Paylaş
Lakin film genel çizgileri itibariyle Gökbakar’ın en vasat işi olmuş.
Futbola hâkim olmasanız da deyim olarak o malum konuya vâkıfsınızdır: Her taze yetenek önce ‘Yeni Maradona’, ‘Yeni Zidane’, ‘Yeni Hagi’, ‘Yeni Alex’ unvanlarıyla ele alınır. Televizyon üzerinden popüler olduktan sonra sinemaya geçtiğinde Şahan Gökbakar için de ‘Yeni Kemal Sunal olabilir mi?’ türü bir konu başlığı açıldığını hatırlıyorum. Aynı zamanda ‘en bilinen tiplemesi ‘Recep İvedik’in kaba saba espri anlayışıyla yeni bir maganda prototipi olarak çıkmasıyla da yeteneğinin ‘orta sınıf refleksleri’yle tartışıldığını ve ‘tu kaka’ edildiğini de... Ben kendi adıma TV’de yaptığı işleri beğeniyordum ve sinemada da, belli bir sosyolojik tabana oturduğunu düşünüyordum. ‘Yeni Kemal Sunal olabilir mi?’ tartışmasında da “Şaban saflıkla zafere ulaşmanın, belli bir masumiyetin ifadesiydi; Recep İvedik’in masumiyeti yok, aksine uyanık ve hınzır. Benzerlikleri ikisinin de ‘tanım gereği’ aslında temelde ‘iyi kalpli’ insanlar olmaları” şeklinde cevap verdiğimi de hatırlıyorum.
Lakin Şahan Gökbakar, 2013 yılının 1 Mayıs’ında attığı tweet’lerle polis şiddetine arka çıkıp kendince göstericilere ayar vermeye kalkınca benim açımdan işin rengi değişti. Nitekim o dönem, Gökbakar’ın attığı tweetl’ere karşılık yine Twitter üzerinden cevap niteliğindeki “1 Mayıs’ın hak olduğunu Kemal Sunal’dan öğrendik. İşte tam da bu yüzden Şahan Gökbakar asla bir Kemal Sunal olamayacak!” meseleyi özetleyen bir ifade (Uğur Sönmez adlı bir kullanıcının cümlesiydi bu, hatırlıyorum, çünkü yazımda yer vermiştim), aslında sanatçı dünyalarının da aradan geçen zaman diliminde ne türden değişimlere uğradığının göstergesiydi.
Çıkan kısmın özeti niteliğindeki bu girişin ardından yönetmenliğini Togan Gökbakar’ın üstlendiği ve Şahan Gökbakar’ın yeni bir tiplemeyle seyirciyle buluştuğu, haftanın yenilerinden ‘Osman Pazarlama’ya odaklanalım. Malum, Gökbakar’ın sinema serüveni kardeşinin yönetmenliğindeki beş (bambaşka kulvarda sayılan ve küçük bir rolde karşımıza gelen ‘Gen’i hariç tutuyorum elbet) uzun metrajdan oluşuyor (dört filmlik ‘Recep İvedik’ serisi ve bir de ‘Celal ile Ceren’). ‘Osman Pazarlama’, tıpkı ‘Celal’ gibi farklı bir tipleme görünümünde ama o da sonuçta ‘Recep İvedik’in modifiye bir versiyonu. Böylesi bir karakter bizim girişimci ruhumuzun uzantısı elbet. 80’li yıllarda TRT’de yayımlanan ‘Sizin Dershane’ dizisinde Ferhan Şensoy’un canlandırdığı ‘Adnan Pazarlama’ vardı ki o tipleme küçük esnaf prototipinin bir yansımasıydı ve malum, sabit bir yeri yoktu; seyyahtı. ‘Osman Pazarlama’nın yeri yurdu belli, lakin o da büyüme sıkıntıları çeken ve çoğu ithal marka ürünlerini satarak sınıf atlama çabasındaki bir esnaf modelinin tezahürü. Fakat âşık olduğu kızı istemeye gittiklerinde ‘mesleğini’ kızın babasına beğendiremeyince ve iş yatınca, kendini kanıtlama çabasına giriyor ve filmin konusu da işte bu çaba üzerinde biçimleniyor.
‘Seksist’ espriler...
