“Yüksek faiz-düşük kur kısır döngüsü yerine, yatırım, üretim, istihdam, ihracat odaklı ekonomi politikamızla ülkemiz için en doğru olanı yapmakta kararlıyız. Çalışanlarımızı fiyat artışlarına karşı koruma politikamızı asgari ücrette de sürdüreceğiz” diyen Erdoğan, bunu “Ekonomik kurtuluş savaşı” olarak tanımladı.
Ancak, benzine gelecek zam haberi üzerine, istasyonlarda oluşan kuyruklar, bazı marketlerde sınırlı miktarlı satışlar alışık olmadığımız bir noktaya getirdi bizi.
Dolar 13 lirayı geçince, hepimizde ışık tutulmuş tavşan refleksi oluştu. Neyse ki biraz gevşeme oldu ancak durum pek de parlak değil. Konut ve araç satışlarının durduğu kaydediliyor. Matbaalarda kağıt sorunu yaşanıyor. Şeker aldı başını gitti. Yağ kayganlıkta sınır tanımıyor. Halkı oluşturan çoğunluk giderek fakirleşiyor.
Belki de en büyük sorunlardan biri, psikolojik ve sosyolojik olarak sıkıntılı dönemlere alışık olmamız. Uzun zamandır, Türkiye’de var olmayan bir zenginlik hali yaşanıyor. Herkesin altındaki araba, elindeki cep telefonu, aslında kazançlarıyla karşılayamayacakları noktadaydı. O nedenle uzun vadeli borçlanmalar yaşandı. Şimdi gelen krizin nasıl aşılacağı konuşulur oldu.
*
En büyük sorun, bu krizin sosyolojik olarak yönetilememesiyle gelecek sanırım. Uzun zamandır söylerim yazarım. Değerlerini yitirmiş bir toplum olmaya başladık. Bunda sahip olmadığımız ekonomik düzeyde yaşamak da vardı. Şimdi tam bir altüst oluş yaşanabilir. Umarım bu durumu çok da ciddi kaoslar yaşamadan geçiştirebiliriz.
Ama bunlardan daha yakıcı ve belki de gelecekte sıkıntıları artıracak bir sorunumuz var; çalışma yaşındaki genç nüfusumuz. Gençlerimiz çalışmak istemiyor ya da üretim işlerine yönelmiyorlar.
TÜİK verilerimne göre, temmuz-eylül ayları arasını kapsayan üçüncü çeyrekte, ne eğitimde ne istihdamda olan, 15-24 yaş grubundaki genç nüfusun oranı, yüzde 26 oldu. Rakam ise tam 3 milyon 115 bin kişi. Ayrıca uzun süreli işsiz oranı da yüzde 31.7. Bunlar da 1 milyon 240 bin kişiyi buluyor.
İkinci çeyrekte ise ne eğitimde ne istihdamda olan 15-24 yaş grubundaki genç nüfusun oranı, yüzde 23,5’miş. Sayısı ise 2 milyon 805 bin kişi. Yani 310 bin kişilik bir artış. İşsiz rakamımız da malum 3 milyon 700 binler civarında. Ancak çalışmak istemeyen gençlere bir çözüm bulmak zorundayız.
Sanayi bırakın nitelikli elemanı, niteliksiz ya da yetiştirilmek için bile eleman bulamamaktan yakınıyor.
İşçi bulabilen tek sektör sanırım hizmet sektörü. Burada gençler çalışmaya daha hevesli. Ancak o da bir yere kadar. Motokurye, tezgahtar, garson, güvenlik görevlisi ihtiyacı ne kadar ve ne zamana kadar bu işleri yapabilecek genç nüfus. Bizler de zengin batılı ülkelere özenmeye başladık sanki. Gelir durumumuz ortada. Son döviz yükselişi ile daha da kötü duruma gerilerken, üretimin peşinde olmamız gerekirken, tersine aylaklıkla meşgulüz.
Bir an önce toplumda genel kabul gören değerlerin gençlere öğretilmesi gerekir. Tembelliğin, üretmeden tüketmenin, çevreye duyarlı olmamanın, başkalarını da düşünmek gerektiğinin gençlere anlatılmasının yolları bulunmalı. Sadece gençlere de değil üstelik. X ve Y kuşakları da tekrar bu konularda düşünmeli.
Emek yoksa yemek de yok. Ama son 40 yıldır toplumsal yapımız, topçu, popçu, kolay yoldan kazanç peşinde olmayı özendirdi. Silkinip kendimize gelmezsek, bu ekonomik sorunları çözecek gücü de bulamayacağız.
Ama bunlardan daha yakıcı ve belki de gelecekte sıkıntıları artıracak bir sorunumuz var; çalışma yaşındaki genç nüfusumuz. Gençlerimiz çalışmak istemiyor ya da üretim işlerine yönelmiyorlar.
