ABD’de geçen yılın son aylarında yaşanan bir olgu, kavramlaşarak hayatımıza girdi. “Büyük İstifa Dalgası” olarak adlandırılan olgunun büyüklüğünü rakamlarla dile getirelim. ABD Çalışma Bakanlığı, ABD’de yalnızca kasım ayında 4,5 milyon çalışanın istifa ettiğini açıkladı. Bu rakam, ABD iş gücünün, yüzde 2,9’luk kesiminin bir ayda işini bıraktığını gösteren bir rakam. Ancak bu sadece o aya özgü de değil. Pandemi ile birlikte istifaların arttığı bir gerçek.
*
ABD Çalışma Bakanı Marty Walsh, “Bence birçok kişi, daha iyi ücretlere ve olanaklara sahip yeni işler aramak için işten ayrılıyor” diyor. Bakan, bu nedenle iş gücünün gelişimine ve eğitimine daha fazla yatırım yapılması gerektiğini ifade ediyor. İş arama sitesi Indeed’in yaptığı bir ankete göre ise, son dönemde istifa eden 1000 kişiden yüzde 92’si “Pandemiyle beraber, hayatın sevmedikleri bir işi yapmak için çok kısa olduğunu hissettiklerini” söylüyor. Çalışanlar, “Değerli olduğum bir yere gideceğim” duygusunu açıkça dile getiriyorlar.
Evet ABD’de durum böyle.
*
Ya bizde. Bizde veriler yeterli değil ama içten içe bir volkanın kaynadığını söylersek de hata etmiş olmayız. Çeşitli araştırmalar, Türkiye’de çalışanların işlerindeki mutluluklarının çok iyi olmasa da, başka iş bulma umudunun düşüklüğünden dolayı “Büyük İstifa Dalgasının” ülkemizde yaşanmadığını ortaya koyuyor. Ama dediğimiz gibi iş memnuniyeti çok yüksek değil. Daha iyi maaş ve daha iyi iş yaşam dengesi beklentisi yüzde 50’ler düzeyinde. Ancak asıl sorun bizde genç kuşaklarda. 15-24 yaş arası, ne okuyan, ne de çalışan kesim 3 milyonun üzerinde. Z kuşağı fabrikalarda çalışmak yerine hizmet sektöründe çalışmayı tercih ediyor.
*
Ağır geçen kışlarda İran ya da Rusya’ya mahkum olmak bizim için büyük bir sıkıntı. Isınmak için başka çözüm bulamıyoruz ama en azından elektrik üretimi için çözümleri hızlandırabiliriz.
Avrupa Yeşil Mutabakatı ile zaten karşımıza çıkacak karbon emisyonları sorunlarına karşı yenilenebilir enerjiye yönelmemiz gerekiyor. Küresel ısınmaya karşı durabilmek için de yine yönümüzü yenilenebilir enerjiye çevirmemiz şart. Ayrıca enerjiye verdiğimiz dövizi kesmek için de doğanın bize bedava sunduğu kaynakları kullanarak enerji üretmemiz gerekiyor.
Aslında bir süredir yenilenebilir enerji konusunda işler çok da kötü gitmiyor. Rüzgar ve güneş enerjisi santrallerinin sayısı artıyor. Devlet özel teşvikler veriyor. Ama bu sürecin daha da ivmelenmesi gerektiği geçen hafta sanayide yaşanan elektrik kesintisiyle bir kez daha öne çıktı. Ayrıca elektrikte zamları da buna ekleyebiliriz.
Geçen yıl Ağustos sonu itibarıyla Türkiye’nin, 52 bin 353 MW kapasiteye ulaşan yenilenebilir enerji sektöründe yatırımlarının ekonomik büyüklüğünün 66 milyar doları bulduğu açıklanmıştı. Türkiye Elektrik İletim AŞ (TEİAŞ) verilerine göre, Türkiye’nin elektrik kurulu gücü ağustos sonu itibarıyla 98 bin 493 MW, toplam elektrik üretim santrali sayısı ise 10 bin 101.