‘Osman Pazarlama’ bence Şahan Gökbakar filmleri arasında en vasatı olmuş. İlk ‘Recep İvedik’le, üçüncüsünü beğendiğimi, ‘Celal ile Ceren’in de bazı bölümlerinin kayda değer olduğunu hatırlıyorum (ki bu çalışmada Ezgi Mola’nın da filme önemli bir katkısı vardı). Bu kez koca film boyunca gülmeye değer bir-iki yerin dışında espriler çok kötü ve Gökbakar yeteneğinin çok çok altında. Öte yandan ‘Osman Pazarlama’da altı çizilecek iki politik gönderme var; biri “Trafoya rakun girmiş” ifadesi, diğeri de biber gazına boğulan eylemcilerin gözlerinin yanmaması için geliştirilmeye çalışılan bir buluş (ki burada da eylemciler öyle karikatürize edilmiş ki, eylemi bırakıp ‘Osman Pazarlama’nın bu yeni ürünü için hemen sıraya giriyorlar. Peki eylem ne derseniz, hemen onu da söyleyeyim: ‘Kürke hayır’).
Hatırlanacağı gibi yakın bir zaman önce (iki hafta bile olmadı) bir grup kadın sinema yazarı arkadaşımız ‘Artık Yeter’ başlıklı bir bildiri yayımlayarak kimi filmlerde kadınların aşağılanmasına, eşcinsel ve trans bireylerin hor görülmesine karşı tavır ortaya koymuşlardı. ‘Osman Pazarlama’da “Seni almayan ‘Top’ olsun”, “Biri tecavüz eder, sonra al başına belayı” türünden ifadeler var. Keza Afgan kökenli bir karakter için de, “Bunun kendisi bir tuhaf tasarım” gibi insanın aklına ‘ırkçılık’tan başka bir şey getirmeyen espriler yer alıyor. Ezcümle ‘Osman Pazarlama’ hem kötü bir film olmuş hem de bahsettiğim meselelerde sınıfta kalmış.
Yeni bir rekor kırar mı?
Halihazırda Şahan Gökbakar’ın bir önceki filmi ‘Recep İvedik 4’ü 7 milyon 369 bin 98 kişi izledi ve bu rakam, tüm zamanların rekoru konumunda. ‘Osman Pazarlama’ yeni bir rekora yelken açar mı, bilemeyiz. Ya da cümleyi şöyle kuralım: Şahan Gökbakar sineması hayranları, benim yazı boyunca duyduğum sinemasal ve içeriksel kaygıları duyar mı, onu da
bilemiyorum!
Son olarak ikisi de ayrı yolların, ayrı sinemasal arayışların ve ifadelerin yolcusu ama Cem Yılmaz’ın son filmi ‘Ali Baba ve 7 Cüceler’in ana karakteri Şenay’ın da bir ‘pazarlamacı’ olduğunu hatırlatayım dedim...
Osman Pazarlama
Yönetmen: Togan Gökbakar
Oyuncular:
Şahan Gökbakar,
Mehmet Selim Akgül,
Liberat Niyoyandika, Feriştah Senem, Demet Akalın / Türkiye yapımı
‘Oda’da ışıksızlar...
Lenny Abrahamson, bir önceki filmi ‘Frank’te tuhaf bir karakter üzerinden izole dünyalar üzerine bence muhteşem bir öykü anlatmıştı. İrlandalı yönetmen yeni filmi ‘Gizli Dünya’da (‘Room’) da benzer bir atmosferi, yine çarpıcı bir öykü eşliğinde önümüze atıyor. Bu kez 17 yaşında, bir adam tarafından kaçırılıp bir odaya kapatılan ve iki yıl sonra doğurduğu oğluna, bambaşka bir dünya tasviri sunan bir kadının yaşadıklarını anlatıyor. Sadece çatı penceresi bulunan bu yaklaşık dokuz m2’lik alanda, büyük bir mucizenin üstesinden gelen Joy (ya da oğlu Jack’in deyişiyle ‘Ma’) nihayetinde bir kaçış planı hazırlayarak şansını denemeye karar veriyor...
Emma Donoghou’nun romanından, yazarının kaleme aldığı senaryoyla çekilen ‘Room’ adeta tam yarısından ikiye ayrılmış bir film. İlk yarıda Ma ve Jack’in birlikte inşa ettiği ‘Dünya’nın içinde dolanıp duruyoruz, ikinci yarıda ise bu iki karakterin ‘Gerçek Dünya’da kendilerine yer arama ve adaptasyon çabalarına tanıklık ediyoruz. Doğrusu ikinci yarıda filmin odağında kimi kaymalar olsa da ‘Room’, zekice bir öykü eşliğinde son derece etkileyici bir yapı kurmayı ve farklı bir sinemasal deneyimin üstesinden gelmeyi başarıyor.
