Çok tutmuş bir filmin devamıyla arasındaki makas ne denli yakınsa, bendeki hissiyat “Belli ki yaratıcı ekibin başka daha iyi bir projesi yok, aynı fikri allayıp pullayıp yeniden sahaya sürüyorlar”dır. Seth MacFarlane son derece yetenekli bir isim. Kartvizitinde şu unvanlara rastlayabilirsiniz: Animatör, yapımcı, yazar, oyuncu, aktör, seslendirme sanatçısı, şarkıcı ve de yönetmen... Popüler kültür âlemlerinde daha çok ‘Family Guy’ın yaratıcısı olarak bilinen MacFarlane 2012’de ‘Ayı Teddy’yle (‘Ted’) yönetmenliği de adım atmıştı. Filmde hiçbir arkadaşı olmayan bir çocuğa hediye edilen oyuncak ayı gümbür gümbür şimşeklerin çaktığı bir gecede dile gelmiş ve sonrasında bu pofuduk dost, John Bennett adlı miniğin nerdeyse bütün hayatına yön verir olmuştu. ‘Ayı Teddy’, MacFarlane’in başta Mel Brooks olmak üzere ZAZ, Farrelly Biraderler gibi farklı ve aykırı komedi ekollerini de harmanlayan, edepsiz, politik doğruculuk içermeyen, sınır tanımayan, ‘vulgar’ ve de ‘kafası her daim kıyak’ anlayışının ifadesiydi. Bu etkileyici ve parlak girişin ardından MacFarlane, sinema çevrelerince el üstünde tutuldu, hatta 2013’teki Oscar törenini bile sundu. İkinci uzun metrajlı filmi ‘Yeni Başlayanlar İçin Vahşi Batı’, ‘Ayı Teddy’ye göre geri adımdı ama belli ölçüde parlaklıklar içeriyordu ve alttan alta Mel Brooks’un 1974 tarihli ‘Blazing Saddles’ına selam yolluyordu.
Yıl 2015, Seth MacFarlane’i üç senelik bir aranın ardından tekrar ‘Ayı Teddy’ye bir kez daha sarılmış bir halde karşımızda buluyoruz. Böylesi bir hamle bence tartışmalı ama artık film çekilmiş, dolayısıyla karşımızdaki yapıt hakkında konuşmak daha mantıklı. ‘Ayı Teddy 2’de John, sevgilisi Lori’yle altı yıllık beraberliğini sonlandırmış Ted ise Tami-Lynn’le evlenmiştir. Cicim aylarının ardından beliren krizi ise çocuk sahibi olmak yoluyla çözme yoluna gitmişlerdir. Bu ise bambaşka meselelerin kapıyı çalması demektir. Çünkü Massachusetts Eyaleti, Ted’in bir insan değil eşya olduğu yönünde karar almış ve bu bağlamda evlat edinmeye uygun olmadığını açıklamıştır. Artık önlerinde zorlu bir hukuki süreç vardır...
Yine bol bol güldürüyor
Bir kez daha Ted’i seslendiren Seth MacFarlane, (ki senaryoyu da Alec Sulkin ve Wellesley Wild’le kaleme almış) bu ikinci adımda yine denetimsiz, her şeye kendince vuran, yıkan üslubuyla yoluna devam ediyor. Lakin ‘Ayı Teddy 2’, ilkinin ışıltısından uzak. Evet, ben yine kendi adıma basın gösteriminde kimi sahnelerde kahkahalara boğuldum, MacFarlane’in onca göndermesini zekice buldum ama ‘Ayı Teddy’ karşımıza adeta aniden çıkmış ve gönlümüzü sarsıcı bir şekilde çelmişti. İkinci adımda biz bu dünyayı artık tanıyor olarak salona yollanıyoruz ama daha da önemlisi, ilk filmin koyduğu çıta aşılmasa bile, ona yakın bir standartta film bekliyoruz. Tabii ki ‘Ayı Teddy 2’ bunları karşılamıyor.
Mevsimin tadını tatil için yola dökülenler çıkarsın, biz ‘endüstriyel futbolumuz’un bu yaza ilişkin hamleleri arasında küçük çaplı bir slaloma soyunalım...
Bizim çocukluğumuzda Fenerbahçe’nin unvanlarından biri, “Temmuzun şampiyonu”ydu. Sarı-Lacivertli kulüp her yıl adeta yeniden yapılanır, piyasanın öne çıkmış bütün futbolcularını kadrosuna katar, takıma uyum sağlayanlarla yoluna devam eder, olmadı bir sonraki temmuzda yeni katkılarla yeni sezonu açardı.
