Önce bir başka filme (‘Flight’) ilham kaynağı olmuştu, şimdi bizatihi kendi öyküsünün filmiyle (‘Sully’) karşımızda... Evet, Chesley ‘Sully’ Sullenberger’den bahsediyoruz. Bir başka deyişle havacılık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir mucizeye imza atan 42 yıllık emektar pilottan...
Önce çıkan kısmın özeti diyelim: New York’taki LaGuardia Havalimanı’ndan havalanan 1549 sefer sayılı uçak bir kuş sürüsüyle karşılaşır. Bu durum 2800 fit yükseklikte, motorların devre dışı kalmasına neden olur. İki seçenek vardır; ya LaGuardia’ya geri dönülecek ya da yakın bir mesafede bulunan bir diğer havalimanı Teterboro tercih edilecektir. Kaptan pilot Sullenberger, bu iki seçeneğin de A320 tipi uçaktaki, beşi mürettebat toplam 155 kişinin hayatının kurtarılmasına zaman açısından uygun olmadığına, New Jersey’yle Manhattan’ın Batı Yakası arasında akan Hudson Nehri’nin iniş için en iyi ihtimal olduğuna karar verir. Ve yardımcısı Jeff Skiles’la bu seçenek doğrultusunda harekete geçer...
15 Ocak 2009 sabahı gerçekleşen bu olay, kamuoyunun belleğine ‘Hudson’daki Mucize’ olarak kazınırken Ulusal Taşımacılık Güvenlik Kurulu, Sullenberger’in diğer iki seçeneği niye kullanmadığı üzerinden bir soruşturma açar. Çünkü kurula göre olay sırasında onca kişinin hayatı riske atılmıştır.
Clint Eastwood, son filmi ‘Sully’de işte bu ana gövdesi kamuoyunun gözü önünde biçimlenmiş bir vakanın arka planına ve kahramanlıkla suçlu olma hali arasında gidip gelen bir pilotun haletiruhiyesine odaklanıyor. Bu da bir anlamda “Herkesin bildiği bir hikâyeyi bir de benden dinleyin” türü bir durum yaratıyor. Eastwood, yer yer geri dönüşlerle ve olayı ayrıntılarıyla (uçağın suya iniş sahneleri özellikle) karşımıza getiren bir görsellikle beslediği bu yönetmenlik kariyerindeki 35. filminde, sakin, serinkanlı bir anlatımı yeğlemiş (öyle ki bu sakinlik neredeyse öyküdeki her karaktere sinmiş).
Girişte, öyküsü bu olaydan esinlenerek biçimlenmiş bir filmden, ‘Flight’tan bahsetmiştik. Robert Zemeckis imzalı bu yapımda hem ana karakter hem de uçağın havadaki serüveni daha uçlardaydı. ‘Sully’ kuşkusuz gerçek bir olayın aktarımı olduğu için ayakları yere basan bir film; bir tek A320’nin nehre indirilmesi bu gerçekliği bozuyor ama bu da zaten ‘mucize’nin gerçekliği dahilinde!
Kuşkusuz kariyeri boyunca en çok ‘Mad Max’ ve ‘Cehennem Silahı’ (‘Lethal Weapon’) serileriyle tanındı. Ama yakın dönemdeki ‘tekil’ adımlarına bakıldığında onu daha çok ‘Baba’ rollerde gördük. Bu kulvardaki başlıca filmleri ‘The Patriot’, ‘İşaretler’, ‘Edge of Darkness’ gibi yapımlardı (koca bir ülkenin babası (!) olduğu ‘Braveheart’ı ayrı bir yerde tutmak lazım tabii ki).
