Hoş benim için ait olduğumuz evrenin tanımı, birkaç hafta önce bu sayfalarda belirtmeye çalıştığım kısa bir cümlede özetlenebilir: ‘Avrupa’nın En İyi İkinci El Ligi...’
Türkiye Süper Ligi çok uzun süredir bu mantığın tezahürlerinden oluşuyor. Bizim çocukluğumuzda (yani 70’lerden, 80’lere uzanan çizgide), Balkanların ‘İkinci, hatta üçüncü el ligi’ydik ve özellikle en iyileri Avrupa’ya direkt giden, bize ise daha çok emeklilik aşamasına girmiş isimleri kalan ‘Yugoslavya mozaiği’ beslerdi futbolumuzu. Zaten iki, sonraları üç olan yabancı sayısı ancak bir-iki hatta özel dokunuşlara izin vardı. Özal’ın liberalizmiyle futbol da belli ölçülerde kabuk değiştirdi, Yugoslavya dağıldı, biz de genel piyasaya yabancılara daha fazla para ödeyen ve vergi kolaylıklara sağlayan bir profille dahil olduk ve bu mekanizma, kendi içindeki gel-gitlerle günümüze kadar geldi ve bir anlamda ‘En mükemmel formu’na ulaşmaya başladı.
‘Yabancı sayısı’ndaki tutarsız arayışlar, ‘Üç’tü, ‘Beş’ti derken nihayetinde bu sezon “İlk 11’in tamamı” mantığıyla sahaya çıkıyoruz. Bu yeni karar futbolumuzun özüne ne getirir ne götürür bilinmez ama ‘Yabancıya sonsuz serbestlik’ başka coğrafya örneklerinde görüldüğü üzere tek bir cevap sunmuyor bize. Mesela ‘Premier Lig’ gibi ‘Yabancıya kapısını sonuna kadar aralayan’ (üstelik ‘Milli Takım’da belli sayıda oynama kriteri de istiyorlar) ‘birinci sınıf’ oluşumun ülkesinde İngiltere Milli Takımı büyük turnuvalarda bir türlü istediği sonuçları alamıyor, hem de 1966’daki Dünya Kupası’ndan bu yana. Benzer bir özgürlük sunan La Liga’nın ülkesinde ise İspanya Milli Takımı’nı son dört büyük organizasyonun üçünde (iki Avrupa, bir Dünya) şampiyon oldu. Türkiye ise yasaklı dönemlerde Milli Takımlar bazında bir ‘Dünya üçüncülüğü’ ve bir ‘Avrupa üçüncülüğü’ çıkardı, ‘11’i de yabancı olabilir’ uygulamasının sonuçlarını ise ileride göreceğiz.
EVET KİMİ GÜZELLİKLERİ SUNACAKLAR AMA...
BU ara tartışmaya daha çok döneriz, asıl derdimize göz atarsak yeni sezon yıldızları üzerinden konuşalım: Mesela Van Persie 32, Mario Gomez 30, Podolski 30, Eto’o 34 yaşında. Naçizane bu konuya ilişkin Eto’o’nun transferi sonrası şöyle bir tweet atmıştım: “Bazen hatta çoğu kez başkasının geçmiş zamanı, seni şimdiki zamanın olur. Böylesi bir tabloya da kısaca ‘Türkiye Süper Ligi’ denir” diye… Evet, bu isimler geçmişte aramıza katılanlardan farklı olarak ‘gerçek emeklilik dönemleri’ itibariyle gelmiyorlar ligimize. Hâlâ enerjileri, bize katacağı değerleri, tecrübeleri, güzellikleri var ama yine de orijinal ‘şimdiki zaman’larını daha üst düzeyde liglerde yaşadılar ve artık o dönemler, onlar için birer hatıra, birer nostaljik anı. Lakin futbol öyle güzel bir oyun ki… Şöyle örnek vereyim, gerçi artık bu tür örnekler kalmadı ama bizim zamanımızda mahallenin bir köşesinde ya da okulun bahçesinde, kıyısından geçerken “Bir göz atayım” diye duraksadığımız ve sonuna kadar izlediğimiz o kadar çok maç olurdu ki. Yani mesele oyunun kendisi, ister 10 yaşında çocuklar, ister 50-60 yaşındaki büyükler, ister gençler, ister emekliler oynasın; o merakın bir parçası olursunuz. Yani yukarıda ismini zikrettiğimiz isimler bu lige elbette özel renkler katacak. Lakin aralarından bir Hagi’nin çıkması çok zor. Keza bu topraklara çok erken yaşlarda gelip kendi özel tarihini seyircisiyle birlikte yazan Alex’in çıkması da zor, ama ‘Yeni Hagi’ler, ‘Yeni Alex’ler hep aranacak (galiba bu sistem içinde en zoru da ‘Yeni Sergen’ler bulmak olacak, zamanın ruhuna uygun olarak en mantıklısı ‘Yeni Arda’ların peşine düşmek olsa gerek).