Anne Joy rolündeki Brie Larson, filmdeki performansıyla ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalında Oscar’ın en güçlü adayı olarak gösteriliyor. Doğrusu bu konuda Amerikan sinema kamuoyuyla aynı görüşte değilim ama Jack’i canlandıran 10 yaşındaki Jacob Tremblay’in son zamanlarda izlediğim en muhteşem çocuk oyuncu performansını ortaya koyduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
‘Room’ bu sezonun kayda değer sinemasal çabalarından, kaçırmayın derim...
GİZLİ DÜNYA
Yönetmen: Lenny Abrahamson
Oyuncular:
Brie Larson, Jacob Tremblay, Joan
Allen, Sean
Bridgers, William
H. Macy
İrlanda-Kanada ortak yapımı
Cehennemde çok devre!
Ana karakteri Saul’a kilitlenen ve onun peşinde bütün film boyunca sürüklenen bir kamera... Saul, ünlü toplama kampı Auschwitz’in fabrika düzeni içinde Nazilerin her türden pis işlerini yaptırdıkları ‘Sonderkommando’lardan biri. Bir Macar Yahudisi ve oğlu olduğunu düşündüğü bir çocuğun, cesetlerin imha fırınında yakılmasını önleme ve dini vecibelerinin yerine getirilerek gömülme çabasına soyunuyor. Daha doğrusu bunu bir ‘takıntı’ haline getiriyor. Üstelik mahkûm arkadaşlarından birinin “İyi ama senin bir oğlun yoktu ki” diyerek kafaları karıştırdığı bir ortamda.
Genç Macar yönetmen László Nemes, ilk uzun metrajlı çalışması ‘Saul’un Oğlu’nda (‘Saul fia’) kalburüstü bir yapıta imza atıyor. Film, ‘Nazi Soykırımı’ meselesine bir kez daha dönerken o cehennemvari ortamda, kendi kaderinin aşağı yukarı ne olacağını bilen bir karakterin hâlâ yitirmediği insanlık değerleri için koşuşturmasını, olağanüstü bir çabaya soyunmasını öyküleştiriyor ve sinemasal üslubuyla da biz seyircileri de bu depresif ortamın birinci elden tanıkları konumuna taşımayı başarıyor. Kamera Saul’un peşinde gezdikçe biz de Auschwitz’in ne menem bir yer olduğu, adeta her köşesiyle (bir kez daha) hatırlıyoruz. Ama filmin birinci elden derdi ‘Soykırım’ hatırlatması değil, Saul’un bu ortamdaki çabası... Bela Tarr’ın asistanı Nemes, muhtemelen ileride ‘Sinema tarihinin en dikkat çekici ilk filmleri’ türünden bir kategorinin kıymetli bir parçasına dönüşecek yapıtıyla da bundan sonra çekecekleri merakla beklenecek, heyecan verici bir yönetmen olarak anılmayı hak ediyor.
Géza Röhrig’in Saul rolünde etkileyici performansıyla dikkat çektiği yapım, 28 Şubat’ta dağıtılacak Oscar’larda da ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ kategorisinin öncelikli favorisi. Ayrıca ‘Saul’un Oğlu’nun, Elem Klimov’un ‘anti-militarist’ başyapıtı ‘Gel ve Gör’e uzaktan el salladığını da belirtelim...
SAUL’UN OĞLU
Yönetmen:
László Nemes
Oyuncular:
Géza Röhrig,
Levente Molnar, Urs Rechn,
Todd Charmont,
Sándor Zsótér
Macaristan yapımı
Ata Demirer’den ‘Krallara layık’ bir şov
Gazino ‘royal’
Zaman zaman tonu hüzne çalan şarkılar, taklitler, espriler, zekice göndermeler ve etkileyici bir atmosfer derken ‘Ata Demirer Gazinosu’, konuklarına iki buçuk saatlik birinci sınıf bir gösteri sunuyor. Bu devirde böylesi zor bulunur, kaçırmayın derim...
Gazino denen eğlence biçimi, bizim kuşağın ana rahmine, o, melodramı artık çok çok uzaklarda kalmış Türk filmlerindeki görüntüleri vasıtasıyla düşmüştü. Sonrasında her yaz heyecanı bütün ülke sathına yayılan İzmir Fuarı’nda, “Kim, nerede, kimin yerinde sahneye çıkıyor” ve de “Neon savaşları başladı” haberleri eşliğinde karşımıza gelen gazete sayfalarında... Çoğumuz bir gazinonun içene adım atmadan büyüdük ama nasıl bir şey olduğunu enikonu bildik hep.
