yunan ve Kelt mitolojisindeki pagan tanrılara benzetiyorum. Sundukları servislerle halka türlü türlü kolaylıklar, nimetler bahşederken karşılığında sonsuz bir bedel alıyorlar. Aralarındaki çekişme, güç ve hâkimiyet savaşı asla sona ermiyor, bilakis varoluşlarını besliyor. Verilen nimetlere alışan fanilerse büyük bir hevesle içerik üreterek tanrılarına adaklar adamayı, sunaklar sunmayı sürdürüyor…
Post-fütüristik bir mitoloji evreninde yaşıyorsak şayet, orada bir de tanrılar tanrısı, bir Zeus bulunmalı ya… Sonunda o da geldi!
Elon Musk düşlerinde big tech’in Zeus’u olarak kendini görebilirdi. Ancak seçili başkan Donald Trump’ın olduğu yerde başka bir Zeus’tan söz etmek abes kaçacaktır. İşin gerçeği de öyle; Donald Trump önceki dönemde Big Tech şirketlerinin tekele dönüşmesini önlemek için ciddi girişimlerde bulunmuş
ve yaptırımlar tasarlamıştı.
LİBERALLERİN BASKISI
Trump 50 yılda hiçbir ABD başkanının yakalayamadığı avantajlarla yönetimi yeniden devralmaya hazırlanıyor. Nihayet ABD’nin başına büyük bir patronun geçmesiyse elbette tesadüf değil. “Amerika’nın işi iştir” (America’s business is business) diye bir söz var… Amerikan halkının kolektif inancına göre, büyük bir şirketi yönetebilen kişi, ülkeyi de yönetebilir. Şimdiyse, ABD hükümetinin dev bir işletmeye dönüşme ihtimali söz konusu…
DNA kelimesi adeta helezon şekliyle eşanlamlıdır. DNA’yı düşününce aklımıza gelen sarmal formuysa aslında yalnızca bir metafor. DNA’nın bir sarmal olduğuna dair güçlü kanıtlar ve gözlemler mevcut ancak gözle görmek mümkün olmadığı için tam anlamıyla ispatı hiçbir zaman mümkün olmayabilir. Varlığından bu kadar emin olduğumuz halde onu hiç göremeyecek olmayı ilham verici buluyorum; gözün görmediği realitelerin varlığını somutlaştırması yönüyle... DNA helezonlarının boyu 2 nanometre, yani metrenin milyarda ikisi kadar olduğu için ışığın görülebilir fayı içerisinde olmuyor. Işık değip yansıyamadığı için en güçlü mikroskoplarla bile görülemiyor. Şimdiyse biliminsanları, evrenin yani uzay-zaman bütünlüğünün kozmik kumaşı içinde, tıpkı insan kromozomlarındaki DNA sarmalı gibi yapısal bir geometri olduğunu keşfettiler.
Teori düzeyinde sunulan ve matematik formülleriyle kanıtsal ifadelere ulaşılan konsepte göre evrenin kumaşı sayılabilecek iki elektromanyetik güç, uzayda birbirleriyle sarmal haldeler. Sonsuzluğa uzanan sarmallar, birbirleriyle de sarmal şekilde birleşerek, tıpkı ipliklerin yünleri, yünlerin de kumaşı oluşturması gibi bir doku haline geliyorlar. Çalışmayı yürüten ekibin başında Madrid Saint Louis Üniversitesi’nden matematikçi Robert Monjo var.
Evrenin dokusundaki çift sarmal yapıyı keşfettiğine inanan Monjo “Yaptığımız çalışmalar Einstein’ın yerçekimi ve elektromanyetizma güçlerini aynı geometrik teoride ilişkilendirme çabasını tamamlıyor” diyor. Fizik ve moleküler biyoloji arasındaki ilişkiyi geometrik formlarda görmenin her zaman mümkün olduğunu vurgulayan matematikçiye göre evrenin güçleri arasındaki bağlantı, insan DNA’sıyla önemli bir benzerliğe sahip. Einstein’ın çözmek için 10 yılını harcadığı yerçekimi dalgalarının varlığı son yıllarda keşfedilmişti.
