İngiliz yazar Daniel Defoe’nun ilk kez 1719’da basılan romanı ‘Robinson Crusoe’, malum temelde sömürge ruhunun bir ada ölçeğinde yaşatılmasıdır. Metin, genel çerçevesi itibariyle beyaz adamla (Robinson) kölesi ‘Cuma’ arasındaki ilişkisi üzerine şekillenir. Mizahçı Gürcan Yurt ilk olarak ‘L-Manyak’ta yayımlanan çizgi dizisinde, Dafoe’nun karakterlerini ‘buralı’laştırmıştı. ‘Robinson Crusoe & Cuma’, yayımlandığı dönemde büyük ilgi görmüş, daha sonra albüm olarak da okur karşısına çıkmıştı.
Bu çizgi dizi şimdi, Gürcan Yurt’un senaryosunu kaleme aldığı ve yönetmenliğini de üstlendiği bir sinema filmi olarak huzurlarımızda. Sonradan devamı gelir mi bilmem ama beyazperdedeki bu ilk adım serinin altıncı ve yedinci albümlerinde yer alan ‘Domelya ve Yalarin Aşkı’yla ‘Kayınpederin Esareti’ maceralarından sinemaya uyarlanmış. Çizgi dizi cinsellik ağırlıklı, küfrün sıkça yer aldığı, efendi-köle ilişkisine odaklıydı. Kahramanları boyutunda da Robinson’un içten pazarlıklı, her daim Cuma’yı ezen, hor gören ve genelde tokadı basan karakterine karşın Cuma iyilikle dolu, saf, yeri geldiğinde efendisine lafla haddini bildiren bir tiplemeye sahipti.
Filme gelince, önce kısa bir özet: Robinson ve Cuma’nın sıkıntılı hayatları, adaya gelen bir gemiyle hareketlilik kazanır. Bir tür ‘Nuh’ görüntüsündeki geminin sahibi Victor, beraberindeki hayvanları adaya salarken kızları (ki çizgi romandaki isimler ‘Domelya’ ve ‘Yalarin’, ‘Donelya’ ve ‘Yanarin’ olmuş) da ikilinin dikkatini celbeder. Robinson’la Cuma kızlarla yakınlaşmaya çalışırken babaları da bu duruma engel olmaya çalışır...
DEFALARCA TEKRARLANINCA...
‘Robinson Crusoe & Cuma’ öncelikle bizi şu gerçekle buluşturuyor; evet, senaryo köklerine sadık ama bazı şeyler perdeye yansıyınca çizgide durduğu gibi durmuyor. Sürekli küfür, şaka niyetine kullanılan ırkçı ifadeler ve sözcükler (‘yamyam’, ‘maymun’ gibi) defalarca tekrarlanınca bir noktadan sonra hem baygınlık veriyor hem de rahatsız edici bir hale dönüşüyor. Bu durumu belki şöyle toparlamak gerek; bir noktadan sonra (ki film bence o noktaya çabuk ulaşıyor) eleştirmeye çalıştığın durumun bir parçası haline geliyorsun.
‘RECEP İVEDİK' ÇİZGİSİNDE
Ayrıca fiziksel şiddete dayalı el şakaları da demode duruyor. Örnek vermek gerekirse, Cuma film boyunca Robinson’dan, kızların babası Victor’dan ve Yanarin’den ayrı ayrı tokat yiyor; bunun, bu çağda neresi espri, doğrusu ben anlayamadım? Bir başka problem de çizgi romanda iki albümü taşıyan öykünün (yani Robinson ve Cuma’nın Donelya ve Yanarin’i elde etme çabası) filmi taşımakta zorlanması olmuş. Üstüne üstlük
Deha, kapıyı yalnız başına çalmaz... En azından beyazperdeye gölgesi akseden onca gerçek kişiliğin hayat izlerini sürerken tanıklık ettik bu duruma... Örnek mi? Mesela David Helfgott’un öyküsünü anlatan ‘Shine’ın ya da John Forbes Nash’in serüvenini karşımıza getiren ‘A Beautiful Mind’ın hatırlattığı gibi. Haftanın mönüsünde öne çıkan ‘Aşk ve Merhamet’ (‘Love & Mercy’) de 60’ların ünlü grubu ‘The Beach Boys’un beyni konumundaki Brian Wilson’ın psikolojik sorunlarla boğuştuğu çalkantılı hayat hikâyesinden pasajlar sunuyor.