ARA RENKLER OLSUN BARİ
AK Parti iktidarının yaklaşık 10 yıllık, “Beraber yürüdük biz bu yollarda” faslının ardından ‘Gülen cemaati’yle yollarını ayırma gerekçeleri sinema perdesi yoluyla karşımıza gelmeye devam ediyor. İlk hamle 17 Şubat’ta vizyona giren ‘Kod Adı: KOZ’du, ikinci adım niteliğindeki ‘Darbe’ de bu hafta huzurlarımızda.
Kuşkusuz sinema aynı zamanda bir propaganda alanı da olabilir... Söz konusu sanatın 100 yılı aşkın geçmişine bakıldığında, bu türden çok sayıda örneğe rastlamak mümkün. Bu cephede de, her türde filmlerdeki kriterler geçerlidir; yani inandırıcılık, tutarlılık, belli bir derinlikteki perspektif ve gerçeklerle uyum. Doğrusunu söylemek gerekirse, vizyona çıktığı dönem de yazmıştık; ‘Kod Adı: KOZ’da her şey karikatür düzeyindeydi ve film, sezonun açık ara en kötülerindendi. ‘Darbe’, bana kalırsa sinematografik açıdan bir tık üstte ama içerik ve kendi içinde inandırıcılık açısından ‘Kod Adı: KOZ’la aynı standartlara sahip. Bu saptamaları açmadan önce kısaca öykü diyelim: Güneydoğu’da bir dağ karakoluna yapılan baskın sonucu biri asker, diğeri PKK’lı iki kardeş hayatını kaybeder. Karşısındaki tabloya isyan eden karakolun komutanı, bir an önce bu ‘kardeş kavgası’na son vermek için çaba harcamaya başlar. Bir dönem sonra o komutanı MİT’in başına geçmiş olarak buluruz. Söz konusu kişi Hakan Fidan’dır ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte ülkedeki ‘Kürt sorunu’nu bitirmek için ‘Çözüm süreci’nin startını verirler. Lakin karşılarındaki örgütün başındaki kişiyle yaptıkları görüşmeler, gizlice dinlenmiştir ve bu kayıtlar dışarıya sızmak üzeredir. Bu aşamada iktidar, devlet içindeki bir yapılanmayla karşı karşıyla gelecektir...
SES VAR, GÖRÜNTÜ YOK
5 üzerinden 1,5 yıldız
Bazen yaşlı bir ajan, bazen de yaşlı bir âşık... Pierce Brosnan’ın sinemasal serüveni son dönemde bu tür karakterler arasında gidip geliyor. En son ‘The November Man’ ve ‘Survivor’da izlediğimiz İrlandalı aktör, bu hafta çekim kronolojisi açısından bu iki filmin arasında duran ‘İki Aşk Arasında’yla (‘How to Make Love Like an Englishman’) salonlarımıza uğruyor. İskoç yönetmen Tom Vaughan’ın imzasını taşıyan yapımda Cambridge’de edebiyat profesörü (ki uzmanlık dalı ‘romantik şiir’dir) olan ve genellikle öğrencileriyle ilişkiye giren Richard’ın İngiltere’den Amerika’ya uzanan serüveni anlatılıyor.