Elektrik kurulu gücünün yüzde 32’sini hidroelektrik, yüzde 10,2’sini rüzgâr enerjisi, yüzde 7,5’ini güneş enerjisi, yüzde 1,7’sini jeotermal ve yüzde 1,8’ini biyokütle santralleri oluşturuyor.
Bu rakamlarla, yenilenebilir enerji santrallerinin toplam elektrik kapasitesi içindeki payı, Ağustos sonu itibarıyla yüzde 53,15 (www.temizenerji.org sitesinden alınmıştır).
Türkiye, yılda 40-50 milyar metreküp doğalgaz tüketiyor. Bunun da en az 4’te birini elektrik üretmek için kullanıyor. Doğalgaza 12-13 milyar dolar verildiğinden hareketle, yılda doğalgazla elektrik üretmek için 3 milyar dolar ödendiği de ortaya çıkıyor.
Bu durum bana ergenliğimin başında yaşadığım ve hala kar yağışı denilince aklıma gelen 1987 Mart ayı İstanbul’unu getirir. Şubat tatilinden çıkmış tekrar okula uyum sağlamanın derdine düşmüşken, 4 Mart’ta aniden bastıran kar yağışı, İstanbul’u 15 gün esir almıştı. Yüksek bir yerde oturduğum için ekmek arabaları çıkamıyordu bulunduğumuz yere. O nedenle abim, ben ve babam ekmek ve diğer ihtiyaçları karşılamak için kilometrelerce yol yürüdüğümüzü ve ellerimin neredeyse donmak üzere olduğunu hatırlarım. Rahmetli annem ellerimi ılık suya sokmuştu. Kurtlar şehre inmişti. Benzer bir kar yağışını (ama daha kısa süreyle) 1992 Ocak ayında Bursa’da da yaşamıştım. Uludağ Üniversitesi’ndeki yurttan, İktisadi idari Bilimler Fakültesi’ne gitmek mümkün olmamıştı. Yazarken anılarım canlanıyor.
O zamanlar meteoroloji tahminleri bugünkü kadar başarılı da değildi sanırım. Bugün artık “Winter is coming (Kış geliyor-Game of Thrones dizisinin ilk bölümü ve burada kullanılan bir söz) dendiğinde hepimiz ağır kış şartlarının yaklaştığına ikna oluyoruz.
Ama dert bu kez başka. Soğuk işimizi daha da zorlaştıracak. Zaten pahalı olan ısınma giderini artıracak. Buna bir de tarımsal zararın da eklenme ihtimali var. Umalım ki kötü senaryolar gerçekleşmesin. Karın iyi yanı ise elbette ki su açısından olacak. Yeterli kar yağışı ile barajlar ve sulama göletleri yazın olması muhtemel kuraklıktan bizi kurtaracak. Yağacak kar, bize beyaz bir sayfa mı açtıracak, yoksa yüzümüzü beyaza mı kestirecek birlikte yaşayıp göreceğiz.
Ekonomideki gelişmelerin verdiği kasvet, lapa lapa yağan karla umarım ortadan kaybolur. Elbet temennilerle olmuyor. Yapılacak çok iş var. Bir an önce üretimin, ihracatın döviz girdisinin artması, başta enerji olmak üzere döviz çıktılarının , enflasyonun düşürülmesi gerekiyor. Yoksa bahar gelse de bize bahar da tat vermeyecek. Benzinin 14 lira olduğu bir ortamda bahar gelince kendimizi nasıl kıra bayıra atacağız bilinmez. Lapa lapa yağan karda aile içi ilişkilerimiz güçlendirip sıcak içeceklerimizle günümüzü güzelleştirelim hiç yoktan. Umut fakirin ekmeği. Ya umut edip yaşayacağız, ya da....
Kalın sağlıcakla.
Geçen hafta Bursa turizmini hareketlendirebilmek adına dar kapsamlı ama önemli isimlerin yer aldığı bir toplantıda bulununca eski yazılarımı bir karıştırma ihtiyacı hissettim. O gün Bursa’da “Çevreye Duyarlı Konaklama Tesisileri” için verilen “Yeşil Yıldız” almış kaç tesis varmış diye bir baktım (2015 rakamlarıyla). Bursa’da sadece 5 tesisinin 814 oda ve toplamda 1443 yatağın bu belgeyle işletildiğini öğrenmiş ve yazmıştım. “Artık Türkiye’de 300’ü geçen “Yeşil Yıldız”lı otellere Bursa’dan umarım yenileri de katılır” ifadeleriyle bitirmişim yazımı.