Bu görüntüden uzun süredir uzak duran ve özellikle geçen yazı, sadece Diego Ribas transferiyle adeta kendisini nadasa bırakarak geçiren Kanarya, bu yaz takımın neredeyse bütün omurgasını değiştirdi.
Bazı günlerde iki-üç transferi duyurarak spor basınının her gün ayrı bir ismi müjdeleme şansını da elinden alan Sarı-Lacivertliler için yeni sezon gerçekten yeni bir heyecanın ifadesi olacak.
Bir yandan Şampiyonlar Ligi biletini alıp alamama sınavı, öte yandan yeni teknik direktörün eldeki malzemeden nasıl bir bütüne ulaşacağı, önümüzdeki günlerin temel konularından biri olacak.
HENÜZ ‘ÇİLEK’ YOK AMA...
Sinema tarihi içinde çok eski bir hamledir, dizilerin beyazperdeye aktarılması... ‘Kaçak’tan (‘The Fugitive’) ‘The Saint’e, ‘Görevimiz Tehlike’den (‘Mission: Impossible’) ‘A Takımı’na (‘The A-Team’), ‘Miami Vice’tan ‘Charlie’nin Melekleri’ne (‘Charlie’s Angels’) kuşaklar boyu bu uyarlama çabalarının tanığı olmuşuzdur (işin yerli ayağında da ‘Asmalı Konak’ı, ‘Kurtlar Vadisia’ni ya da ‘Behzat Ç’yi bulmak mümkün). Bazen tersine bir işlemi, bir filmin dizeye dönüştüğünü bile görmüşüzdür: ‘Hannibal’ ya da ‘Fargo’ gibi...
Bu hafta itibariyle yeni bir adımın daha atıldığını görüyoruz: Televizyon âleminde sekiz sezonluk bir serüveni olan HBO imzalı ‘Entourage’ın uzun metraj versiyonu huzurlarımızda... Dizi malum, Vincent Chase adlı sonradan yolu açılan bir aktörün, Queens’ten çocukluk arkadaşlarıyla Hollywood’da yaşadığı serüvenler üzerine kuruluydu. Bizde de gösterilen dizi, bir anlamda ‘Kankalar’ gibi görünse de aslında ‘Yancılar’ tanımına uygun bir çevrenin yaşadıklarının ifadesiydi.
Filme gelince yönetmen koltuğunda dizinin yaratıcısı Doug Ellin’i görüyoruz. Kadro da, ana kahramanları itibariyle TV ekranlarından perdeye aynen aktarılmış. Peki ya konu? Hemen özetleyelim: Evlilik macerasını sonlandıran Vincent Chase, her daim dostları Vince, Turtle ve ağabeyi Johnny Drama’yla birlikte yeni sulara yelken açar. Gündemlerindeki en önemli konu, Chase’in yönettiği ve üzerinde son rötuşların yapıldığı ‘Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’dan mülhem ‘Hyde’ adlı filmdir. Lakin kimi efektler için yeni bir bütçeye ihtiyaç vardır ve bunun için, geçmişin menajeri şimdinin stüdyo yöneticisi -ve filmlerinin yapımcısı- Ari Gold’a başvururlar. O da, filmin finansörü olan Larse McCredle’ın kapısı çalar ama bu hamle, yeni bir problem doğurur. Teksaslı iş adamının oğlu Travis filme ilişkin gerekli gereksiz her konuda topa girerek suyu bulandırır...
Amerikan sinemasının temel türlerinden ‘Western’, artık evinden uzakta yeşeriyor. ‘Vahşi Batı’, son dönemde üç ‘sıkı’ filmle hatırlanırken söz konusu projelerde kamera arkasında geçenler Avusturyalı, Danimarkalı ve İngiliz yönetmenlerdi. Bu toplamdan Danimarka patentli olanı ‘İntikam’ (‘The Salvation’), bu hafta salonlarımıza uğruyor (diğer iki filmin ne zaman aramıza katılacağı ise belli değil).