TÜİK verilerimne göre, temmuz-eylül ayları arasını kapsayan üçüncü çeyrekte, ne eğitimde ne istihdamda olan, 15-24 yaş grubundaki genç nüfusun oranı, yüzde 26 oldu. Rakam ise tam 3 milyon 115 bin kişi. Ayrıca uzun süreli işsiz oranı da yüzde 31.7. Bunlar da 1 milyon 240 bin kişiyi buluyor.
İkinci çeyrekte ise ne eğitimde ne istihdamda olan 15-24 yaş grubundaki genç nüfusun oranı, yüzde 23,5’miş. Sayısı ise 2 milyon 805 bin kişi. Yani 310 bin kişilik bir artış. İşsiz rakamımız da malum 3 milyon 700 binler civarında. Ancak çalışmak istemeyen gençlere bir çözüm bulmak zorundayız.
Sanayi bırakın nitelikli elemanı, niteliksiz ya da yetiştirilmek için bile eleman bulamamaktan yakınıyor.
İşçi bulabilen tek sektör sanırım hizmet sektörü. Burada gençler çalışmaya daha hevesli. Ancak o da bir yere kadar. Motokurye, tezgahtar, garson, güvenlik görevlisi ihtiyacı ne kadar ve ne zamana kadar bu işleri yapabilecek genç nüfus. Bizler de zengin batılı ülkelere özenmeye başladık sanki. Gelir durumumuz ortada. Son döviz yükselişi ile daha da kötü duruma gerilerken, üretimin peşinde olmamız gerekirken, tersine aylaklıkla meşgulüz.
Bir an önce toplumda genel kabul gören değerlerin gençlere öğretilmesi gerekir. Tembelliğin, üretmeden tüketmenin, çevreye duyarlı olmamanın, başkalarını da düşünmek gerektiğinin gençlere anlatılmasının yolları bulunmalı. Sadece gençlere de değil üstelik. X ve Y kuşakları da tekrar bu konularda düşünmeli.
Emek yoksa yemek de yok. Ama son 40 yıldır toplumsal yapımız, topçu, popçu, kolay yoldan kazanç peşinde olmayı özendirdi. Silkinip kendimize gelmezsek, bu ekonomik sorunları çözecek gücü de bulamayacağız.
Bu sektörlerde yavaş yavaş düzelmeler görülüyor. Önce ondan bahsedelim. 9 ayda turizmimiz hızını kazanmaya başladı. Ciğerlerimizi yakan yangınlara rağmen 2020 yılındaki kayıpları telafi ettik.
Ancak...
Evet bir ancak var. 2019 yılının çok ama çok uzağındayız. Elbette olumsuz koşulları düşünerek ‘buna da şükür’ diyoruz. 9 ayda 21 milyon 507 bin turist ülkemizi ziyaret etti. Geçen yıl aynı dönem için bu rakam 15 milyon 971 binmiş. 2019’da ise 41 milyon 564 bin.
*
Geçen yılın toplamında 12 milyar dolar olan turizm geliri ilk 9 ayda 17 milyar dolara dayandı bile. Yıl sonuna kadar 20 milyar doları biraz geçmesi beklenen turizm geliri, pandemi öncesine göre ise düşük elbette. 2019’da 34 milyar 500 milyon dolar gelir elde edilmişti. Bir sevindirici durum var; o da kişi başına düşen harcama miktarı 830 dolara ulaşmış durumda.
Yani 2020 yılını çok büyük sıkıntılarla kapatan sektör 2021’de sadece yara sarabildi. Gelecek yıl neler olur bilinmez ancak diğer sektörlerde işler çok da iyi gitmiyor. Çip krizi tüm alanları etkiledi. Otomobil üreticilerinin sesi çok çıkıyor ama asıl sorunu elektronikçiler yaşıyor. Bir yıl önceden sipariş geçen elektronik üreticileri teslim tarihi alamadıklarından ve fiyatların 4-5 katına çıkmasından rahatsız. Hiç böyle bir dönem yaşamadıklarını söylüyorlar. Yalın üretim stratejilerinin talep birikmesine neden olduğunu ve bunun da aniden taleplerin açılmasıyla arzın uyum sağlayamamasına bağlıyorlar. Düzelmenin de 1 yılı bulabileceğini ifade ediyorlar.
*
O zamanki Federal Almanya’ya işçi olarak giden Türklerin karşılaştığı sorunları bir araştırmacı gazeteci olarak kaleme almıştı Wallraff. Ancak öyle uzaktan bir gözlemle değil, bizzat Türk kılığına girerek ve Levent Ali Sigirlioğlu takma adını kullanarak yaşadıklarını kaleme almıştı.