Evet, Mel Gibson son çalışması ‘Kan Bağı’nda (‘Blood Father’) yine babalığı hatırlıyor ve başı belaya giren kızı için silaha sarılıyor. New York doğumlu, Avustralya ‘büyümeli’ (!) oyuncu-yönetmenin sürüklediği yapımın konusu kısaca şöyle: İçerde kaldıktan sonra şartlı tahliyeyle salıverilen John Link, hayatını yaşadığı karavanda dövme yaparak kazanmaktadır. Babasından ayrı bir yaşam süren 17 yaşındaki kızı Lydia ise şiddet dolu bir dünyanın parçası olmuştur. Bir uyuşturucu kartelinin üyesi olan Meksika kökenli erkek arkadaşıyla giriştikleri soygunda işler ters gider ve çareyi, yıllardır görmediği babasının yanına sığınmakta bulur. Bu durum, John’un geçen yıllarda kızıyla arasında açılan mesafelerin bir bakıma kapanma fırsatıdır...
‘HALK DÜŞMANI’NIN YÖNETMENİ
1966 Paris doğumlu Jean-François Richet, ABD’de çektiği bir John Carpenter yeniden çevrimi ‘Assault on Precinct 13’le dikkat çekmişti. Daha sonra Fransız suç tarihinin ünlü kişiliklerinden, ‘Halk Düşmanı’ lakaplı Jacques Mesrine’in biyografisini, iki filmlik (‘L’instinct de mort’ ve ‘L’ennemi public no:1’) bir çabayla perdeye taşımıştı. Son olarak geçen yıl 1977 tarihli eski bir Claude Berri filmini (‘Un moment d’egarement’) yeniden çeken Richet, filmografisine bakıldığında aksiyona hâkim bir yönetmen. Fransız sermayesiyle ABD’de çektiği ‘Kan Bağı’nda ise aksiyon ön planda. Baba-kız arasındaki ilişkinin gidip gelmeleri ise öyküye duygusal bir derinlik katılmasını sağlamış. Bu derinlikte, kuşkusuz senaryonun Peter Craig’in aynı adlı romanına dayanmasının da payı var. Richet’nin kerameti, sanırım bu hikâyeyi akıcı bir rejiyle aktarmasında beliriyor.
Önce hatıralarda çok küçük bir tur: Türkiye’de TV’nin emekleme döneminde, TRT’de ‘Uzay Yolu’ adıyla gösterilen ‘Star Trek’, kuşkusuz bizim kuşağın en unutulmaz dizilerinden biriydi (ki benim için ilk sıradaydı). Bugünden bakıldığında sıradan, bilindik, çok aşılmış gözükecektir elbet ama bizim için bu dizi, uzayın sonsuzluğuna doğru açılan ilk kapıydı ve gösterildiği gecelerde hayat adeta dururdu. Şimdiki zamanın, hatıralara en çok sahip çıkan yönetmeni konumundaki JJ Abrams, 2009’da işte bu efsanevi dizinin sinemadaki ‘şimdiki zaman’ versiyonunu sahaya sürdü. Hoş, Abrams filme ilişkin söyleşilerinden birinde ‘Star Trek’ hayranı olmadığını, çünkü diziyi fazla geveze, durağan, teorik ve felsefi bulduğunu, asıl olarak ‘Star Wars’ hayranı olduğunu belirtmişti. Ama profesyonellik başka bir şey tabii (!), 2013’te yeni serinin ikinci filmi ‘Star Trek Into Darkness’ı da çekti, daha sonra asıl tutkusu için kamera arkasına geçti ve hatırlanacağı gibi geçen yıl, ‘Star Wars: The Force Awakens’i yönetti. Abrams, bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan Star Trek serisinin üçüncü halkası ‘Sonsuzluk’ta (‘Star Trek Beyond’) yapımcılığı üstlenmiş, yönetmen koltuğuna ise Justin Lin oturmuş.
Leonard Nimoy’a vefa...
Önce filmin kısa bir özetini geçelim: Kaptan Kirk öncülüğündeki Atılgan, Federasyon’a yönelik bir tehlikeyi bertaraf etmek üzere gittiği gezegende, Krall adlı gücün karanlık tarafını seçen bir lidere karşı mücadele etmek zorunda kalır.
