Paylaş
Haftanın yenileri arasında yer alan ‘Diren!’ (‘Suffragette’) de, bir zamanlar çekilen acıların ifadesi niteliğinde...
Sarah Gavron’ın imzasını taşıyan yapım, İngiltere’de geçen yüzyıl başında kadınların oy kullanma hakkı için çabalayan bir grup aktivistin mücadelesine odaklanıyor.
Öykü kısaca şöyle: Yedi yaşından beri çamaşırhanede çalışan evli ve bir çocuk annesi Maud, bir paketi teslim etmek için gittiği yerde eylem yapan kadınların arasına düşer.Bu sanki onun için ilk ışığın yanmasıdır. Peşi sıra kimi olaylar Maud’u ‘Direnişçiler’in (ki onlara ‘Süfrajet’ denmektedir) safına çeker. İşi zordur; apolitiktir, geçim kaygısı vardır, küçük çocuğunu büyütmek zorundadır ve aynı işyerinde çalıştığı kocasına karşı sorumlulukları (!) vardır. Gözaltına alındığında ‘Direnişçiler’in peşinde olan polis şefinin öğüdü de, “Bu işleri bırak, yuvana, eşine ve çocuğuna dön”dür. Lakin genç kadın artık aydınlanmış ve seçimini yapmıştır...
Senaryosunu ‘Shame’ (Yön: Steve McQueen) ve ‘The Iron Lady’ (Yön: Phyllida Lloyd) gibi yapıtları da kaleme alan Abi Morgan’ın yazdığı ‘Diren!’, bugün bile dünyanın kimi ülkelerinde elde edilememiş bir hakkın Britanya’daki serüvenini perdeye aktarırken belki sinematografik açıdan mükemmel bir filme dönüşemiyor ama derdini, tasasını gayet başarılı bir şekilde seyircisine aktarıyor.
Son dönemin öne çıkan oyuncusu Carey Mulligan’ın Maud rolünde son derece etkileyici bir performans sergilediği (her zamanki gibi kırılgan görünümlü dirayetli bir karaktere hayat veriyor) yapımda diğer tiplemeler de gayet derinlikli çizilmiş. Eczacı eşinin de harekete destek verdiği kadın doktor Edith Ellyn, Maud’un işyerinden arkadaşı Violet Miller, hükümet temsilcisi kocasına rağmen eylemlere destek sağlamayı sürdüren ‘burjuva’ kökenli Alice Haughton gibi karakterler, bu derinlikli senaryoyu ayakta tutuyor. Öte yandan bu kurgusal filmin tarih sahnesinden ödünç aldığı gerçek karakterlerden biri olan, hareketin lideri Emmeline Pankhurst, ünlü ‘Balkon konuşması’yla seyirci karşısına çıkıyor ve kendisini dinlemeye gelen kadınlara “Köle olmaktansa asi olun” çağrısında bulunuyor. Bu rolde izlediğimiz Meryl Streep de filmde bir nevi ‘Ustalara saygı’ rüzgârı estiriyor.
YASA ‘SAYGIDEĞER’ OLMALI
İngiliz sineması, zaman zaman sanki ‘İtalyan Yeni Gerçekçilik’ akımının şimdiki zamanlardaki uzantısı ve post-modernize edilmiş hali gibi.
Durum böyle olunca genç kuşaktan kimi yönetmenler, Ken Loach ekolünü bir şekilde sürdürüyor ve ‘Yedinci sanat’ı aynı zamanda bir bellek tazeleme alanı olarak görmeye devam ediyor. ‘Diren’, bu kulvarın yeni bir üyesi.
Birkaç yıl önce ülke tarihindeki ‘eşit işe eşit ücret’ mücadelesinin ifadesini yansıtan ‘Made in Dagenham’ı, geçen sezon da 1984’teki madenci direnişine destek veren bir grup gay ve lezbiyen aktivistin hikâyesini anlatan ‘Pride’ı izlemiştik. ‘Diren’, benzer özelliklere sahip bir yapım.
