Paylaş
Öyküyü sürükleyen ‘Usta-çırak’ ilişkisini ise Cem Yılmaz ve Berat Efe Parlar, performanslarıyla son derece sahici kılmayı başarıyorlar.
İftarlık Gazoz
Yönetmen: Yüksel Aksu
Oyuncular: Cem Yılmaz, Berat Efe Parlar, Ümmü Putgül, Yılmaz Bayraktar, Okan Avcı, Macit Koper
Türkiye yapımı
Ah o güzel günler… Ah o masumiyet özlemi…
Şimdiden bakıldığında bir daha geri gelmeyeceğine inandığımız o uzak geçmiş, bazen her dem taze durduğu yerden, hatıralarımızdan inip bir filmin görüntüleri arasına karışıyor ve adeta ‘kayıp bir cennet’in ifadesine dönüşüyor.
Haftanın yenileri arasında yer alan Yüksel Aksu imzalı ‘İftarlık Gazoz’, bahsettiğim tatlarla bezenmiş bir film.
Önce kısaca öykü: 70’li yıllar…
Ege’deki bir kıyı kasabasında başarılı bir öğrenci olan ve karnesini ‘takdir’le süsleyen Âdem, yaz tatilinde gazozcu Cibar Kemal’in yanında çırak olarak çalışmaya başlar.
Kemal Usta ve Âdem, kasabanın merkezinde, ara sokaklarında, plajda gazoz satarken ortaya son derece uyumlu bir ikili çıkar. Öte yandan ‘11 ayın sultanı’ kapıyı çalmıştır, artık bütün kasabanın gündeminde ramazan ve onun kendine özgü ritüelleri vardır…
Aksu, senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı ‘İftarlık Gazoz’da öyküsünün ana yatağını ‘Amarcord’dan ‘Cennet Sineması’na, oradan da ‘Vizontele’le ve tabii ki ‘Dondurmam Gaymak’a da uzanan bir güzergâhın üzerine kuruyor.
Filmin ilk bölümü, yer yer nostaljik tatlara göz kırparken dönemin tarifi ve simgeleri (özellikle de şarkıları) üzerinde dolaşıyor.
İkinci bölümde film hafiften tekrarlara yenik düşmeye başlıyor; finalde ise bir anlamda kulvarını değiştiriyor ve son sözünü, sakınmadan, hüzünlü ve çarpıcı bir şekilde söyleyerek noktasını koyuyor.
‘İftarlık Gazoz’u farklı yerlerden okumak mümkün… Bir kere tarif edilen “Uzak zaman Türkiye’si”nde inanç bir ritüel, bir gereklilik olarak var.
Lakin hayatın bütün alanlarına nüfuz etmemiş durumda. Yani günümüz diliyle söylersek, ‘Siyasal İslam’ henüz ortada yok. Peşi sıra ‘kutuplaşma’ da yok.
Menderes posterini asmış ‘patron’ babayla (‘Şevket Ağa’), babasının işçilerini bilinçlendirmeye çalışan solcu oğul (Hasan) aynı iklimde, elbette zaman zaman çatışıyorlar ama ortada günümüzdekine benzer bir nefret, ‘öteki’leştirme yok.
Onlar zaten baba-oğul, ama genel manzarada da benzer ruh durumunu bulmak mümkün.
Sadece Hasan’ı daha uçta bulanlar var, nitekim bu durumu ‘Ecevit’çi ‘Cibar Kemal’, Âdem’i Halkevi’ndeki solcu gençlerin yanından alırken açık bir şekilde telaffuz ediyor.
Her şeyin başı ‘dürüstlük’
Filme dair okumaların yapılacağı bir başka nokta ise minik Âdem’in ‘solcu abisi’ Hasan’ın öğütleri, aktardıklarıyla kasabanın imamının dine, vicdana, ahlaka ait uyarıları arasında gidip gelen ve de bu parantezler eşliğinde şekillenen kişiliği.