Lakin artık ‘Post-modern zamanlar’dayız. Ata Demirer de bu gerçeğin bilincinde, yeni bir gösteri biçimine soyunmuş. Gidiyoruz salona, oturuyoruz yerlerimize ve onun her telden çalan, geniş bir coğrafi yelpazeyi tarayan şarkıları ve stand-up’ıyla süslediği şovunu izlerken, işte o pratiğini pek yapamadığımız ama teorik olarak bildiğimiz bir eğlence biçiminin tadına varıyoruz. Ya da şöyle söyleyeyim, ben vardım ve genel olarak çok da beğendim...
‘Emojiler’in yararı...
‘Ata Demirer Gazinosu’ adıyla sunulan gösteri yaklaşık iki buçuk saat sürüyor. Arada 15 dakikalık bir mola var. İki bölümün de formatı aynı; şarkılar ve stand-up... Sanat müziğinden arabeske uzanan bir repertuvar, ikinci yarıda ‘dış dünyalar’a açılıyor; burada da Demirer sesini konuşturdukça konuşturuyor. Böylelikle seyirci de bu güzelim şarkılar eşliğinde Yunanistan’a, İtalya’ya ve dahi Küba’ya kadar uzanıyor.
İşin espri ve taklit kısmı zaten bildiğiniz kalitede. Ata Demirer, o kendine özgü yeteneği, samimi tavrı ve sahne hâkimiyetiyle gösterisini tatlandırdıkça tatlandırıyor. Öğrencilik yıllarındaki ilk sahne deneyimi (barda müzik yapmak!) eşliğinde Trakya maceraları (gece yarısı motorundan çıkıp “Bodrum’a mı gideceksiniz be ya, gidin; ben yarın sabah erkenden barbuna gideceğim” diye ‘Bodrum, Bodrum’u çalan gitarist arkadaşına fırça atan balıkçı amca mesela) ya da masalarda rızkını arayan kediler... Veyahut emojilerin günümüz ilişkilerinde özellikle erkek cephesine yaptığı katkılar... Şarkılar faslına gelince Zeki Müren’den Metin Akpınar’a uzanan göndermeler (‘saygı duruşu’ demek de mümkün) derken yaklaşık iki buçuk saat farkına varmadan geçip gidiveriyor (şarkıların ağırlıklı tonu hüzün, bu noktada “Hüzün ki, komedi kadar yakışandır ona” demek ihtiyacı duyuyorum!).
‘Alo, kendimle mi görüşüyorum?’
Öte yandan çok başarılı Sırrı Süreyya Önder taklidinin de hakkını vermek lazım. Bu bölüm ve taklit o kadar iyi ki, -bu aşamada da bir kulis bilgisi aktarayım- Önder, Demirer’i telefonla ararken ilk olarak şu cümleyi kuruyormuş: “Alo, kendimle mi görüşüyorum?”
Yeri gelmişken Demirer’e eşlik eden orkestradan bahsetmemek olmaz. Taşkın Sabah yönetimindeki bu topluluk, her biri kendi enstrümanlarının ustası yeteneklerden oluşurken Namık Taşpınarlı Abimiz zaman zaman hem kemanını hem de sözünü (!) konuşturuyor ve Demirer’le adeta tatlı tatlı atışıyor! ‘Sazıyla yol gösteriyor’ derler ya, Namık Abi de kemanı ve nüktedanlığıyla şovda yol gösteriyor...
‘Ata Demirer Gazinosu’, şarkı seçimleri (naçizane bendeniz özellikle ‘Tavukları Pişirmişem’i çok beğendim), taklitleri, esprileri, göndermeleri ve genel atmosferiyle ‘birinci sınıf’ bir gösteri. Lakin tek bir kusuru var; o da gösterinin kendisinden değil, biz seyircileri bu şovu izleme biçiminden kaynaklanıyor. Tamam, gazino görmemiş olabiliriz ama bu işin tadının bir masa etrafında yakın dostlarla oturup, arada da bir-iki tek atarak çıktığının elbette bilincindeyiz. Bu gösteriyi arka arkaya dizili bir nizamda izlemek de güzel ama keşke, dediğim türden bir oturma ve eğlence düzeninde olsaydık, atmosferin tadına daha bir varır, felekten çalınan gece ‘katsayısı’nı biraz daha
artırırdık...
Sonuç? Bu şov, bir film değil ama ben yine de bir sinema eleştirmeni klişesiyle son noktayı koyayım: Kesinlikle kaçırmayın!..
Yakın dönem program takvimi:
-23 Şubat Bostancı Gösteri Merkezi
-25 Şubat BKM
-3 Mart BKM
Paylaş