Yönetmenliğini, ‘Brokeback Mountain’, ‘Into The Wild’, ‘Fair Game’, ‘The Tree of Life’, ‘12 Yıllık Esaret’ gibi filmlerin yapımcısı olarak tanınan Bill Pohlad’in üstlendiği ‘Aşk ve Merhamet’, Wilson’ın iki ayrı dönemine odaklanıyor ve film paralel bir biçimde, bu iki farklı zaman dilimi üzerinden bir sanatçının portresini genel konturlarıyla önümüze atıyor. Gençliğini Paul Dano’nun, orta yaşlılığını ise John Cusack’ın canlandırdığı Wilson’ın, baba baskısı altında (ki bu baskının kapsama alanı dahilinde fiziksel şiddet yani dayak da var) geçen çocukluk günlerinin psikolojik yansıması, uyuşturucunun da etkisiyle ilk kez 20’li yaşlarda kıyıya vuruyor ve hayatının sonraki dönemlerine de taşınıyor. Brian’ın kardeşleri Carl, Dennis ve kuzenleri Mike Love’ın yanı sıra Al Jardine’dan oluşan ‘The Beach Boys’, dönemin en önemli gruplarından The Beatles’la çoğu zaman zirve yarışına girerken (ki Paul McCartney’ye göre ‘God Only Knows’ adlı şarkıları bütün zamanların en iyisidir), Brian’ın ilk kez bir uçak yolculuğu sırasında başgösteren psikolojik sorunları giderek grubun kaderini belirleyici en önemli etken oluyor. Gruptaki kırılmaya sadece mental problemler değil, sanatsal arayışlar ve tercihler de etki ediyor. Brian’ın, “Artık büyüdük, hayattaki ve müzikteki duruşumuz değişmeli” tavrına karşın Mike Love’ın “Piyasa müziği yapalım, rakiplerimizle ancak böyle başedebiliriz” yaklaşımları aralarındaki çatlağı daha da derinleştiriyor.
Film, geçmişe uzandığında bu sorunları ve grubun yaşadığı süreçleri perdeyle taşırken Brian Wilson’ın orta yaşlılığında ise Cadillac almak üzere gittiği galeride tanıştığı araba satıcısı Melinda Ledbetter’la, sonradan aşka dönüşen ilişkisine odaklanıyor. Lakin bu ilişkiye de, Brian’a çocukluğundakine benzer şekilde adeta ‘baba zulmü’ yaşatan özel doktoru Eugene Landy ‘bilim’ ve tedavi adına engel olmaya çalışıyor.
Dano ve Cusack çok iyi
5 üzerinden 3,5 yıldız
Los Angeles cangılında ışıltılı hayatın bir yanından tutarken ayakta kalmak ve bir anlamda sisteme dahil olmak için elektronik müzik yapma yolunu tercih eden bir grup genç... Öyküleri itibariyle yakın dönem önce salonlarımıza uğrayan ‘Entourage’ ve ‘Magic Mike’ filmlerinde anlatılan karakterleri andırıyorlar. Yönetmen Max Joseph, bu’ klişemsi’ trüğe senaryo anlamında Meaghan Oppenheimer’la yeniden el atarken, araya bir de aşk üçgeni sıkıştırmış ve ortaya ‘Aşkın Ritmi’ (‘We Are Your Friends’) çıkmış.
Kısaca öykü dersek: Dört yakın arkadaşıyla âlemlere akan ve partilerde DJ’lik yapan Cole, günün birinde mesleğin ustalarından James’le tanışır. İkili arasında bir tür usta-çırak ilişkisi gelişir. Öte yandan Cole, bir partide tanıştığı ve etkilendiği Sophie’nin James’in kız arkadaşı olduğunu fark eder. Bu durum Cole’un geleceğini de etkileyecek sonuçlara yol
açacaktır...
‘Aşkın Ritmi’ çok bildik, o oranda da çok dağınık başlıyor. Lakin belli bir süre sonra adeta düzlüğe çıkıyor ve hem ritmini hem de kişiliğini buluyor. Öyküyü izlerken ‘elektronik müziği’nin kendine ait dönemeçlerinde de dolaşıyorsunuz. Ayrıca film bir tutunma hikâyesi olarak da fena değil.
Sizinki de dert midir?