Kristian Levring’in imzasını taşıyan yapım, öykü bazında sırtını western’in en bildik teması olan intikam olgusuna dayandırıyor. Tam bu noktada bir açıklama yapmak gerekiyor sanırım: Kuşkusuz yaratıcı ekip meselenin altını filmin adını ‘İntikam’ yaparak kalın çizgilerle çizmek istememiş, bu ismi veren Türkiye’deki dağıtımcı, yoksa filmin orijinal ismi ‘Kurtuluş’ anlamına geliyor. Öyküde ‘Kurtuluş’u sağlaması beklenen kişi ise Danimarka göçmeni Jon. Ağabeyi Peter’la, kendi ülkesinin ordusunda savaşırken Almanlara karşı verdikleri mücadeleyi kaybeden ağabey-kardeş geleceklerini Yeni Dünya’da aramak üzere Amerika’ya gelmiştir. Jon, ‘Gurbet’teki yedinci yılında karısını ve yedi yaşındaki oğlunu da yanına almaya karar verir. Lakin bu yeniden birleşme kimi acı gelişmeleri de beraberinde getirecektir. Yörenin bir tür ‘ağası’ olan Delaure’nin hapisten yeni çıkan kardeşi, arkadaşıyla birlikte Jon’un karısına tecavüz edip oğlunu da öldürür. Bu olay, bütün kasabayı içine alacak bir gerilimin tetikleyicisidir.
Beş üzerinden üçbuçuk yıldız
‘İntikam’ stilistik bir çalışma. Levring hem çok başarılı bir atmosfer yaratmış hem de görüntü yönetmeni Jens Schlosser’ın gönül çelen ve western ruhuna selam gönderen kadrajlarıyla filmi adeta ‘özel’ bir sanatsal forma ulaştırmış. Öte yandan Anders Thomas Jensen’le birlikte kaleme aldığı senaryoyu da sosyolojik ve sınıfsal referanslarla süslemiş. Bu reflesk, özellikle yörenin idari amiri Keane’in arazi rantı işindeki konumu itibariyle kıyıyı vuruyor ve bir anlamda şimdinin rantçı zihniyetinin kökenlerine vurgu yapıyor.
Naçizane bu sayfalarda 15 Mart’ta çıkan yazımda da altını çizmiştim, ‘Aslında elimizi daha iyi kullanıyoruz’ diye... Denklemin oluşumu basitti aslında: ‘Ayak topu’ bizim karşılıksız sevdamızdı. Onunla yatıp onunla kalkıyorduk ve aslında, bunda bir problem yoktu. Lakin problem sevme biçimimizden kaynaklanıyordu; tutkumuzun karşılığında hastalıklı bir başarı isteğimiz vardı. Aslında haklı bir nedene de dayanıyor gibi görünüyordu isteğimiz. Onca para akıtıyorduk, artık ‘Endüstriyel’ tanımını da yanına ekleyen futbola. Peki, forması, kombinesi, (hatta ‘Pasolig’i), yayıncı kuruluşu, yetmedi spor basını, televizyonu derken karşılığında ne veriyordu bu sevda bize? Dön dolaş, hep aynı üç takımın (hatta son dönemlere bakılırsa iki) şampiyon olduğu bir lig yarışı, gerisi laf-ı güzaf... 100 yılı aşkın tüten sevda ateşimizi harlayan ‘resmi’ başarılar ise şöyleydi: Kulüpler düzeyinde Galatasaray’ın 2000’deki ‘UEFA Kupası Şampiyonluğu’, Milli Takımlar hanesinde ise ‘2002 Dünya Kupası üçüncülüğü’ ve ‘Euro 2008 üçüncülüğü’...
HAKKINI YEMEYELİM
15 Mart’taki yazıyı kaleme aldığımda futbolumuzun kendi sularında çırpınıp durduğu lig yarışından başka çekici yanı yoktu. İstanbul’un klasik üçlüsü yine mücadelenin içindeydi ve ipi kimin göğüsleyeceğinden başka dert ve merak, sahalara ve zihinlere uğramıyordu. Bir de hakkını yemeyelim, Beşiktaş tarihinin en iyi işlerinden birine imza atarak Avrupa Ligi’nde Liverpool’u elemiş ve ‘Son 16 turu’nda Brugge’la eşleşmişti. Ama başka cephelerde, mesela voleybol kadınlarda Vakıfbank ve Eczacıbaşı ‘Final Four’ biletini cebine koymuştu (erkeklerde ise Halkbank çeyrek finalde güçlü Zenit’e elenmişti). Basketbolda ise Fenerbahçe kadınlarda ‘Final four’u ‘resmen’ garantilemiş, erkeklerde ise aynı hedefe ‘resmen’ olmasa da emin adımlarla yürüyordu.
KENAR SÜSÜ
BUGÜN geldiğimiz noktada futbol yine ön planda; gazete sayfaları transfer bombaları ve yolları, kulüpleriyle ayrılan yıldız haberleriyle dolu. Aradan geçen süre içinde voleybolda Eczacıbaşı hem Avrupa, hem de Dünya şampiyonu oldu. Fenerbahçe basketbol kadınlar ve erkeklerde ‘Final Four’ heyecanının parçası olmayı başardı. Bütün bu başarılar kupayla taçlandırılsın ya da taçlandırılmasın, futbolda olsa yeri göğü yıkardık. Lakin bu coğrafya ‘Ayak topu’nun dışındaki sporlara ‘Kenar süsü’ muamelesinden ötesini yapmıyor.
