Hâlâ takımdan ayrı düz koşuyor...

Sistem dışına itilmiş ajan geri dönüyor ve eski yuvası CIA’e karşı mücadelesini sürdürüyor. ‘Jason Bourne’, heyecanlı takip sahneleriyle dikkat çekerken öyküsündeki ara duraklar arasında Snowden’vari hamleler ve sosyal medya gibi şimdiki zaman konuları var.

Haberin Devamı

nce 2002 tarihli ‘The Bourne Identity’, sonra 2004’te çekilen ‘The Bourne Supremacy’ ve nihayetinde 2007 mahreçli ‘The Bourne Ultimatom’... Bence son dönemlerin en güzel serisinin halkalarıydı bu üç film... Robert Ludlum’ın soğuk savaş yıllarında yarattığı, örgütüyle problemli ajan, önce Doug Liman imzalı ilk yapım, sonra da Paul Greengrass’ın çektiği iki devam adımıyla şimdiki zamanın anti-kahramanına dönüşürken seri, sağlam altmetinlerle de destekleniyordu.

 

Hafızası zamanla yerine gelen ve özel bir programın ürünü olarak ölüm makinesine dönüştürülmüş Jason Bourne’un durumu, aslında 70’lerin ünlü klasiği ‘Akbabanın Üç Günü’ndeki türünden bir hikâyenin ifadesiydi: Yani sistem dışına düşmüş eski örgüt elemanı... Öte yandan kimi manevralarla modernize edilmeye çalışılan ama her daim arkaik kalmaya mahkûm Bond’un yanında Bourne, daha gerçekçi ve insaniydi.

 

Haberin Devamı

Seri sona erdikten sonra zorlama bir film olan ‘The Bourne Legacy’yi (‘Bourne’un Mirası’) izledik. Naçizane o yapıma ilişkin eleştirimin başlığı ‘Reddedilmesi gereken bir miras’tı. Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Jason Bourne’ ise mirasa bizatihi kendisi sahip çıkmaya çalışan bir yapım olmuş. Yönetmenliğini serinin iki ve üç numaralı filmlerine de imza atan Greengrass’ın üstlendiği bu ‘dördüncü adım’, güncel meselelerle soslanmış ve ‘Üçleme’yle bağlantısını yine ana karakterinin hafıza problemleriyle kurmaya çalışmış.

 

ZUCKERBERG KARANLIĞI SEÇERSE...

 

Kısaca öykü diyelim: Bourne, hayatını Yunanistan-Arnavutluk sınırına yakın bölgede paralı boks maçlarıyla sürdürürken eski bağlantılardan Nicky Parsons vasıtasıyla CIA’in yeni bir program peşinde olduğunu öğreniyor. Bir önceki program olan ‘Treadstone’un ürünü olan kahramanımız, bir yandan da zihninde karanlık kalan noktalardan biri olan, babasına ve ölümüne ilişkin izleri sürüyor. Parsons’ın Snowden’vari bir hamleyle ‘Stonehand’ isimli yeni programı dünya kamuoyuyla paylaşma hamlesi, CIA Başkanı Robert Dewey ve yeni asistanı Heather Lee tarafından engellenmeye çalışılırken örgüt Parsons ve Bourne’u yok etme adına deneyimli suikastçı Asset’i devreye sokuyor...

 

Haberin Devamı

Greengrass’ın Christopher Rouse’la birlikte kaleme aldığı senaryo, ‘Bourne serisi’nin temel teması olan “Aslında sistemde sorun yok, problem kötü niyetli kimi yöneticilerde”yi tekrarlıyor. Yeni programın deşifre edilmesi yukarıda da belirttiğim gibi öyküye Snowden’vari bir etkinin ifadesi olarak katılmış. CIA’le ortak çalışan sosyal medya dâhisi Aaron Kalloor tiplemesi de, gücün karanlık tarafına geçmiş bir Zuckerberg portresi sunuyor. Greengrass bu türden kenar süslemelerine sahip öyküyü görsel açıdan etkileyici anlarla sunuyor. Filmin adrenalin yükselten bölümleri Atina ve Vegas’taki takip (biri motosikletli, diğeri araçlı) sahnelerinde karşımıza geliyor.

 

Haberin Devamı

MARS’TAN GELMİŞ OYNAMIŞ! 

 

Oyunculuklara gelince: En son Mars’ta dört yıl geçiren (!) Matt Damon,  kariyerinin en bilinen tiplemesine geri dönüyor ve de rolünün hakkını veriyor. Sistemin olanaklarını kötü yönde kullanan yönetici tiplemesinde Tommy Lee Jones, serideki öncüleri Chris Cooper, Brian Cox ve David Strathairn’den aldığı bayrağı yere düşürmüyor, hatta daha ileri noktalara taşıyor. Nicky Parsons’ta Julia Stiles, seride son kez rol alıyor. Bourne’la platonik bir aşka yelken açan Heather Lee’de de Alicia Vikander, ‘Kod Adı: UNCLE’la adım attığı casuslar dünyasında daha geniş mesafeleri kat ediyor. ‘Suikatsçı’ Asset’te de Fransız aktör Vincent Cassell gayet iyi. Aaron Kalloor karakterinde ise özellikle ‘Nightcrawler’la hatırladığımız Riz Ahmed’i izliyoruz.Sonuç? Serinin çıtası yüksek... ‘Jason Bourne’, bu yüksekliği sağlayan öncüsü üç filmin standartlarını belli oranlarda tutturuyor ama öykünün temaları bakımından bu dördüncü adım yer yer tekrar havasından kurtulamıyor. Ama anlaşılıyor ki Greengrass’ın Bourne etiketli toplamdaki üçüncü çalışması, yeni bir serinin ilk çalışması olacak. Bekleyelim görelim...