5 üzerinden 3 yıldız
James Bond hâlâ dimdik ayakta dururken, ‘Ajan filmleri’ janrının suyu defalarca çıkarılmışken, yetmedi yakın bir zaman önce ‘Kingsman’ ve ‘Spy’ı izlemişken, üstüne üstlük ‘Görevimiz Tehlike’ serisinin belki de en iyisi ‘Rouge Nation’ın vizyon turu sürerken ‘Kod Adı: UNCLE’a (‘The Man from UNCLE’) gerek var mı? Kendi adıma söylüyorum, benim için yok ama en azından yönetmeni Guy Ritchie’nin sanırım var. ‘Lock, Stock and Two...’ ve ‘Snatch’la sinemaya hızlı giriş yapan ve perdeye kendi çapında enerji getiren İngiliz yönetmen, daha sonraki işleriyle maraton koşmaya pek de müsait olmadığını göstermişti. Zannımca giderek Luc Besson kıvamına gelen Ritchie, sürekli bildiği sulara dönüyor ama bütün bu çabaları kendini tekrarlamadan öteye gidemiyor. Son yönetmenlik çabası ‘Kod Adı: UNCLE’ ise 1964-68 yılları arasında boy göstermiş bir TV dizisinin sinema versiyonu. Yani bir nevi ‘Tatlı Sert’in (‘The Avengers’), 1998’de Ralph Fiennes, Uma Thurman ve Sean Connery’li kadroyla yeniden çevrimi olmuş.
Önce kısaca öykü diyelim: 60’lı yıllar... Doğu Berlin’deki araba tamircisi Gaby’yi, peşindeki esrarengiz adama rağmen bin bir zorlukla Batı’ya kaçıran Amerikan ajanı Napoleon Solo, çok geçmeden ‘esrarengiz adam’ın KGB ajanı Illya olduğunu anlar. Gaby’nin babası bir zamanlar zorunlu olarak Hitler için çalışan bir fizikçidir ve şimdilerde, eski bir Mussolini hayranı olan İtalyan faşistlerinin elinde, yeni bir nükleer bomba imal etmektedir. ‘Soğuk Savaş dönemi’ olmasına karşın Solo’yla Illya, örgütlerinin işbirliği yapmasına karar vermeleri üzerine ortak bir operasyona girişerek, Gaby’nin babasının, dolayısıyla füzenin peşine düşerler.
Bütün güzellikleriyle Roma
5 üzerinden 2,5 yıldız
Beş üzerinden üç buçuk yıldız
Film ayrıca bize muhteşem bir aktörle bir kez daha buluşma fırsatı yaratıyor. Böylelikle çember kapanıyor ve Al Pacino’nun son dönemde rol aldığı üç film de seyirci karşısına çıkmış oluyor. Burada altı çizilmesi gereken tek bir nokta var; ‘Manglehorn’, ‘The Humbling’ ve ‘Danny Collins’ kronolojik açıdan ters bir çizelgeyle salonlarımıza uğramış oluyor.
Gordon Green’in filmi yalnız ve aksi bir adamın öyküsüne odaklanıyor. Teksas’da geçen filmin ana kahramanı anahtarcı Angelo Manglehorn. Gençliğinde birlikte olduğu ama ayrıldığı ‘Hayatının aşkı’ Clara’ya sürekli mektup yazan ama bir türlü beklediği cevabı alamayan bu yaşlı adamcağız bir ‘Kaybedenler Kulübü’ üyesidir. Kedisi Fannie’yle birlikte günlerini geçirirken arada ‘hayırsız’ oğlu Jacob’la buluşup ona adeta bütün nefretini kusar. Sürekli gittiği bankanın memuresi Dawn’la arasında bir yakınlaşma olsa da Clara’nın hayali bu ilişkinin yürümesine izin vermez…
Beş üzerinden Dört yıldızİki dil, bir dayanışma…
Şimdiki zamanın içinden, ait olduğun coğrafyanın acılarıyla sarıp sarmalanmış bir gündemden, başka coğrafyanın geçmiş zaman dilimden bir acıya bakmak… Sinemanın işte böyle kendine özgü ‘zamanlama manidar’, hali tavrı vardır.
Fransız yönetmen David Oelhoffen’in imzasını taşıyan ‘İnsanlıktan Uzakta’ (‘Loin des hommes’), salonlarımıza son dönemde uğrayan en sağlam yapımlardan biri.Albert Camus’nün ‘Sürgün ve Krallık’ kitabındaki öykülerden ‘Misafir’den yola çıkılarak çekilen yapım, 1954’te Cezayir’de geçiyor.