Aslında bütün bu yazdıkların da bilinenleri tekrarı, yeni olan şuydu, cumartesi günü önce ‘Filenin Sultanları’ (aslında bu ‘hanedan’ çağrışımlı zorlama tanımlamaları pek sevmiyorum ama yerleştiği için kullanmak zorunda kalıyoruz!), Bakü’de düzenlenen ‘Avrupa Oyunları’nda şampiyonluğa ulaştı, ‘Potanın Perileri’ de Rusya’yı yenerek ‘Avrupa beşinciliği’ unvanının sahibi oldu. Ki o ‘Periler’ aynı organizasyonda 2011’de final oynayıp 2013’te de turnuvayı üçüncülükle kapatmıştı. Yani son üç turnuvaya bakıldığında ‘İlk beş’te yer alıyoruz.
KADINLAR VARDIR, KADINLAR HER YERDE
Bir eleştirmenin ömrüne bir serinin bu kadar çok filmini sıkıştırırsanız, elbette kendini tekrarlar. Tıpkı seri gibi... Efendim, 2003’te ‘Terminatör 3-Makinelerin Yükselişi’ne (‘Terminator 3-Rise of the Machines’) ilişkin yazımda kullandığım bir ifadeyi, ‘Terminatör Kurtuluş’ta -namı diğer ‘Terminator 4’- da metne taşımıştım. Söz konusu ifade şuydu: Yapılan bir ankette ‘Terminatör serisi’nin popüler kültüre armağanı olan “I’ll be back” (“Geri döneceğim”) repliği, sinema tarihinin en ünlü cümleleri arasında ilk sırayı almış. Bu ifadeden mülhem, ‘Geri dönüş projeleri’ içinde en haklı gibi görüleni Terminatör’ün karakterleridir, çünkü zaten bunun sözünü vermişler zamanında.
Lakin bu haftadan itibaren gösterime giren ‘Terminatör: Genisys’ öyküsü ve sundukları itibariyle artık geri dönmenin pek bir manası yok izlenimi veriyor. Yönetmenliğini Alan Taylor’ın üstlendiği yapım, geride kalan dört filmin üzerine pek de yeni bir şey koyamıyor. Konu yine aynı meseleler etrafında dönüp duruyor: İnsanoğlunun makinelerle ezeli mücadelesi. Malum ana eksen, bu mücadelede makineler cephesinin gelecekten geçmişe gelişkin bir robot göndermesi üzerine kuruludur. Bu robot, Sarah Connor adlı kadını öldürmek üzere programlanmıştır. Öldürsün ki, Sarah ileride direniş bayrağını açan ve insanların önderi konumuna gelen oğlu John Connor’ı doğuramasın... Özellikle ilk iki filmde öykünün ana hatlarını sağlam bir mantık üzerine inşa eden seri, sonraki adımlarda da hikâyeyi az biraz ilgi çekici hale getirmeyi başarıyordu.
‘Terminatör: Genisys’de ise bir içe kapanma çabası seziliyor. Şöyle ki John Connor bu kez yardımcısı Çavuş Kyle Reese’i geçmişe göndererek annesini korumaya çalışır. Reese, Sarah Connor ve ‘Gardiyan’ı, sisteme karşı mücadele ederlerken yeni bir zaman yolculuğuna daha çıkmak zorunda kalırlar...
Daha çok ‘Sex and the City’, ‘Sopranos’, ‘Mad Men’, ‘Bored to Death’, ‘Game of Thrones’ gibi tanınmış dizilerde yönetmenlik yapan, ‘The Emperor’s New Clothes’ ve ‘Thor: Karanlık Dünya’ gibi yapımlarda da uzun metrajı deneyen Alan Taylor, ‘Terminatör: Genisys’da aksiyona hâkim bir görüntü veriyor (Zaten ortada kulak kabartmaya değer hikâye olmayınca filmin terazisinin bu yöne kayması da doğal). Lakin bu da bir noktadan sonra sıkıcı bir hal alıyor.