Türklere yapılan kötü muameleyi bizzat yaşamış hatta sağlığından bile olmuştu. En Alttakiler de böyle ortaya çıkmıştı. Önsözünde Wallraff şöyle diyordu: “Ben hala, bir yabancının, günlük aşağılamalarla, düşmanlıklarla ve kinle nasıl başettiğini bilmiyorum. Ama şimdi, neler çektiğini ve bu ülkede insanları aşağılamanın nereye kadar gittiğini biliyorum.”
*
Aradan yıllar geçti Almanya’da artık 3. ve 4. nesil Türkler yaşıyor. Alman Parlamentosu’na Avrupa Parlamentosu’na seçilen Türkler var. İş dünyasında çok önemli yerlere gelen, sanatta isim yapan Türkler var. Almanya’da artık önemli bir kesim, Türklerin kendilerini zenginleştirdiğinin farkında. Büyük acılar ve katliama varan saldırılar olsa da Almanya Türklerin kendisine getirdiği farklı bakış açısının ve kültürel zenginleşmenin meyvelerini yiyor. En son Özlem Türeci ve Uğur Şahin’in Biontech firmasının covid-19’a bulduğu aşıyla bunu net bir şekilde yaşadık.
Ülkede Türk kökenlilerin sayısının 3-3.5 milyonu bulduğu belirtiliyor. Almanya bizim için oldukça güzel bir örnek.
*
Bizdeki Suriyelilerin sayısının da 4 milyonun biraz altında olduğu biliniyor. Ancak, her gün aslında kendisi de göçer bir millet olan Türkiye’de Suriyeliler hakkında ırkçı söylemler yer alıyor. Bu ırkçı söylemde olanlara Almanya’da 1960-1980’li yıllar arasında Türk işçilerin yaşadıklarına bakmalarını öneririm. Yapmayın. Devletinizin politikasını eleştirebilirsiniz, Suriyeliler içinde yanlış yapanları da aynı şekilde. Hatta onların topluma uyumlu yaşamasını istemek de en doğal hakkınız. Ancak burada kullanılan dilin ırkçı olmaması çok önemli.
Kelimelerin ironisini göstermek için yazıyorum anlamlarını. Akıllı ya da modernmişiz. Öyle mi gerçekten?
Rasyonel olmamız, akılla iş yapmamız çağımızın gereklerine göre yaşamamız beklenir. Ancak insan tarih öncesi çağlardan daha mı akıllı ve rasyonel?. Sanırım değil. 4 farklı isimden 4 kez dinleme şansına sahip Göbeklitepe ve bölgedeki neolitik çağdaki yaşamı. Eldeki bilgiler, aslında 10 bin yl önceki insandan daha akıllı olmadığımızı düşündürüyor. Yenilik anlamında olan modernliği çabuk kapıyoruz. Teknolojinin elinde, biz birer araç haline dönüyoruz. Ancak, çevresiyle barışık, rasyonel kararlar vererek, daha yaşanır bir hayat oluşturmak anlamındaki modernitenin neresindeyiz? Kıyısında bile değiliz belki de.
*
Aydınlanma döneminin kazanımlarını yiyip bitiriyoruz. Orta çağ hayranlığımız sinemadan okuduğumuz kitaplara, izlediğimiz dizilere kadar kendini ele veriyor. Akılcılık yerini, idealizme bırakıyor. Hal böyle olunca çevresini kirleten, dünyayı kirleten ve kendi sonunu hazırlayan bir tür olmaktan öteye geçemiyoruz. Ancak, tarihin geri doğru işlemediğini, bu zamanların da geçip gideceğine inanan birisi olarak, yeniden aydınlanmanın kendisini çevreden, sanata kadar göstermesini umuyorum. Aksi halde zihinsel dönüşümü gerçekleştirmedikçe, ormanlık alanlara atılan çöp yığınlarını, maske takılmadan gerçekleştirilen kapalı salon toplantılarını, bireyin çıkar hırsına teslim olan toplumsal yapıları ve orta çağdan öteye geçemeyen sanatsal bakışımızı daha uzun zaman görmeye devam edeceğiz.
Sonra da çıkıp bizden adam olmaz demeye devam edeceğiz. Akılcılığını kaybetmiş bir dünyanın, akılcılığını kaybetmiş ülkesinde yaşıyoruz. Ülkemizde ve dünyada akılcılığın tekrar hakim olmasıyla pek çok sorunumuzun da ortadan kalkacağı muhakkak.
*
Aklın olmadığı yere itaat, hurafe, cehalet, pespaye zevkler, çabuk tüketilen sanat anlayışı girer. Önce, pandemide, ardından çevresel ve ekonomik sorunlarda akılcı yaklaşımlara acil ihtiyaç olduğu ortada. Aklın yerini duygular, inançlar alınca varacağımız yer bugünkü karmaşa ortamından da öte olacaktır.