Evrenin dokusunu oluşturan, bir anlamda her şeyi yerli yerinde tutan yerçekimi dalgalarının yanı sıra elektromanyetik kuvvetlerin varlığı biliniyor. Elektromanyetik kuvvetse maddenin kendi alanına saçılan, aurası olarak düşünülebilecek enerji gücünü ifade ediyor. Bir anlamda her şeyden yayılan güç. Monjo’ya göre Einstein bileşim teoremiyle -unification- bu ikisinin ilişkisini ispatlamaya çalışmıştı. Görecelik teorisi de bu ilişkiyle bağlantılıydı. Robert Monjo ve akademisyen arkadaşları, bugüne kadar yapılan çalışmaları baz alarak karmaşık matematiksel formülleri yerlerine oturtmak suretiyle bu iki gücün sarmal halinde var olduklarını gösterebilmiş.
Hücrelerimizin milyonda biri kadar küçük olan yapıtaşımız DNA, varoluşumuzun kumaşını, bir anlamda o kumaşın ipliklerini oluşturuyor. Kendisinden sonsuz kat büyük olan evrenin dokusunda, akıl sır almayan iki kuvvetin aynı şekilde sarmalanması, evren için birliğin ve hareketin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Hayatın dokusu böyle ilmek ilmek akıyorsa peki, dokuyan kim ya da kimler?
DNA sarmalını ‘uçuk profesör’ buldu
Gözümüzün çok aşina olduğu sarmal formunun hikâyesi ilginç. 1950’lerde psikoaktif maddelerin yeni keşfedilmesiyle, bilinç durumunu değiştiren bu maddeler doktorların ve biliminsanlarının dikkatini çekmişti. Mikro dozda kullanıldığında zihin kapasitesini arttıran ve daha geniş düşünebilmeyi sağlayan psikoaktif maddelerle çalışan isimlerden Francis Crick, Britanya’nın ünlü biliminsanlarından biri. Tüm canlılığı içinde barındıran bir moleküler yapı üzerinde çalışan Crick, alanında çok önemli başarı kaydetmişti. Liserjik asit maddesiyle bir ‘düşünme aracı’ olarak çalışan Crick, psikoaktif tesir altındayken DNA’nın sarmal formunu bir vizyon olarak görmüş ve çalışmadaki tüm taşlar yerine oturmuştu. Işık fayına giremeyecek kadar küçük olduğundan dolayı görmek mümkün olmayan tekli DNA’ların bir araya konulduğunda kendi aralarında sarmallar oluşturduğu ilerleyen yıllarda kristal X-ışını teknolojisiyle gözlenebildi.
Bilimin gizemli konusu: Yerçekimi
ABD’nin en sansasyonel seçimlerinden şaşırtıcı ama sürpriz olmayan bir sonuçla galip çıkan Donald J. Trump yeniden ABD’nin seçili başkanı olur olmaz Silikon Vadisi’nin liderleri tarafından tebrik yağmuruna tutuldu. Bilindiği üzere Trump’ın en büyük destekçisi Elon Musk seçim günü yanında olduğu yeni başkanla birlikte hükümet kabinesinde olacak siyasi bir isim artık.
Trump’ın teknoloji dünyasına yakın duruşu, Silikon Vadisi liderleri arasında itibar görmesini sağlamıştı. Seçili Başkan Trump’ı ilk tebrik edenlerden biri, son zamanlarda ilgi odağı olan yapay zekâ şirketi Perplexity AI’ın CEO’su Aravind Srinivas oldu. Seçim gününde Gemini ve ChatGPT gibi popüler yapay zekâlar sonuçlara ilişkin içeriklere kapalıydı. Perplexity AI ise risk alarak sonuçları yayımladı ve eyaletlerin seçim haritalarını başarılı bir şekilde yansıtarak gecenin kazananlarından biri oldu.
X hesabında Apple CEO’su Tim Cook “Başkan Trump, zaferinizi kutlarım” şeklinde başlayan mesajıyla heyecanını gizlemezken, kendileriyle çalışmayı dört gözle beklediklerini ifade etti. Google ve Alphabet’in CEO’su Sundar Pichai ise “Başkan Trump’a azimli zaferi için tebrikler” cümlesiyle başlayan mesajında Amerika’nın altın inovasyon çağında olduklarını ve herkese fayda sunmak için Trump yönetimiyle çalışmaya istekli ve kararlı olduklarını belirtti. Saygın bir teknoloji yatırımcısı olan, LinkedIn’in kurucusu Reid Hoffman ise demokrasiyle ilgili yaşanan endişeleri hatırlatarak daha parlak bir gelecek için hep birlikte çalışmanın önemini uzun bir mesajla vurguladı.