Şu ana kadar yedi filme ulaşan ‘Hızlı ve Öfkeli’ serisinin dört bölümüne imza atan Justin Lin, aksiyona olan hâkimiyetini reji bağlamında ‘Star Trek Sonsuzluk’ta da gösterirken Simon Pegg ve Doug Jung ortaklığını taşıyan senaryo, altı çok çizili olmasa da kimi felsefi dokunuşlarla süslenmiş. Bu dokunuşların başında özellikle Kaptan Kirk üzerinden sorgulanan varoluşsal problemler, uzayın sonsuzluğunda bile asıl meselenin insan denen varlığın kendisi olması gibi ara metinler dikkati çekiyor. Tabii kötülüğün halleri ve de kökenleri de filmin kulak kabarttığı bir başka konu başlığı. Pegg-Jung ikilisi metinde zaman zaman esprilere, zaman zaman da ‘gerçek hayat’ın yansımalarına (mesela orijinal ‘Mr. Spock’ karakterini canlandıran Leonard Nimoy’un geçen yılki vefatının öyküye yedirilmesi gibi) zarifçe hatırlatmalar yoluyla yer vermiş.
Bir türlü kabuk bağlamayan ve sızım sızım sızlayan yaralarımıza 90 dakikalık aralar vermek mümkün mü? Zor tabii. Ama yine de İngilizlerin deyimiyle ‘Güzel oyun’, kim bilir kendine özgü çekiciliğiyle bir nebze soluklanmamıza yardımcı olabilir…
İşin ‘Avrupa cephesi’ne gelince; doğrusu Başakşehir de Shakhtar engelini geçse futbolumuz adeta ‘tulum’ çıkaracaktı. Dün, Beşiktaş ve Atiker Konyaspor gibi altı maçlık ‘garanti’ biletini önceden cebine koyanların yanına Fenerbahçe ve Osmanlıspor da eklendi. Bu yazı itibariyle ilgi alanımız Osmanlıspor, o halde Başkent temsilcisini gruplara taşıyan son 90 dakikadan bahsedelim. ‘Mor-Koyu Sarılar’, hatırlanacağı gibi ‘Avrupa Ligi Play-Off eleme grubu’nda Danimarkalı rakibi Midtjylland karşısında, deplasmandaki ilk randevudan 1-0 galip ayrılmıştı.
Bu avantajın verdiği özgüvenle sahaya çıkan Osmanlı, bu kez de iki farklı üstünlükle mücadeleyi tamamladı. Konuk ekip, İskandinav inatçılığını pek gösterecek yapıda değildi. Kadro zenginliği açısından da sıradan bir görüntüye sahiptiler, dolayısıyla Başkent takımının tempolu futboluna ve yetenekli ayaklarına karşı direnemedi.
SÜPER PİNTO
1- Güneş yeniden doğacak mı?
Beşiktaş, Şenol Güneş öncülüğünde geçen sezon uzun bir aradan sonra şampiyonluk ipini göğüsledi. Takım iskeletindeki önemli halkalardan bazılarını kaybetti. “Bu sezon Güneş bir kez daha doğacak mı ve Kartal, Şampiyonlar Ligi’nde ne yapacak?” Futbol kamuoyunun öncelikle meraklarından biri bu olacak.
2- Kanarya’nın yeni avukatı!
“Takım iyiydi ama teknik direktör Vitor Pereira yetersizdi.” Fenerbahçe’nin başına ligin başlamasına birkaç gün kala geçen ve ilk sınavını 3-0’lık Grasshoppers maçında veren Dick Advocaat’ın, Sarı-Lacivertli ekipte nasıl bir rüzgâr estireceği sezonun merak uyandıran meselelerinden biri olacak.