 

Haberin Devamı

BÜTÜN KIZLAR TOPLANDIK

 

Hollywood’un ‘Retro’ hamleleri sürüyor... Son adım, 80’lerin kült filmlerinden ‘Hayalet Avcıları’ (‘Ghostbusters’). Paul Feig imzalı ‘şimdiki zaman’ın temsilcisi, kuşkusuz orijinalinden 32 yıl sonra sahaya çıkarken takımın yapısından rötuşlara gitmiş... Ivan Reitman imzalı 1984 tarihli ‘Hayalet Avcıları’nda ekibin dizilişinde erkekler hâkimdi; bu kez bütün ana karakterlerde kadınları izliyoruz. Yönetmen Feig’in, Katie Dippold’la birlikte kaleme aldığı senaryodan çekilen yapım, New York’ta boy gösteren hayaletlere karşı mücadeleye koyulan dört kadının hikâyesine odaklanıyor.

 


Paul Feig, özellikle başrolünde Melissa McCarthy’yi izlediğimiz ‘Nedimeler’ (‘Bridesmaids’) , ‘Ateşli Aynasızlar’ (‘The Heat’), ‘Ajan’ (‘Spy’) gibi filmleriyle tanındı. İkili, ‘Hayalet Avcıları’nda bir kez daha bir araya gelirken öykünün ana tonu kahramanları itibariyle feminen bir hava estiriyor. Hikâyedeki tek ana erkek karakter ise ‘Aptal sarışın’ tadında. Bu rolde, ‘Thor’ tiplemesiyle tanınan ve bugüne kadar oyun gücünden ziyade ‘kasları’yla ön plana çıkan Chris Hemsworth’ü izlememiz, yeterince ironik olsa gerek... Bu arada yeni ekipten Kate McKinnon da çok iyi oynuyor.

 

Haberin Devamı

ESKİLERİ ARATIYOR

 

Şimdiki zamanın ‘Hayalet Avcıları’, orijinal filmin ana oyuncuları Bill Murray, Dan Aykroyd, Sigourney Weaver ve Ernie Hudson’ı (eski ekipten Harold Ramis’i 2014’te kaybetmiştik) ustalara saygı kabilinden ara rollerde karşımıza getiriyor. Kuşkusuz artık altın çağını yaşayan bilgisayar teknolojisinden alabildiğine yararlanan 2000’li yılların ‘Hayalet Avcıları’, bütün avantajlarına rağmen insanı alıp götüren bir film olmamış. Evet, yer yer gayet iyi espriler ve göndermeler var ama yine de film kesik kesik ilerliyor ve sanki bir bütüne  ulaşamıyor.

 

Genel bir çerçevede Feig’in filmi, serinin üçüncü adımı... Şimdiki zamanın ‘Hayalet Avcıları’nın hatırlattığı en önemli şey ise Ray Parker Jr.’ın zamana yenik düşmeyen,  filmin enfes tema müziği olmuş..

 

İSYANIM BİRİKTİ, SIĞMAZ İÇİME...

 

‘Eyvah Annem Dağıttı’ (‘Bad Moms’), klasik kurumları ti’ye alırken aslında “Derdimiz onları yıkmak değil, yeniden yapılandırmak” diyen zamane komedilerinden biri. İki çocuğunun peşinde koştururken bir yandan iş hayatının çarkları altında ezilen modern bir annenin (temel hiçbir konuda gayret göstermeyen baba figürü da cabası) günün birinde “Yeterrrr” diyerek isyan bayrağını çekmesiyle başlayan bir süreci anlatan film, temel olarak Cameron Diaz ve Jason Segel’in başrollerini paylaştığı ‘Bad Teacher’ı andırıyor. Jake Kasdan’ın filminde ‘öğretmenlik’ olgusu tersten okunmaya çalışılıyordu, burada da ‘annelik’ kurumunun genel doğruları esprili bir dille gözden geçiriliyor. Uçuk kaçık Carla çok iyi‘The Hangover’ın senaristleri Jon Lucas ve Scott Moore’un yazıp yönettikleri yapımda Mila Kunis isyankâr anneyi, Kathryn Hahn ve Kristen Bell de ‘işbirlikçileri’ni oynuyor. Klasik ve mükemmel görünümlü annede ise Christina Applegate’i izliyoruz.Yer yer hınzırlıklara göz kırpan, yer yer de altı çizili biçimde ‘politik duyarlılıktan uzak’ (“Asyalılar bile” mesela) göndermelere soyunan ‘Eyvah Annem Dağıttı’, yatak odası esprilerinde de uçlara uzanıyor ve genel olarak ortalamayı aşamıyor. Oyunculuklar açısından da uçuk kaçık Carla rolünde Kathryn Hahn açık ara filmin en iyisi...   

 

DİĞER SEÇENEKLER

 

Bu haftanın mönüsünde yer alan diğer yapımlara gelince... ‘Prensim’ (‘Mon roi’). Bizde daha çok ‘Polis’ filmiyle tanınan Maiwenn’in yönettiği yapımda Vincent Cassell, Emmanuelle Bercot, Louis Garrel ve Isild Le Besco rol alıyor. Padraig Reynolds’un yönettiği ‘Şeytanın Oyuncakları’nda (‘Worry Dolls’) ise başrolleri Greg Haggart, Christopher Wiehl, Daniel Kolker ve Padraig Reynolds gibi isimler paylaşıyor.

 

Hâlâ takımdan ayrı düz koşuyor...

Yazarın Tüm Yazıları