*
Bugün durum ne olmuş diye bir göz atayım dedim, Kültür ve Turizm Bakanlığı sitesine girerek. Türkiye’deki “Çevreye Duyarlı Tesis, Oda ve Yatak Sayıları” başlıklı listeyi indirdim. 6 yıl gibi bir sürede Türkiye’deki sayı 300’den 450’ye çıkmış. Doğal olarak birinci sırayı 228 otel ile Antalya alıyor, Onu 61 otelle İstanbul, 46 otelle Muğla, 27 otelle İzmir, 20 otelle Ankara izliyor. Bursa bu illerin ardından geliyor ve ne acıdır ki yaklaşık 6 yılda sadece bir tesis daha çevreye duyarlılılık belgesi alabilmiş. Yani 6 tesis, 945 oda ve 1892 yatağa çıkabilmiş Bursa.
Türkiye’de çevreye duyarlı turizm tesisi sayısı yüzde 50 artarken Bursa’da sadece yüzde 20 artmış. O gün “Yeşil Fakiri” başlığını atmıştım sanırım bugün de bu tespit geçerliliğini koruyor.
*
Bursa’nın turizm potansiyelinin gerek yurtiçi gerekse yurtdışında gördüğüm kentlerle kıyaslayarak, yüksek olduğunu düşünenlerdenim. Ancak gerçeklerden de kaçamıyoruz. Bursa’nın turizm potansiyeli çok yüksek ama kazanç kapısı bu alan değil.. Sanayiden elde edilen kazanç, ranttan elde edilen kazanç ve tarımdan elde edilen kazanç turizm gibi insanla uğraşmayı gerektiren bir sektördekinden daha fazla olunca, Bursa’nın ilgisi bu alana yeterince kanalize olmuyor.
Bu da eşyanın tabiatına uyuyor sanırım. O halde, planlamalar yaparak, dengeyi sağlamak zorunda olan kamu otoritelerine çok iş düşüyor. Bursa’yı sadece sanayinin, sadece tarımın ya da sadece rantın kollarına bırakmak haksızlık olur. Turizm potansiyelini de parlatmak gerekir.
Bursa’nın sırasıyla 2017, 2018. 2019, 2020 ve 2021’de ihracat rakamları şöyleymiş:
“14 milyar 58 milyon dolar, 13 milyar 298 milyon dolar, 14 milyar 987 milyon dolar, 12 milyar 881 milyon dolar ve 14 milyar 959 milyar dolar.”
Buna karşılık aynı dönemlerde Kocaeli’nin rakamları ise şöyle olmuş:
“12 milyar 536 milyon dolar, 14 milyar 128 milyon dolar, 15 milyar 249 milyon dolar, 12 milyar 271 milyon dolar ve 17 milyar 331 milyon dolar.”
Yani son 5 yılda Bursa 2017 ve 2020’de ihracatı en yüksek iller sıralamasında İstanbul’un ardından ikinci olurken, Kocaeli ise 3 kez bu listede 2.’lik koltuğuna oturmayı başarmış. Üstelik Bursa 2019’da çıktığı 14 milyar 987 milyon rakamına yaklaşsa da bu rakama 2021’de de ulaşamamış. Oysa Kocaeli 15 yıl önce İzmir’in ardından 4. olduğu ihracatçı iller sıralamasında emin adımlarla ilerleyerek 2021’de kendisi açısından bir rekora da imza atarak 17 milyar doları geçmiş. Dediğim gibi Bursa ise son 10 yıldır 11 milyar dolar ile 15 milyar dolar bandında sıkışmış kalmış. Kocaeli ise 2020’de pandemi etkisini gözardı edersek hep yukarı doğru hareket etmiş.