3 -‘Marxist’ hamle
001’deki ‘The Spirits Within’le aramıza buyur eden ‘Final Fantasy’ adlı bilgisayar oyunu serisi, bu kez ‘Kralın Kılıcı: Final Fantasy XV’ (‘Kingsglaive: Final Fantasy XV’) hamlesiyle yeniden huzurlarımızda. İlginç bir çabanın ifadesi niteliğindeki film, ‘hareket yakalama tekniği’yle çekilmiş bir animasyon. Önce konuyu özetleyelim: Fütüristik bir zaman diliminde iki ulus birbiriyle savaşmaktadır. Kutsal Kristal’in evi olan ve etrafındaki sihirli duvar sayesinde güvenliği sağlanan Lucis Krallığı, Niflhelm İmparatorluğu’nca sürekli tehdit edilir. Nihayetinde İmparatorluğun barış elini bir izdivaç dolayısıyla uzatmasıyla dengeler değişecektir. Lakin bu hamle bir tuzak mıdır, bu durumu çözmek ve gerekli önlemleri almak Lucis Kralı Regis’in emrinde, büyü gücüyle donatılmış Nyx Ulric ve seçilmiş askerlerden oluşan ‘Kingsglaive Birliği’ne düşer.
Yönetmenliğini Takeshi Nozue’nin üstlendiği ‘Kingsglaive: Final Fantasy XV’, girişi itibariyle konuya hâkim olmayan seyirci için fazla çocuksu gelse de belli bir noktadan sonra içine girilen ve kendinizi kolayca kaptırabileceğiniz bir görsel serüven. Doğrusu hikâye boyutunda yeni bir şey yok ortada. Ben diyeyim ‘Yüzüklerin Efendisi’, siz deyin ‘Shakespeare’; bildiğimiz iktidar savaşı Niflhelm İmparatorluğu hem Lucis Krallığı’nın sihirli yüzüğünü hem de en önemli şehirleri niteliğindeki Insomnia’yı ele geçirmek istemektedir.
YERİ GELMİŞKEN ‘BLADE RUNNER’I DA ANALIM
‘Kingsglaive Birliği’ de bir nevi ‘Kral Arthur’un şövalyeleri’ Dolayısıyla film hikâyesinden çok görselliğiyle dikkat çekiyor. Yaratıcı ekip burada da tuhaf bir karışıma gitmiş; bir yandan hafiften ortaçağ mimarisi tadında devasa yapılar, öte yandan yollar ve şehir hayatı, bildiğimiz modern dünya... Gökyüzünde devasa gemiler cirit atarken yeryüzünde de günümüz tasarımlarından izler spor otomobiller... Nyx Ulric ve bir grup arkadaşının yemek için gittiği yerler de salaş Japon mekânlarını andırıyor (zaten şiş türü bir şey yiyorlar ve fonda Doğu ritimlerinin hâkim olduğu bir müzik çalıyor). Aslında genel konsept uzaktan uzağa ‘Blade Runner’ı da çağrıştırıyor (kimi yaratık tasarımları itibariyle de ‘Starship Troopers’ akla geliyor).
londra, Barcelona ve Roma eksenli ‘Avrupa turu’nu tamamladıktan sonra yeniden kendi iç sularına dönen Woody Allen, son filmi ‘Café Society’de bir anlamda temel problemlerini kapı önüne bırakıyor ve hüzünlü bir aşk hikâyesini komediyle flört ederek anlatıyor. Malum, üstat nevrotiktir, ölümü hiç aklından çıkarmaz ve her daim varoluşsal meselelerin peşinde koşar (Hoş, aşk da bir varoluşsal meseledir ama felsefi denklemi son derece basit ve bir o kadar da karmaşıktır)...