Open AI’ın CEO’su Sam Altman ise küçük harflerle yazdığı mesajında “Başkan Trump’a tebrikler. İşinde büyük başarılar dilerim” dedi ve ikinci mesajında “ABD’nin yapay zekâyı demokratik değerlerle geliştirme konusundaki liderliğini koruması kritik derecede önemlidir” sözlerini paylaştı. Yapay zekâ alanında ‘ipleri serbest’ bırakabileceği, icraatlarıyla spekülasyonlar yaratan Donald Trump’ın sıradışı fikirlerinden biri olarak değerlendiriliyor. Elon Musk’ın danışmanlığıyla birlikte yapay zekâyı kontrol altında tutmaya yarayan etik ve teknik sınırlamaların gevşetilmesi, hatta kaldırılması parlamento gündemine gelecek konulardan biri. Trump yönetimi süresince yapay zekânın gelişimi önünde bir engel kalmayacağı ancak bunun insanlık için sonuçları olabileceği düşünülüyor.
KISA KISA
Dünyanın en değerli şirketi haline geldi
Yıllar önce bilgisayarlar için ürettiği grafik ekran kartlarıyla tanınan başarılı bir şirket olan NVIDIA vaktiyle kendisinin büyük müşterileri olan tüm teknoloji şirketlerini geride bıraktı ve Microsoft ve Apple’ı da sollayarak dünyanın en değerli şirketi haline geldi. Dünyadaki en kıymetli ürünün bir bilgisayar çipi olduğunu resmen tescilleyen bu tarihi gelişme, çarşamba akşamı NVIDIA’nın piyasa değerinin 3,57 trilyon dolara ulaşmasıyla gerçekleşti. Son yıllarda yaşanan AI patlaması, yapay zekâ sunucuları için çip üreten NVIDIA’nın değerinin kısa sürede katlanmasına sebep olmuştu. Geçen yıl yüzde 218 büyüme kaydeden NVIDIA’nın değeri son 5 yılda yüzde 3.000 artış gösterdi.
Son günlerde sürekli karşımıza çıkan bilgi hırsızlığı olaylarının geçmişi internetin ilk günlerine uzanıyor ve her yıl katlanarak büyümeye devam ediyor. Tarihteki ilk siber hack’leme örneğiyse 1834’te Fransa’nın telgraf şebekesine sızarak bankaların finansal bilgilerini ele geçiren iki suçlu tarafından gerçekleştirilmiş.
Günümüzde bilgi hırsızlığı, uluslararası düzeyde işbirliği gerektiren, milyonlarca insanı etkilediği için önem derecesi terör olaylarına yaklaşan bir suç kavramı haline geldi. COVID-19 ve karantinalar döneminde internetten alışverişin yaşam normuna dönüşmesiyle birlikte bilgi hırsızlığı her geçen gün daha fazla siber suçlunun iştahını kabarttı ve tıpkı 70’lerde uyuşturucu kartellerinin ortaya çıkışı gibi organize şebekeler oluşmaya başladı.
Ancak bir farkla, dijital şebekelerin altyapısını, bilgisayarlara sızmaya ve dolandırıcılık şemaları kurmaya yarayan sunucular beslemeye başlamıştı. Malware adı verilen kötü niyetli yazılım sistemlerinin kullanılmasına imkân veren RedLine ve META adlı iki gelişmiş sistem, dünyadaki bilgi hırsızlığı suçlarının büyük oranına teknik altyapı sunuyordu. ‘Infostealer’ (bilgiçalan) adı verilen sistemlerin ilki olan RedLine, pandeminin başladığı 2020’de kuruldu. META ise 2022’de, RedLine’ın kaynak kodu üzerine geliştirilen bir alternatif olarak ortaya çıktı.
Nasıl çalıp satıyorlar?
Bilgiçalan sistemleri, kurbanların bilgisayarlarından hassas bilgileri çalmaya yarayan ve geniş ölçekte yayılabilen bir kötü yazılım türü olarak tanımlanıyor. Çalınmak istenen bilgiler arasında kullanıcı isimleri ve şifreler, finansal bilgiler, sistem bilgileri, kullanıcıyı taklit etmeye yarayan çerezler ve kripto para hesapları var.