Film (dolayısıyla roman), travmatik geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalan bir kadının hikâyesine odaklanıyor. Libby Day 25 yıl önce, sekiz yaşındayken iki kız kardeşinin ve annesinin öldürüldüğü katliam gecesinden sağ kurtulmuştur. 16 yaşındaki abisi Ben cinayetlerin sorumluluğunu üstlenmiş, Libby de verdiği ifadede bu durumu onaylamıştır. Kimi davalarda gerçek suçluların bulunmadığına inananların kurduğu bir kulübün üyesi olan Lyle, Libby’nin karşısına çıkar ve 25 yıl sonra davanın izini yeniden sürmek istediklerini söyler. Bu aşamadan sonra eski defterler yeniden açılacaktır.
Fransız yönetmen Gilles Paquet-Brenner’ın imzasını taşıyan ‘Karanlık Yerler’, geneli itibariyle belirgin bir ton tutturamıyor. Film, bizi bir esrarın peşine takıyor ve belli bir noktaya kadar sürükleyici olmayı başarıyor. Lakin senaryo mu diyeyim yoksa uyarlandığı roman mı bilmiyorum ama ‘Karanlık Yerler’in bir inandırıcılık sorunu var. Bu durum, özellikle geçmişle birlikte şimdiki zamanda gezinen filmin paralel anlatımında problem yaratıyor. Öyküyü izlerken akla gelen kimi sorular. 25 yıl boyunca neden kimse tarafından sorulmamış, ‘Karanlık Yerler’ bu durumun üstesinden gelemiyor. Ama yer yer hüzünlü üslup, yaratılan atmosfer ve kayda değer görüntü yönetmeni filmi kısmen çekici kılıyor.
Oyunculuklara gelince: Charlize Theron artık üzerine bir kimlik gibi yapışmaya başlayan hafif bitirim kadın karakterlerine, ‘Libby Day’ rolüyle bir yenisini ekliyor. ‘The Kill Club’ üyesi Lyle de Nicholas Hoult’u izlemek ilginç olmuş, malum Theron-Hoult ikilisi ‘Mad Max: Fury Road’da birlikte rol almışlardı, sanki bu filmden çıkıp soluğu George Miller’ın setinde almış gibiler. Öte yandan anne rolündeki Christina Hendricks de adeta yakın zaman önce izlediğimiz ‘Kayıp Nehir’deki karakterini bir kez daha perdeye taşıyor sanki (Bu noktada küçük bir parantez açıp ‘Karanlık Yerler’in bazı bölümleri itibariyle hafiften Lynch imzalı ‘İkiz Tepeler’ tadına ulaştığını söylemeliyim). Tye Sheridan da Ben Day’in gençliğinde çok başarılı. Chloe Grace Moretz ise yine ‘arıza genç kız’ tiplemelerine bir yenisini ekliyor.
Noktayı şöyle koyalım: ‘Karanlık Yerler’, meseleye bardağın dolu tarafından bakanlar için belli oranlarda güzellikler barındıran bir polisiye soslu gerilim olmuş.
Buluşmanın bir vesilesi de İstanbul LBGT Onur Haftası. Organizasyonun ruhuna en uygun yapımlardan biri olan ‘Onur’un öyküsü kısaca şöyle: Vakti zamanında -ki 80’li yıllardır bu zaman- ‘Britanya toprakları’nda hüküm süren ‘Thatcher liberalizmi’, kendine muhalif gördüğü her kesime zulüm uyguluyor. Londra’daki bir grup gey ve lezbiyen aktivist, son dönemde kendilerine uygulanan şiddetin azaldığını, daha doğrusu eksenin başka yöne kaydığını fark ediyor. Ama nereye? Cevabı da çok geçmeden buluyorlar: Grevde olan madencilere... Her ne kadar farklı sınıfsal tabanlara ve dertlere sahip olsalar da madencilerin yanında yer almak ve onlara özellikle mali açıdan yardım etmek gerektiğini düşünüyorlar. Somut adımlar atmak adına da madencilerin merkezi konumundaki Galler’e gidip konunun birinci elden muhataplarıyla yüz yüze görüşmek ve kendilerini tanıtmak istiyorlar. Yola çıkıp hedefe vardıklarında bir problem kıyıya vuruyor: Madencilerin onlara karşı önyargıları... Ama zamanla kaynaşıyorlar, sonrasında ise direnişin çapı genişliyor ve Thatcher’a birlikte karşı koyuyorlar...
‘Onur’lu bir yapım
Malum İngiliz sineması bu türden dayanışma öykülerinin hep üstesinden gelmiştir; sadece işçi sınıfının en gür sesi Ken Loach’un filmleri değil kastım, ‘Full Monty’den ‘Made in Dagenham’a hatta ‘Takvim
Kızları’na uzanan bir koridor var Britanya cephesinde.