Aynı üniversitede görev yapan babasından aldığı edebiyat ve çapkınlık bayrağını daha da öte noktalara taşıyan profesör, bir barda tesadüfen tanıştığı ve flörtleştiği Olivia’nın çok geçmeden Amerikalı kız arkadaşı Kate’in üvey ablası olduğunu anlayacaktır. Amma lakin sürprizler arka arkaya gelecektir: Kate hamiledir ve Los Angeles’ta bir iş bulmuştur... İkili ‘Yeni Dünya’ya doğru yelken açar. Üstelik aralarına yeni biri daha katılmıştır Jake... Ve fakat Amerika, Ric-
hard ve Kate’in evliliği üzerindeki çatlakların başladığı yer olacaktır...
‘ANARŞİST’ LORD BYRON
Bu ülke futbol coğrafyasında yakın döneme kadar daha çok ‘içerisinin hâkimi’ görüntüsünü veren ve Avrupa cephesini ezeli rakibi Galatasaray’a bırakan sarı lacivertliler, özellikle Zico dönemi Şampiyonlar Ligi, Aykut Kocaman dönemi de Avrupa Ligi serüvenleri boyunca önemli bir kabuk değişiminin habercisi olmuştu.
dınamo kıev krallığına son
Hoş, 20 şampiyonlukla Galatasaray ‘şimdilik’, içerisinin de hâkimi görünümünde ya... Fenerbahçe, son dönemde cezası nedeniyle Avrupa heyecanından da uzak... Dolayısıyla 2015-16 sezonu camia için iki cephede de eksik hesapların kapatılma fırsatı sunuyor.
Nitekim yönetim bu hedefe uygun olarak göz kamaştırıcı transferlerle, ‘temmuzun şampiyonu’ unvanını takımın tekrar üzerine geçirmesini sağladı. Bu, tabii ki geçen sezon sadece Diego’yu kadrosuna katan ve “Bize bu kadarı yeter de artar” diyen bir yaklaşımla çelişki teşkil ediyor ama futbolda malum, dün yoktur ve daima bugün ve de yarın için çabalamak zorundasındır...
Gelelim yarınki Shakhtar Donetsk sınavına... Fenerbahçeli olmasanız da futbolun doğası gereği kafa yoracağınız bir denklem var karşımızda. Rakip, kendi ülkesindeki çok önemli bir geleneği ve taht sahibini yerinden eden bir oluşumun ifadesi... Türkiye macerasından sonra gittiği takımın başında tam 11 sezondur bulunan Mircea Lucescu, önce Ukrayna’daki Dinamo Kiev hegemonyasına son verdi, sonra da uluslararası futbol arenasında saygınlığı yüksek bir takım profili oluşturdu.
‘STAJ YERLERİ’ SHAKHTAR OLDU
Bir lisede sahnelenen oyunda (ki Arthur Miller’ın ‘Cadı Kazanı’nı andırıyor) kaza sonucu oyunculardan biri hayatını kaybeder. Trajediden 20 yıl sonra aynı lisede bu kez dönemin öğrencileri, oyunu tekrar sahneye koymayı planlarlar. Okulun futbol takımının şımarık kaptanı Ryan, yakın arkadaşı Reese’in üstlendiği rolde başarılı olamayacağını düşünerek bir çözüm bulur: Reese’in yanı sıra kız arkadaşı Cassidy’yle birlikte ‘premier’den bir gün önce okula gizlice girerek seti dağıtmak... Lakin eylem sırasında geçmişin kimi hesapları önlerine atılacaktır.
Chris Lofing-Travis Cluff ikilisinin yönettiği haftanın yabancı gerilimi ‘Darağacı’ (‘The Gallows’), ‘Blair Cadısı’nın açtığı yoldan hâlâ yürümeye çalışan yapımların yeni bir örneği olmuş. Film bize, el kamerasıyla (bazı yerlerde de cep telefonu) çekilmiş, sözde ‘buluntu’ görüntüler eşliğinde yukarıda özetlediğimiz öyküsünü (elbette yorarak) izlettirmeye çalışıyor. Öykü de aslında bir nevi “20 yıl önce neler yapıldığını biliyorum” tadında. Doğrusunu söylemek gerekirse bir-iki cezbedici yanı var ama genel olarak sıradan, gizemi rahatça çözülen, karakterleri itibariyle de zorlama bir proje.