Aslında ikisinin dikkat çektiği ve tarif ettiği yerler, ‘dürüstlük’ üzerinden tanımlanıyor. Film, bu iki uç gibi görünen noktadan ya da duruştan, ‘şimdiki Türkiye’nin ahval ve şeraitine dair bir kıyas düzlemine soyunuyor.
Öyle ki öykünün kendi seyri içinde orucu bozup 61 gün kefaretini ödemekten korkan küçük bir yürek büyüyor ve vakti zamanı gelince, ‘12 Eylül Diktası’na karşı ölüm oruçlarıyla ayakta durmaya çalışan bir kişiliğe dönüşüyor.
‘İftarlık Gazoz’ sonuç itibariyle bir ‘Cennetten kovulma’ hikâyesi aynı zamanda.
Evet, o masumiyetimizi ifade eden uzak geçmiş umutların, güzelliklerin yeşerdiği bir yerdi ama faşizm bu, uyanmak istenmeyen rüyaya da son vermesini biliyordu.
Bu haliyle de film, “Tamam, geçmiş güzeldi ama ‘aport’ta bekleyen acı ve kötülük, tarihin her döneminde olduğu gibi o zamanlarda da vardı” demeye getiriyor (böyle bir konjonktürde de ‘İftarlık Gazoz’, ‘Babam ve Oğlum’la da akraba oluyor).
Performanslara gelince: Cem Yılmaz, ‘Cibar Kemal Usta’da gayet ölçülü biçili, takım içi bir yıldız hüviyetinde oynuyor.
Âdem rolündeki minik yetenek Berat Efe Parlar’la çok iyi ve de dengeli bir ikili olmuşlar.
Parlar’a gelince hem tek hem de karşılıklı sahnelerde çok başarılı. âdem’in hayat karşısındaki ürkekliği kadar öğrenme çabasını ve direnci etkileyici bir şekilde yansıtmış. Solcu genç Hasan’da Yılmaz Bayraktar, Âdem’in annesi Gülizar’da Ümmü Putgül’ün, babası Osman’da Okan Avcı, imamda da Macit Koper, kadronun, başarılı performanslarıyla dikkat çeken diğer oyuncuları.
‘İftarlık Gazoz’ belli ölçülerde naif bir film.
Bunun nedeni de, o dönemlere ilişkin tahayyülümüzdeki tablonun, imajların ve yaşanmışlıkların ifadesi olsa gerek. Cem Yılmaz adına da ‘Bu kez ağlatıyor’ ifadesini hak ediyor.
Son olarak filmde görebildiğim tek ‘maddi hata’nın (!) altını çizeyim: Dünya Kupası 74’ün Batı AImanya-Hollanda arasındaki final maçı gündüz (Türkiye saatiyle 15.00’de) oynanmıştı. Yüksel Aksu, bu itirazıma basın toplantısında “Ben senin kuşağın için değil, gençler için çektim bu filmi” cevabını verdi.
Lütfen, gençleri futbol üzerinden böyle kandırmayalım! Aksu espri yaptı elbette, ben de diyorum ki; o kadar maddi hata da olsun varsın!
Birkaç ‘çürük elma’
Spotlight
Yönetmen: Tom McCarthy
Oyuncular: Mark Ruffalo, Michael Keaton, Rachel McAdams, Brian d’Arcy James, Liev Schreiber, Stanley Tucci, John Slattery, Jamey Sheridan
ABD yapımı
İki hafta önce vizyona giren, Şilili yönetmen Pablo Larrain imzalı ‘El Club’, geçmişte işledikleri suçlar nedeniyle kilise tarafından küçük bir sahil yöresine sürülen ve kendilerine tahsis edilen evde, zorunlu olarak inzivaya çekilen bir grup rahibin öyküsünü anlatıyordu. Söz konusu din adamlarının suçu erkek çocuklarına yönelik cinsel tacizdi. Bu haftanın mönüsünde yer alan ‘Spotlight’ ise aynı suçun Amerika’daki uzantılarında dolaşıyor.