Sanayi geçmişi çok uzun yıllara dayanan Türkiye’nin ilk OSB’sinin kurulduğu adı otomotiv ve tekstil ile anılan Bursa’nın, artık kendisine katma değeri yüksek, inovasyon içeren bir anlayış geliştirmesinin şart olduğu da bu rakamlarla ortaya çıkıyor. Yoksa fasit bir daire havası veriyor rakamlar. İşte tam da bu sırada, dünyanın yöneldiği elektrikli araçlar (Ya da TOGG CEO’su Gürcan Karakaş’ın kullandığı gibi yeni nesil akıllı mobilite cihazı) Bursa’da yeni bir eşiğin atlanması için milat olabilir.
Tıpkı, Şah İsmail’le yaşanan sorunlar nedeniyle, Bursa’da ipek üretiminin başlaması ve bunun kenti tekstilin merkezi yapması gibi. Tıpkı, Tofaş ve Oyak-Renault’un Bursa’yı kendilerine üs olarak seçmelerinin ardından kentin çehresinin değişmesi gibi. Bu gelen adım da Bursa’nın endüstri 4.0’ı olabilir. Yeter ki, önümüze gelen bu imkanı anlayıp değerlendirmeyi başaralım. Hoş yukarıda saydığım dönüşüm süreçlerini başarmış bir Bursa’nın bunu da yapacağına inancım yüksek ama süreçlerin uzamaması için akılcı olmak da gerekiyor.
Kadro müthiş. Meryl Streep, Cate Blanchett, Jennifer Lawrence ve Leonardo DiCaprio gibi oyuncular seyir zevkini arttıryor.
Filmi beğendiğimi ifade ederek başlayayım. Bazı dostlar, entelektüel derinlik arayışı nedeniyle, sanatın toplumsal dönüştürücü gücünü hafifsiyorlar.
Sanat sanat içindir anlayışının kısıtlılığı içinde değişimin bir yerden başlaması gerektiğini yok sayıyorlar. Kitleler genel güdülenmelerle hareket etme eğilimindedirler. Yerçekimi gibi büyük kütleler v güçler çekim merkezi olmuştur ve olmaya da devam edeceklerdir.
Başarılı olan futbol takımının taraftarının artması, popüler kültürün kendisine daha çok takipçi bulması bu toplumsal fizik gerçeğine dayanır.
O nedenle dar entelektüel beğenileri topluma dayatmayı, 2 ay yoğun bakımda yatmış birine koş demeye benzetirim.
O nedenle ağır entelektüel kaygılar taşıyan sanatsal eserler yerine (Onlara da kesinlikle ihtiyaç var) popülerliği de barındıran ve daha çok insana ulaşabilecek bir derdi olan sanat eserlerinin faydasına inanırım. Bayağılığa kaçmadan bir şeyin basitçe anlatılmasının çok da güzel olduğunu düşünürüm.
Evet Don’t Look Up da bence bunlardan birisi.
Tıpkı Matrix 1 gibi, tıpkı Dövüş Kulübü gibi vs. Aydın, halk, medya ve siyasilerin olaylara bakışını mizahi bir dille aktarmayı başaran ve söyleyecek sözlerini de bir o kadar güzel anlatan bu filmi izlemenizi öneririm. Filmin başında, insanların takındığı tavırların, sonlara doğru nasıl farklılaştığı ve bilim insanlarının tavrı izlemeye değer.
Görünmez Adam ve Zaman Makinesi en bilinen eserleri arasındadır. Hatta Atatürk, Nutuk’ta Wells’in “Hayat ve İnsanlığın Tarihi Öyküsü” adlı eserinden alıntı yapmıştır. Atatürk’ün bu eserden çok etkilendiği de bilinmektedir.
Birleşmiş Milletleri de aşan bir federal dünya devletini arzulamıştır Wells.
Ama bugün H.G Wels’in kaleme aldığı ve biraz farklı da olsa filmi de yapılan Zaman Makinesi’nden bahsetmek istiyorum.
Bugünlerde birkaç günde farklı zaman aralıklarını yaşamaya başladık.
Dolar bir gün 18 lirayı ertesi gün 10 liraları görebiliyor. Bir gün marketlerde bolluk yaşanırken, birkaç gün sonra sınırlı satışlar ve yüksek fiyatlar ortaya çıkıyor. Sanki bir zaman makinesi ile bir gün 1970’lere gidiyoruz diğer gün 2021’e.