DARAĞACI (Beş üzerinden iki yıldız)Yönetmen: Chris Lofing, Travis CluffOyuncular: Ryan Shoos, Reese Mishler, Cassidy Gifford, Pfeifer Brown / ABD yapımı
Şimdiki zamanın Love Story’si” tadındaki ‘Aynı Yıldızın Altında’nın (‘The Fault in Our Stars’) yazarı John Green’in kitapları, gölgelerini sinema perdesine düşürmeyi sürdürüyor. Bu haftanın mönüsünde yer alan ‘Kâğıttan Kentler’ (‘Paper Towns’), yine gençlik sularında gezinen bir çalışma. Hatırlanacağı gibi ‘Aynı Yıldızın Altında’nın ana karakterleri amansız bir hastalığa gencecik yaşta tutulmalarına rağmen geride bir iz bırakmanın çabasına soyunuyorlardı. ‘Kâğıttan Kentler’ ise önlerinde upuzun bir hayat serüveni varken nasıl ve ne türden seçimler yapacağına henüz karar verememişlerin yanı sıra doğru karar verdiği hissine kapılmışların öyküsünü anlatıyor.
Kısaca konu dersek: Quentin, ‘Komşu kızı’ Margo’ya onu ilk gördüğü çocukluk günlerinden beri âşıktır. Lakin ergenlik çağlarında araları eski samimiyetinde değildir. Arkadaşlarının deyimiyle ‘Q’, daha çok üçlü bir erkek grubunun daimi üyesidir, Margo ise lisenin el üstünde tutulan gözde kızı... Bu, bileşenleri birbirine uzak denklem, bir gece eski günlerindeki sıcaklığına kavuşur. Margo, kendisini aldatan erkek arkadaşından intikam alma yolunda Q’dan yardım ister. İkili operasyonu başarıyla tamamlar ama bu Quentin için sönmeye yüz tutmuş bir ateşin yeniden canlandırılması demektir. Lakin ertesi gün Margo’nun sırra kadem basması, kafasının iyice karışmasına neden olur.
ARKADAŞLIK VE DAYANIŞMA…
2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sında birçok ülke, Hitler faşizminin açtığı yaraları kapamaya çalışıp merkez sağla sol arası bir çizgide gidip gelirken Portekiz, İspanya’yla birlikte diktatörlüğün temel direkleri olarak zamana ve demokrasiye direndiler. Bir yakada Salazar, öte yakada Franco adeta ‘tandem’ oynadılar yıllar boyu... İkisi de kitleleri susturmak ya da gazını almak adına futbolu kullandı. Franco’nun takımı Real Madrid, Salazar’ınki ise Benfica’ydı. Üstelik iki ekip de başarılarını sadece iç sularda değil, açık denizlerde de sürdürüyordu. Lakin bu yazı itibariyle ana eksenimiz Portekiz. Dolayısıyla işin Franco tarafına, “Sen bir kenarda dur, zaten öykün fazlasıyla biliniyor” diyelim...
Aslında Salazar’ınki de biliniyor. Malum, o ünlü ‘3 F’ sözünün patenti ona aittir. Zamanında İbrahim Altınsay, bu konuya dair Radikal’de ‘Avrupa’nın İki Ucunda’ başlıkla harika bir yazı kaleme almıştı. Bu metinden bir alıntıyla ‘3 F’ meselesini bir uğrayalım önce: “Hemen belirteyim, bizde bu ‘3F’ ‘Fado, futbol ve fiesta’ biliniyor ya, aslı öyle değil. ‘Fado, Futbol ve Fatima’ aslı. Hikâyeyi bilirsiniz. Salazar, iktidarı ele geçirince bütün sendikaları ve sivil örgütleri kapatıyor, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü halkın elinden alıyor. ‘Emekçiler ne yapacak şimdi?’ sorusuna verdiği cevap ise ‘Onlar da 3F ile idare etsinler’ gibisinden bir şey. Başka versiyonu da ‘Ben Portekiz’i 3F ile 36 yıl yönettim’.”