Öte yandan ‘Café Society’ sadece ‘Kırık bir aşk hikâyesi’ne odaklanmıyor, aynı zamanda Hollywood’un ‘Altın çağları’na da saygı duruşunda bulunuyor. Önce kısaca öykü diyelim: 1930’lu yıllar... Yahudi kökenli Phil Stern, Los Angeles’ta sinema sektörünün önde gelen şahsiyetlerinden biridir. Ağzından Ginger Rogers’lar, Robert Taylor’lar, James Gagney’ler düşmez. Günün birinde New York’taki ablası arar ve oğlu Bobby’ye iş bulmasını ister. Lakin dayısına güvenerek yola çıkan genç önce Phil’den yüz bulamasa da nihayetinde bürodaki ‘getir-götür işleri’ için istihdam edilir. Bobby çok geçmeden Hollywood âleminin gerçek yüzünü yakından görürken kendisine mihmandarlık yapan dayısının sekreteri Vonnie’ye (ki ismi Veronica’nın kısaltılması) de âşık olur. Ve fakat genç kız bir gazeteci sevgilisi olduğunu söyleyerek aralarında bu türden bir ilişkinin olamayacağını belirtir. Derken kimi gelişmeler Bobby ve Vonnie’yi gelgitlerle dolu bir sürecin parçası haline getirir...
HOLLYWOOD’DA GECE YARISI!
Woody Allen, ‘Café Society’de hüznü ağır basan bir hikâyeyi, kendisinden kimi parçalar bulabileceğimiz romantik bir ana karakter etrafında sunarken sinema sektörünün geçmişine doğru zevkli bir tura da davet etmiş seyircisini. Işıltılı bir dünyanın içindeki yalnızlar, kalbi kırıklar, sahte hayatlar gibi aslında bildik ve üzerinden defalarca geçilmiş bir güzergâhı, kendince zarif dokunuşlar ve hınzırlıklarla yeniden önümüze atmış. Genel bir çerçevede ‘Café Society’nin bizi tıpkı ‘Paris’te Gece Yarısı’ (‘Midnight in Paris’) türünden bir yolculuğa çıkardığını söylemek mümkün (Sadece karakterler bu kez zamanda yolculuk yapmıyorlar!)
Ah o 70’li yıllar... Salonlarda her daim, ‘Felaketim olurdu ağlardım’ çalardı sanki. Sinema seyircisi havadan, karadan; her bir yandan sarılmış gibiydi...
‘Yangın Kulesi’ (‘The Towering Inferno’), ‘Zelzele’ (‘Earthquake’), ‘Poseydon Macerası’ (‘The Poseidon Adventure’), ‘Havaalanı’ (‘Airport’), ‘Çığ’ (‘Avalanche’) vs... İşte size saymakla bitmeyecek onca felaket filmi... Lakin liste bu kadarla da sınırlı değil elbet... Bir de kimi mahlukatın sebep oldukları vardı: ‘Kuşlar’ın (‘The Birds’) açtığı yoldan yürüyen ‘Jaws’, ‘Dev Karıncalar İmparatorluğu’ (‘Empire of the Ants’), ‘Panik’ (‘Kingdom of the Spiders’), ‘Dev Tohumu’ (‘The Foods of the God’), ‘Orca’, ‘Piranha’ gibi...
Bu toplam içinde en kalıcısı, kuşkusuz 1975 tarihli ‘Jaws’ oldu. Çünkü kamera arkasında, sonraları Amerikan popüler sineması için çok önemli bir kıymete dönüşecek genç bir yönetmen, Steven Spielberg vardı. Ayrıca film, dönemin en çok satan kitaplarının birinin uyarlamasıydı. Peter Benchley, denizi korku unsuru olarak kullanan bir yazardı ve ‘Jaws’ta, Amity Island adlı kasabaya musallat olan bir köpekbalığını ve ona karşı mücadeleye soyunan üç adamın hikâyesini anlatıyordu. Spielberg’in filmi gişe rekorları kırarken sinema tarihinin en unutulmazları arasına da girmişti.