Pandeminin etkilerinden kurtulmak için basılan paralar, pandemi sonrası artan talebe arzın yetişememesi de eklenince, enflasyon olarak karşımıza çıktı. Sadece Türkiye’de değil üstelik, tüm dünyada. Ayrıca enerji ve tedarik krizleri de ekonomileri zor duruma soktu. Herkes bu işlere çözüm ararken bir yandan da küresel ısınma ve iklim değişikliği nedeniyle daha az tüketelim anlayışı öne çıkmaya başladı. Hal böyle olunca işler daha karışık bir hal aldı.
Tüketip ekonomileri canlandırmak mı gerekli? Yoksa daha az tüketip Dünya’yı kurtarmak mı?
*
Zor bir ikilem ve kapitalist sistemde çözümü çok da kolay değil. Ancak sistem kendince bir yol buluyor gibi. “Yeşil Ekonomi” ile yeni bir büyüme perspektifi çiziyor sistem kendine. Kömürün yerine güneş ve rüzgarı, içten yanmalı araçların yerine elektriklileri, kullan atların yerine çok seferlik ürünleri özendiriyor. Haliyle bu da sisteme yeni bir dinamizm veriyor. Eski ekonomik sistem yıkılırken haliyle sancılar da oluyor. Yeni süreçlere göre doğru kararlar alan, ayakta kalıyor. Ya da sisli bir denizde gemisini karaya ulaştıran en iyi kaptan oluyor.
Hiç de kolay değil. Bir yandan giderek ısınan Dünya’nın ateşini düşürürken, diğer yandan da para kazanmaya ve bunun dağıtımını da doğru yapmaya çalışacaksınız.
*
İTÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, BUSİAD Yeşil Bursa Çalışma Grubu çevrim içi toplantısında, “Dünya’nın mikrop kaptığını bu mikrobun da insan olduğunu ifade ederek, insanın çevresine nasıl zarar verdiğine dikkat çekiyor. Peki ama ne yapacağız. Kadıoğlu, yeni koşullara göre hayatın planlanmasını öneriyor. Küresel ısınmaya göre tüketimin, mesleklerin, kentlerin, tarımsal politikaların, kısaca her şeyin yeniden planlanması gerektiğini söylüyor.
Bursa’nın güçlü tarım, dokuma, ipek ve karoseri birikimine, ulaşım imkanları da eklenince OSB için Bursa’dan uygunu bulunamaz ve 8 ili geride bırakarak öne çıkar. Eskiler bilir Bursa Organize Sanayi Bölgesi’nin ismi halk arasında Pilot Sanayi olarak bilinirdi. Pilot uygulama olarak başlamış OSB macerası öyle tutmuştur ki, 325 OSB ve 23 de endüstri bölgesi vardır bugün. Ve halen yeni OSB’ler için yer aranır.
*
Bursa’da 17 OSB faaliyet gösteririr ve yenileri sırada bekler. Yalakçayırı’nda 1 milyon 800 bin metrekare arazide kurulan Bursa Organize Sanayi Bölgesi bugün 7 milyon metrekare alanı geçmiştir. Yanındaki Nilüfer Organize Sanayi Bölgesi de 250 hektara yakın bir alanı kaplamaktadır.
Yani sanayinin pilotu Bursa olmuştur. Olumlu yönleriyle de olumsuz yönleriyle de. OSB’ler; sanayinin disipline edilmesi, şehrin planlı gelişmesine katkıda bulunulması, birbirini tamamlayıcı ve birbirinin yan ürününü teşvik eden sanayicilerin bir arada ve bir program dahilinde üretim yapmalarıyla, üretimde verimliliğin ve kar artışının sağlanması, sanayinin az gelişmiş bölgelerde yaygınlaştırılması, tarım alanlarının sanayide kullanılmasının disipline edilmesi, sağlıklı, ucuz, güvenilir bir altyapı ve ortak sosyal tesisler kurulması, müşterek arıtma tesisleri ile çevre kirliliğinin önlenmesi, bölgelerin devlet gözetiminde, kendi organlarınca yönetiminin sağlanması gibi amaçlarla kurulmaktadır (En azından Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın internet sitesinde öyle yazıyor).
*
Organize olunması amacıyla iyi niyetle başlayan uygulama elimizde sanırım biraz kolaycılığa dönüşmüş. Artık bu kadar sanayi ve sanayi bölgesi bu kente yeter noktasına getirmiştir bir grubu. Haksız da değiller. Bakanlıktaki OSB amaçlarında yer alan sanayinin az gelişmiş bölgelerde yaygınlaştırılması, tarım alanlarının sanayide kullanılmasının disipline edilmesi, sanayinin disipline edilmesi, şehrin planlı gelişmesine katkıda bulunulması, gibi maddelerin hayata geçtiğini söylemek gerçekçi olmayacaktır.
*