Hal böyle olunca boyutlar karışıyor. Dengemizi yitiriyoruz. Algımız sayılardan ibaret olmaya başlıyor. H. G. Wells’in kitabında ise 800 binli yıllara gidildiğindeki toplumsal yapı ele alınır. Sahi böyle giderse gelecekteki bizim toplumsal yapımız ne olacak. Sürekli oynayan döviz kurları, hep gözümüzü diktiğimiz etiketler ve banka ekranları mı? Yoksa bu dertlerden kısmen sıyrılmış ve geçim derdi olmadan geleceği inşa edebilen bir toplumsal yapı mı?
Kısa vadede birinci seçenek geçerliliğini koruyacak gibi. Umalım ki çok da uzak olmayan bir gelecekte bu tasalardan sıyrılmış ve güzel bir toplum inşa edebilelim. Aksi halde herkesi Zaman Makinesi’ndeki Morlocklar olarak görmeye başlayacağız.
Pandemi öncesi toplam ticaretin yüzde 6-7’lerine ulaşan e-ticaret bu yıl yüzde 19.7’yi gördü. E-ticaret yapan şirket sayısı da 70 binden 350 bine çıktı, 2 yıl bile olmadan...
Geçen hafta düzenlenen, BUSİAD Yenilikçilik ve Yaratıcılık Uzmanlık Grubu’nun 11. Yenilikçilik ve Yaratıcılık Sempozyumu’nun konusu “E Ticaretin bugünü ve Yarını” başlığını taşıyordu. Sektörün önemli isimleri pandemi ile birlikte beklentilerin de üzerinde hızlanan e-ticareti konuştular. Katılamayanlara kısa bir özet geçmekte fayda var. Sektörün en önemli sorunlarının başında yazılım yapan, teknoloji cephesinde işler yapan mühendislerini yabancılara kaptırması gösterildi. Tüm sektörlerin önemli sorunları arasında olan bu mesele, evden çalışmayla birlikte artış. Çünkü mühendis artık ülkesini bile değiştirmeden başka bir şirkete daha yüksek üv,cretlere geçiyormuş. Bizim de bu konuda kapasitemizin sınırları belli olunca iş düşündüğümüzden daha vahim bir hale geliyor.
Konuşmacılar e-ticaretin sadece bir kanal olduğunu ve müşteri ile satıcının yüz yüze geldiği geleneksel ticaret ile kol kola yürüyeceği konusunda da hem fikir. Hatta e-ticaretin zaten var olan ticaretin yanında devam ettiğini de söylüyorlar. Örnek olarak Ardahan’daki bir satıcının ürününü İstanbul’da satmasını verirken, aslında bu satıcı kendi dükkanın yanı sıra elektronik ticaretin yapıldığı pazar yerlerinde de dükkan açarak birden çok dükkanın sahibi haline geliyorlar diye de belirtiyorlar.
Sektör büyümeye başlamış. Hatta artık e-ihracat bile konuşulur olmuş. Gözünü Avrupa pazarlarına diken var. Ayrıca Azerbaycan’dan Türkiye’deki sitelerden ürün alanlar varmış. Onlar için İstanbul’da bir adres gösteren ve ürünleri Azerbaycan’a taşıyan bir de şirket varmış. Ona rağmen Türkiye tercih ediliyormuş. Ama amaç bunu Avrupa pazarlarına da ulaştırmak.
Dinlediklerim bu ticaret şeklinin geleceğinin parlak olduğuna beni inandırdı. Konuşanlar işlerini çok iyi biliyorlar ve dünya gelişmelerine de hakimler. Pandemi onlar için önemli bir deneyim alanı olmuş görünüyor.
Ben bile geçen yılki gecikmeleri bu yıl görmediğimi fark ettim. Binlerce insan çalıştırarak çıkan sorunlara çözüm üretiyorlar.
Z kuşağı zaten bu yönteme çok alışık. Geleceği yakalayan bir ekonomi anlayışımız olur umarım.