Öte yandan filmin devlet denen aygıtın tarihsel süreç içindeki klasik refleksleri ve peşi sıra polis şiddeti gibi hâlâ hükmünü süren gerçekliklere dair hatırlatmaları da var.
Ayrıca kişisel olarak ben filmi izlerken bir başka gerçeği de hatırladım; galiba iş siyasal arenada sadece kadın olarak oy kullanmakta değil, mesela İngiltere vakti zamanında Margaret Thatcher gibi bir ‘kadın politikacı’yı başa geçirmiş ve söz konusu kişi, neo-liberal uygulamalarıyla işçi sınıfına yapmadığını bırakmamıştı. Yani mesele asıl olarak sınıfsal ve tabii ki politik duruşta...
‘Laf değil icraat’ seslerinin yükseldiği bir dönemden gelen bu film, sadece Pankhurst’ü değil, bir at yarışı sırasındaki eylemiyle mücadelenin seyrinin değişmesine hayatını kaybederek yön veren Emily Davison’ı da bilmemize, varlığından haberdar olmamıza, muhtemelen İngilizler için de hatırlanmasına vesile oluyor. Gerçek görüntülerin de kullanıldığı filmin geride kalan tortuları arasında, “Yasalar ancak saygıdeğer oldukları zaman saygıyı hak ederler” gibi son derece kıymetli bir tespit de var. Kadınlara oy hakkının birçok ülkeden önce verildiği ama kadın cinayetlerinin bir türlü durdurulamadığı problemli bir coğrafyada böylesi bir film nasıl ilgi görecek, bekleyip görelim derim.
BİR ZAMANLAR DÜNYA’DA...
Üzerinde gezindiğimiz bu fani Dünya, 65 milyon yıl önce bambaşka bir yerdi.
O kadar bambaşkaydı ki, insanoğlu denilen mahlukat, var olan medeniyetin neredeyse en vahşi üyesiydi.
Ya da şöyle yapalım; bu kadar emin konuşmayalım, topu ‘İyi Bir Dinozor’a (‘The Good Dinosaur’) atalım.
Pixar’ın son animasyon harikası niteliğindeki film, işte böyle bir zaman diliminde geçiyor ve son derece sempatik öyküsünde, sıkı bir dostluğu aktarıyor. Çizer olarak ‘Kayıp Balık Nemo’, ‘İnanılmaz Aile’, ‘Ratatuy’ gibi yapımlarda çalışan Peter Sohn’un yönetmenliğini üstlendiği filmde yumurtasının kırılmasıyla hayata ‘Merhaba’ dediği anda bile tedirginliğini, ürkekliğini belli eden minik dinozor Arlo, gün geliyor korkularıyla yüzleşmek durumunda kalıyor.
‘İyi Bir Dinozor’, temel olarak küçük yaş grubundaki çocuklara sesleniyor gibi görünse de öyküdeki kimi ustaca dokunuşlar ve son derece çekici görüntüler vasıtasıyla her yaştan çocuğun ilgisini çekecek bir çalışma. ‘İyi Bir Dinozor’un bence asıl güzelliği doğadaki besin zinciri meselesini ve ‘kuvvetler ayrılığı’nı masalsı bir dille aktarması ve bütün bu eğitici tavrını, altını kalınca çizgilere boğmadan ifade edebilmesi. Ayrıca ‘Evrim takvimi’nde henüz ayağa kalma aşamasını tamamlamamış insanoğlunun, öyküde minik bir çocukla temsil edilmesi ise hoş bir tavır olmuş. Arlo’nun ‘Spot’ adını taktığı bu minik, uzaktan uzağa ‘Taş Devri’ndeki ‘Bambam’ı hatırlatıyor. Film ise yolculuk kısımları itibariyle ‘western tadı’ taşıyor, Arlo’nun büyüme çabaları ve baba figürüyle hesaplaşması itibariyle de ‘Aslan Kral’ akla geliyor.
Sonuç olarak bu sıcak, sempatik ve zekice hamlelere sahip animasyonu gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.
Paylaş