Kısaca öykü: Araplar için Fransız, Fransızlar için de Arap olarak addedilen İspanyol kökenli Daru, dağlarla çevrili ıssız bir coğrafyadaki küçük bir düzlükte, Cezayirli çocuklara Fransızca eğitimi vermektedir. Günün birinde jandarma, buğdayını çaldığı için kuzenini öldüren Muhammed adlı bir tutukluyu kendisine emanet eder. Daru’nun görevi, söz konusu suçluyu en yakın yerleşimdeki Fransız makamlarına teslim etmektir. Başta kabul etmese de kimi gelişmeler sonucu ikili yollara düşer.
Hatırlayacaksınız, Jodie Foster’ın başrolünde oynadığı, Carl Sagan uyarlaması ‘Contact’te insanlık uzaya yolladığı birtakım sinyallerin geri dönüşünü bekliyordu. Chris Columbus’un imzasını taşıyan bu haftanın yenilerinden ‘Pixels’de de benzer şekilde 1982’de Amerika’da düzenlenen ‘Video Oyunları Yarışması’nın kaseti uzaya gönderiliyor. Lakin iş daha sonra başa düşüyor, dünya 2015’leri yaşarken ‘Uzaylılar’ bu kasetteki oyunları bir savaş ilanı kabul edip
Dünyamıza saldırıyor...
‘Pixels’ temel olarak bir 80’ler övgüsü. Film, bir kuşağın ilk göz ağrıları olarak zihinlere kazınan ‘Pac-Man’ ya da ‘Donkey Kong’ gibi oyunlar ekseninde ilerliyor. Vakti zamanında bu oyunların ustası olan Brenner, yakın arkadaşı Cooper’ın desteğiyle yarışmaya katılıyor ama finalde rakibi Eddie’ye kaybediyor. Öykü günümüze atladığında ise Brenner’ı elektronik aletler tamircisi, Cooper’ı da Amerikan Başkanı olarak buluyoruz. Uzaylılar tarafından dünyaya yönelik saldırıların 80’lerin bilgisayar oyunları üzerinden gerçekleşmesiyle Cooper, savunma konusundaki yetkileri eski çocukluk arkadaşına veriyor...
İran takıntılı amiral
Aile içi ilişkilerin zayıfladığını düşünen bir baba ne yapar? Yakın temasta eski sıcaklıkların kurulacağı fikrinden hareketle upuzun bir yolculuk planlar. Çünkü geçmişte kendisi küçük bir çocukken çıktığı bir yolculuk ona bu türden duygular tattırmıştır... Konusunu özetlediğimiz ‘TatilZamanı’ (‘Vacation’), 80’lerin ünlü serisi ‘National Lampoon’a bir saygı duruşu niteliğinde. Öykünün kahramanı Rusty Griswold, vakti zamanında ülkeyi ve Avrupa’yı turlayan Griswold’ların küçük oğlu. Büyümüş, küçük bir havayolu şirketinde pilot olmuş, lakin karısı ve iki oğlunu şöyle ağız tadıyla hayallerindeki tatile götürememiştir. Herkes mesela Paris’in yolunu tutarken o, ailesini toparlar; ardından da yıllar önce ülkenin en önemli tema parkı olan Walley World’e yaptıkları yolculuğu anılar denizinden çekip çıkarır ve gerçek kılar. Lakin yeni kuşak Griswold’lerin, Arnavutluk malı tuhaf tasarıma sahip otomobille çıktıkları serüvende başlarına gelmedik şey kalmaz.
BİR ZAMANLAR ÇIKMIŞTI AÇIK ALINLA
‘Tatil Zamanı’nın asıl referansı kuşkusuz 1983 tarihli ‘National Lampoon’s Vacation’. Chevy Chase ve Beverly D’Angelo’nun sürükledikleri yapım kendi çapında bir klasikti. ‘Tatil Zamanı’ elbette bu çapta bir film değil ama yine de vulgar, kaba esprileri, zorlama durum komedileri, hınzır numaraları derken bir hayli güldürüyor ve salondan tatminkâr bir biçimde ayrılmanızı sağlıyor. Kuşkusuz Rusty Griswold’u canlandıran Ed Helms bir Chevy Chase değil ama fena da oynamıyor. Keza karısı Debbie rolündeki Christina Applegate de. Ara rollerde Chris ‘Thor’ Hemsworth ve Leslie Mann de gayet iyi. Bir zamanlar ‘Cola Turka’ reklamında ‘Dağ Başını Duman Almış’ı bile söyleyen Chevy Chase de ‘Ustalara saygı’ kabilinden karşımıza gelirken kiloları nedeniyle “Amma değişmiş” dedirtiyor.