Yani bir nevi iki film birbirlerini tamamlıyorlar. Biri kamerasını suçluların dünyalarına ve psikolojilerine uzatıyordu, diğeri ise bu türden suçların sistem tarafından nasıl örtbas edilmeye çalışıldığını ve gerçeğin ortaya çıkarılmasını isteyen gazetecilerin bu uğurdaki çabalarını aktarıyor.
Böylesi bir dağılımda ‘Spotlight’ genel çizgileri itibariyle aslında bir gazetecilik filmi. Haber nasıl ele alınır, muhabirlik nasıl yapılır, bir işin araştırmacılık boyutu nedir, genel yayın yönetmenleri zorlu haberler karşısında neleri göğüsler, haber nasıl pişer ve okurla buluşmak için nasıl bir uygun zamanı bekler vs. vs.
Yönetmen Tom McCarthy, senaryosunu Josh Singer’la birlikte kaleme aldığı filmine dedektifvari bir hava katarak heyecanı ayakta tutmayı başarmış. Öte yandan basın yayın öğrencileri için böylesi bir yapımı izleyip sindirmek, okul hayatları boyunca görecekleri birçok dersten etkili olur gibime geliyor.
Kısaca konudan da bahsedersek: 2001’de, daha önce The New York Times ve Miami Herald’da çalışan Marty Baron The Boston Globe’un başına geçiyor. Yeni genel yayın yönetmeni, kendi köşe yazarlarından birinin kaleme aldığı makalede bahsedilen bir olayın habere dönüştürülmesini istiyor. Gazete içinde özel haber kovalayan ve dört kişilik bir ekipten oluşan ‘Spotlight’çıların peşine düştükleri bu haber uzun zamandır çocuklara cinsel tacizde bulunan bir rahibin peşine düşmektir. Lakin ekip haberi derinleştirdikçe bu tür olayların sayısının çokluğu karşısında hayrete düşüyor. Daha vahimi de Katolik Kilisesi’yle birlikte hareket eden kimi hukukçuların, sistemli bir biçimde bu suçları örtbas etmesi oluyor.
Yüzde 53’ü Katolik olan bir okur profiline sahip The Boston Globe’un böylesi bir habere soyunması, Marty Baron’un Yahudi kökenli olması ve suyun bulandırılmasından hoşlanmayanların “Canım, bunlar sadece aramızdaki birkaç çürük elma”yla meseleyi geçiştirmeye çalışmalarına rağmen ekip, basın etiğine uygun davranmayı ve gerçeklerin kamuoyuyla paylaşılması gerektiğini düşünüyor ve bu yolda hareket ediyor.
Umarım Oscar’ı alır
Oyunculuk kariyerlerinde daha önce de gazetecilik yapan Michael Keaton (‘The Paper’) ve Rachel McAdams’ı (‘State of Play’) tekrar aynı sulara döndüren ‘Spotlight’ta ekibin diğer parçalarını Mark Ruffalo ve Brian d’Arcy James canlandırıyor. Soğukkanlı ve ilkeli Marty Baron’da Liv Schreiber son derece ikna edici bir performans ortaya koyarken doğru tarafta mücadelesini sürdüren avukat Mitchell Garabedian’da Stanleyl Tucci de çok başarılı.
Tıpkı ‘El Club’ gibi lafını dolandırmadan söyleyen, ikiyüzlü din adamlarının ‘kutsallık’ kisvesi altında işlediği onca suça (ve de günaha) dikkat çeken ‘Spotlight’, 70’lerin ünlü filmi ‘Başkanın Bütün Adamları’ efekti yaratıyor. The Boston Globe’un ‘11 Eylül’ hengâmesine rağmen 2002’nin ilk aylarında yayımladığı ve nihayetinde Pulitzer ödülü kazandığı haberin öyküsü niteliğindeki film de umarım aday olduğu ‘En İyi Film’ dalında Oscar’a uzanır.
