Paylaş
Naçizane bu sayfalarda 15 Mart’ta çıkan yazımda da altını çizmiştim, ‘Aslında elimizi daha iyi kullanıyoruz’ diye... Denklemin oluşumu basitti aslında: ‘Ayak topu’ bizim karşılıksız sevdamızdı. Onunla yatıp onunla kalkıyorduk ve aslında, bunda bir problem yoktu. Lakin problem sevme biçimimizden kaynaklanıyordu; tutkumuzun karşılığında hastalıklı bir başarı isteğimiz vardı. Aslında haklı bir nedene de dayanıyor gibi görünüyordu isteğimiz. Onca para akıtıyorduk, artık ‘Endüstriyel’ tanımını da yanına ekleyen futbola. Peki, forması, kombinesi, (hatta ‘Pasolig’i), yayıncı kuruluşu, yetmedi spor basını, televizyonu derken karşılığında ne veriyordu bu sevda bize? Dön dolaş, hep aynı üç takımın (hatta son dönemlere bakılırsa iki) şampiyon olduğu bir lig yarışı, gerisi laf-ı güzaf... 100 yılı aşkın tüten sevda ateşimizi harlayan ‘resmi’ başarılar ise şöyleydi: Kulüpler düzeyinde Galatasaray’ın 2000’deki ‘UEFA Kupası Şampiyonluğu’, Milli Takımlar hanesinde ise ‘2002 Dünya Kupası üçüncülüğü’ ve ‘Euro 2008 üçüncülüğü’...
HAKKINI YEMEYELİM
15 Mart’taki yazıyı kaleme aldığımda futbolumuzun kendi sularında çırpınıp durduğu lig yarışından başka çekici yanı yoktu. İstanbul’un klasik üçlüsü yine mücadelenin içindeydi ve ipi kimin göğüsleyeceğinden başka dert ve merak, sahalara ve zihinlere uğramıyordu. Bir de hakkını yemeyelim, Beşiktaş tarihinin en iyi işlerinden birine imza atarak Avrupa Ligi’nde Liverpool’u elemiş ve ‘Son 16 turu’nda Brugge’la eşleşmişti. Ama başka cephelerde, mesela voleybol kadınlarda Vakıfbank ve Eczacıbaşı ‘Final Four’ biletini cebine koymuştu (erkeklerde ise Halkbank çeyrek finalde güçlü Zenit’e elenmişti). Basketbolda ise Fenerbahçe kadınlarda ‘Final four’u ‘resmen’ garantilemiş, erkeklerde ise aynı hedefe ‘resmen’ olmasa da emin adımlarla yürüyordu.
KENAR SÜSÜ
BUGÜN geldiğimiz noktada futbol yine ön planda; gazete sayfaları transfer bombaları ve yolları, kulüpleriyle ayrılan yıldız haberleriyle dolu. Aradan geçen süre içinde voleybolda Eczacıbaşı hem Avrupa, hem de Dünya şampiyonu oldu. Fenerbahçe basketbol kadınlar ve erkeklerde ‘Final Four’ heyecanının parçası olmayı başardı. Bütün bu başarılar kupayla taçlandırılsın ya da taçlandırılmasın, futbolda olsa yeri göğü yıkardık. Lakin bu coğrafya ‘Ayak topu’nun dışındaki sporlara ‘Kenar süsü’ muamelesinden ötesini yapmıyor.
Aslında bütün bu yazdıkların da bilinenleri tekrarı, yeni olan şuydu, cumartesi günü önce ‘Filenin Sultanları’ (aslında bu ‘hanedan’ çağrışımlı zorlama tanımlamaları pek sevmiyorum ama yerleştiği için kullanmak zorunda kalıyoruz!), Bakü’de düzenlenen ‘Avrupa Oyunları’nda şampiyonluğa ulaştı, ‘Potanın Perileri’ de Rusya’yı yenerek ‘Avrupa beşinciliği’ unvanının sahibi oldu. Ki o ‘Periler’ aynı organizasyonda 2011’de final oynayıp 2013’te de turnuvayı üçüncülükle kapatmıştı. Yani son üç turnuvaya bakıldığında ‘İlk beş’te yer alıyoruz.
KADINLAR VARDIR, KADINLAR HER YERDE
AMA benim asıl gelmek istediğim nokta şu: ‘Erkek egemen kültür’ün her daim hüküm sürdüğü, karşı cinse şiddetin bir türlü durmadığı, hemen her gün bir kadının eski-yeni kocası, âşığı, sevgilisi, platoniği, olmadı ailesi, abisi babası, hatta annesi, töresi vs. tarafından katledildiği bir coğrafyadayız. Üstelik sistemin bu konuda hiçbir ciddi adım atmadığı, katilin her daim ‘İyi hal’, ‘Tahrik’ falan filan gibi gerekçelerde affedildiği ya da cezasını tam olarak çekmeden tekrar aramıza katıldığı topraklardayız. İşte bu vahşet ikliminde kadın takımlarımızın başarılarının daha bir önemli olduğu kanısındayım. Onlar, kendilerini fırsat tanındığında hangi noktalara kadar uzanabileceklerin spor üzerinden gösteriyor, hatırlatıyorlar...
Ben başarı hastası değilim, klasik bir sporseverim. Ama yukarıda bahsettiğim türden başarıların her daim önemsenmesinden, altının kalınca çizilmesinden ve mesela mevsim normalleri itibariyle, sistemin rutin denklemi olan transfer haberlerinin önünde yer bulmasından yanayım... Naçizane isteğim budur yani... Başarı bağımlılarına da, “Futbol ormanına bakmaktan, yakınınızdaki verimli ağaçları göremiyorsunuz” diyerek son noktayı koyayım...
Paylaş