HER DAİM ‘BAŞ ALTI’
Futbol elbette ki üzerinde yaşadığımız topraklarda da benzer refleksin uzantısı. İktidarlar yıllar boyu bu oyunun büyüsü ve kitleler üzerindeki etkisi üzerinden, gerektiği her anda ‘topa girdiler’; ‘büyük resim’deki yerlerini aldılar. Tribünlerin baş kaldırış ya da isyan durumunda ise, her daim olduğu gibi, onları ‘kötü çocuk’, hatta şimdilerde olduğu şekliyle, daha da ileri giderek ‘darbeci’ bile ilan ettiler. Neyse, bu da elbette başka yazıların konusu...
Gelelim Portekiz futbolunun kendi iç ve dış serüveninden bazı dönemeçlere. Akdeniz’in Okyanus’a açılan bu son noktası, milli takım düzeyinde ilk kez 1966 Dünya Kupası’nda, o dönemki yıldızları Eusebio’yla büyük bir çıkış yakaladı ama sonrasında uzun bir uykuya daldı. Euro 84’te bir kez daha dikkat çekti ancak yarı finalin ötesine uzanamadı. Evindeki Euro 2004’te ise finale kadar gelmiş faka Otto ‘Rehhakles’in ‘modern katenaçyo’ düzeninde oynayan Yunanistan’ını geçemedi. Portekiz, bugün mili takımlar düzeyinde ‘baş altı’ olmanın ötesine geçemiyor. Kulüpler düzeyinde de benzer bir manzara var önümüzde. Porto’nun 2004 Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu dışında Portekiz takımlarının (Benfica, Sporting, hatta Braga da dahil) yer aldığı kulvar ‘baş altı’ bölgesi. Lakin bu futbol kültürünün uluslararası arenada iki büyük temsilcisi var: Jose Mourinho ve Cristiano Ronaldo. Bu iki futbol karakteri de çoktan tarihteki yerlerini aldı ve her yeni günde, kendi kariyerini daha uç ve ulaşılmak noktalara taşımayı sürdürüyor.
Selahattin abi, kökleri bakımından hâlâ Babıâli denecek olan Türkiye basınının usta bir kalem erbabıdır. Futboldan sinemaya, siyasetten gündelik hayata el attığı her konuya özgün bir bakış açısı getirir; yazıları özel bir nefaset taşır, geçmişten günümüze uzanan bir çizgide geleneğin izlerini sürer ve hınzırca fikirleri, zekice yaklaşımlarıyla okurunun takdirini
kazanır. Kendisiyle bayramı vesile ede-
rek eski günleri, heyecanı ve bu geçmişin şimdiki zamanda içindeki tezahürünü konuşalım dedik.
- Önce o klişe tanımlayla başlayalım: “Nerde o eski bayramlar”ın bir karşılığı var mı?
- Genel bir tarif yapayım: Eski olan her şey kötüdür ama bize iyi geliyordur. Çünkü çocukluk mutluluktur. Çocuksan mutlusundur. En kötü şartlarda yaşanan çocuklukta bile belli oranlarda mutluluk vardır, çünkü hayata bir filiz olarak gelirsin. Çok mutlusundur, sonra büyürsün. O çağlarda yediğin yemeğin, oynadığın oyunun, yaşadığın şeylerin tadını ileriki yaşlarda hiçbir şey vermez. İşte Burhan Felek yazarmış, “Eski ramazanlar şöyle, eski ramazanlar böyle”. Tabii ki öyle bir şey yok. Aynısını top meselesinde de yaparlar, “Eskiden futbol şöyleymiş, eskiden futbol böyleymiş” diye. Ben sana söyleyeyim, ayır beş-on yetenekli adamı; Selahattin Torkal’lar, Can Bartu’lar, Recep Adanır’lar, Metin Oktay’lar, Suat Mamat’lar vs. Çıkar onları bugün ‘Süper’ denilen ligde yüzde 90’ı oynayamaz. Zaten 60 dakika oynuyorlardı, biri koşarken diğerleri elleri belde bekliyor, oyunu seyrediyordu. “Eski futbol da eski futbol” diyorlar, iyi ki gördük o dönemleri, şimdiki gençler bilmiyorlar da bizim hakikaten önemli şeyler yaşadığımızı sanıyorlar, öyle ahım şahım bir futbol yoktu kardeşim.
- Bayram bağlantısına dönersek...