‘Katil babalar’la yüzleşmek…
Yalan Labirenti
Yönetmen: Giulio Ricciarelli
Oyuncular: Alexander Fehling, Andre Szymanski, Johannes Krisch, Friederike Becht, Gert Voss
Almanya yapımı
Küllerinden yeniden doğmaya çabalayan bir ülke, yakın geçmişiyle doğru dürüst hesaplaşabilir mi? Milano doğumlu ama sinema serüveni Almanya’da biçimlenmiş eski aktör, yeni yönetmen Giulio Ricciarelli, ilk uzun metrajlı çalışması ‘Yalan Labirenti’nde (‘Im Labyrinth des Schweigens) bu sorudan yola çıkarak büyük bir insanlık suçunun peşine düşüyor. Film 1958’de açılıyor.
Bir okulda halihazırda öğretmenlik yapan eski bir ‘Nazi’nin varlığını hukuki mercilere bildirmek isteyen Frankfurter Rundschau muhabiri Thomas Gnielka’nın çağrısına kulak kabartan Johann Radmann, çok geçmeden çok önemli bir davanın takipçisi oluyor.
Daha önceleri sadece trafik cezalarına bakan genç savcı, meseleye ilişkin adımlarını sıklaştırdıkça karşısında eski günahlarıyla yüzleşmekten kaçınan koca bir toplum buluyor.
Öyle ki Radmann’a itiraz edenlerin geldiği nokta şu soruda kıyıya vuruyor: “Her genç Alman, babasının katil olduğunu öğrensin mi istiyorsun?” Onun cevabı ise “İstediğim tam da bu” oluyor. Yönetmen Ricciarelli, senaryosunu Elisabeth Bartel’le yazdığı ‘Yalan Labirenti’nde ana karakteri Radmann üzerinden örtülü kapıları bir bir aralıyor.
Film bir noktadan sonra saf, temiz ve dürüst bir savcının hukuksal çabasını, adeta bir ülkenin bütünüyle aydınlanması ve vicdani bir yüzleşmeye girişmesinin sembolü olarak sunuyor. İlginçtir süreç, Radmann’ı da kendi babasının geçmişte nerede durduğu çizgisine de taşıyor…
‘Hitler öldü, yeni düşman komünizm’
‘Yalan Labirenti’nde metin o kadar ustaca yazılmış ve o kadar derine dalan diyaloglarla oluşturulmuş ki, mesele hem tarihsel perspektifine doğru noktalardan oturtuluyor hem de bugünden bakıldığında artık sıradan gerçekler olarak hayatımızda olan bilgilerin ne kadar meşakkatli yollardan geçilerek önce Almanların, sonra da insanlığın ortak hafızasına yerleştirildiğini gösteriyor.
Ayrıca Radmann’ın ‘Arşiv Dairesi’ne yaptığı ziyaretlerden birinde Amerikalı görevlinin “Hitler mi, o artık öldü. Yeni bir düşmanımız var: Komünizm…” şeklindeki teşhisi de bence filmin seyircine yaptığı kıymetli hatırlatmalardan biri.
Oyunculuklara gelince… ‘Goethe’nin İlk Aşkı’ndan da hatırladığımız Alexander Fehling, savcı Radmann’da karakterinin ‘idealist hukukçu’ yanını yansıtmakta çok başarılı. Keza gazeteci Gnielka’da Andre Szymanski, eski bir Auschtwitz tutuklusu Simon Kirsch’te Johannes Krisch, Radmann’nı sevgilisi Marlene’de Friederike Becht gayet iyiler. Başsavcısı Fritz Bauer’de izlediğimiz ve çekimlerinden ardından aramızdan ayrılan Gert Voss da etkileyici bir performansla hayat sahnesine veda etmiş.
Giulio Ricciarelli, filminde yüzde 90’ı Yahudi olmak üzere 1 milyon 100 bine yakın insanın hayatını kaybettiği, 8 bine yakın SS’nin görev yaptığı Auschwitz ‘Ölüm’ Kampı gerçeğinin altını bir kez daha çiziyor. Ayrıca Dr. Josef Mengele gibi bir sadistin niye yakalanmadığının açıklamasına soyunan ‘Yalan Labirenti’, adaletli ve vicdanlı olmakla hafızasını yitirmeyi yeğlemek arasındaki farkları ortaya koymak açısından da son derece önemli bir yapıt. Kesinlikle kaçırmayın derim…
Paylaş