Çalınan bilgilere ‘log’ (kayıt) dosyaları adı veriliyor ve bunlar siber suçluların forumlarında paylaşılıyor. Kayıt listeleri daha sonra dolandırıcılık ve farklı hack’leme işlemleri için kullanılıyor. ABD Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre RedLine, özellikle büyük kurumları ve şirketleri hedef alan suç girişimlerinde aktif. META ise daha düşük bütçeli ve daha az donanımlı hacker’lar tarafından tercih ediliyor. Ele geçirilen kayıt bilgileri, siber suçluların iki yönlü güvenlik sistemlerini alt etmesine de olanak sağlıyor.
Bilgiçalan sistemleri Malware-as-a-Service (MaaS-Malware Hizmetleri) şeklinde tanımlanan bir siber ekonomi modeli üzerinden satılıyor. Kripto teknolojisi gibi merkezi yapısı bulunmayan bu model, ileri düzey siber suçluların daha az donanımlı hacker’lara hizmet satması şeklinde ifade ediliyor. Hacker’lar, aylık 150 dolar veya ömür boyu 900 dolar karşılığında yazılımı lisanslayarak kendi hırsızlık kampanyalarını kurgulayabiliyorlar. Bilgiçalan yazılımları kurbanların bilgisayarlarına kandırıcı e-postalar, sahte uygulama indirimleri ve yan yüklemeler sayesinde yerleşiyor. Kötü niyetli malware yazılımlarını yükletmek için kullanılan şemaların arasında COVID-19 ve Windows güncellemeleri gibi insanların kayıtsız kalamayacağı konular var.
Malware yazılımlarının reklamları, siber forumlar ve hacker’ların merceğindeki müşteri destek hizmetleri ve yazılım güncelleme kanalları etrafında yapılıyor. Yüklendiği andan itibaren sinsice bilgi sızdırma esasına dayanan yazılımların bazıları işi biter bitmez kendini silerken, kimileri de uzun süre yüklü kalarak daha fazla bilgiye erişmeye çalışıyor.
Yaşamı bir filozof gibi sorgulayarak anlamlandırmaya çalışmanın yolu durmaksızın şüphe duymaktan geçiyor. Şüphecilik, her şeyi irdeleyerek görünenin ardını keşfetmenin kadim felsefi yöntemlerinden biri. René Descartes “Düşünüyorum öyleyse varım (Cogito ergo sum)” cümlesiyle açılışını yaptığı yeniçağ felsefesini, her şeyden şüphe duyduğu bir hakikat arayışıyla temellendirmişti. Düşünen varlık bir insan olduğu için işler nispeten yolundaydı. Ta ki insan, yüz binlerce yıldır kendine has olan zekâyı makineye yüklemeye karar verinceye kadar...
Şimdi yapay zekâmız var ve hakkındaki en büyük sorun, ondan bir türlü emin olamıyoruz. Gerçeği ve sahte olanı giderek daha fazla karıştırmamıza sebep olan yapay zekâ, büyük bir belirsizliği, diğer yandaki onca nimetiyle birlikte hayatımıza getirdi. Yapay zekânın elbette bunu yaptığından haberi yok, çünkü şüphe ve belirsizlik, tam manasıyla ancak insanın anlamlandırabileceği bir kavram.
‘Derin Şüphe’ kavramıyla Wired dergisindeki bir makale sayesinde tanışıyorum (‘Derin Şüphe Çağına Hoşgeldiniz’, Benj Edwards). Geçen yıl gündeme gelen iddialardan biri, süper güçlerin deepfake (Mevcut bir görüntü veya videodaki bir kişinin, yapay sinir ağları kullanarak bir başka kişinin görüntüsüyle değiştirildiği bir medya türü) videolarıyla internet propagandaları hazırlayarak karşı ülkelerin sosyal stabilitesini bozma hazırlığında olduğuydu. The Intercept haber sitesi, Pentagon’un federal sözleşme belgelerini değerlendirerek bu yönde yapılanmalar olduğu iddiasını ortaya atmıştı.
Aradan geçen 1,5 yıllık sürede deepfake propagandaları tüm dünyada yaygın bir araç haline geldi. 2022’de Ukrayna’nın işgali sırasında başkan Vladimir Zelensky’nin askerlerine sözde silah bırakma çağrısı yaptığı videoysa fake propagandaların ilk güçlü örneklerinden biriydi. Çatışmaların giderek kızıştığı ve ‘düşük yoğunluklu’ 3. Dünya Savaşı’na maalesef girdiğimiz bu yıldan itibaren deepfake’in bir savaş taktiği olarak kullanımlarına şahit olacağız.