Paylaş
londra, Barcelona ve Roma eksenli ‘Avrupa turu’nu tamamladıktan sonra yeniden kendi iç sularına dönen Woody Allen, son filmi ‘Café Society’de bir anlamda temel problemlerini kapı önüne bırakıyor ve hüzünlü bir aşk hikâyesini komediyle flört ederek anlatıyor. Malum, üstat nevrotiktir, ölümü hiç aklından çıkarmaz ve her daim varoluşsal meselelerin peşinde koşar (Hoş, aşk da bir varoluşsal meseledir ama felsefi denklemi son derece basit ve bir o kadar da karmaşıktır)...
Öte yandan ‘Café Society’ sadece ‘Kırık bir aşk hikâyesi’ne odaklanmıyor, aynı zamanda Hollywood’un ‘Altın çağları’na da saygı duruşunda bulunuyor. Önce kısaca öykü diyelim: 1930’lu yıllar... Yahudi kökenli Phil Stern, Los Angeles’ta sinema sektörünün önde gelen şahsiyetlerinden biridir. Ağzından Ginger Rogers’lar, Robert Taylor’lar, James Gagney’ler düşmez. Günün birinde New York’taki ablası arar ve oğlu Bobby’ye iş bulmasını ister. Lakin dayısına güvenerek yola çıkan genç önce Phil’den yüz bulamasa da nihayetinde bürodaki ‘getir-götür işleri’ için istihdam edilir. Bobby çok geçmeden Hollywood âleminin gerçek yüzünü yakından görürken kendisine mihmandarlık yapan dayısının sekreteri Vonnie’ye (ki ismi Veronica’nın kısaltılması) de âşık olur. Ve fakat genç kız bir gazeteci sevgilisi olduğunu söyleyerek aralarında bu türden bir ilişkinin olamayacağını belirtir. Derken kimi gelişmeler Bobby ve Vonnie’yi gelgitlerle dolu bir sürecin parçası haline getirir...
HOLLYWOOD’DA GECE YARISI!
Woody Allen, ‘Café Society’de hüznü ağır basan bir hikâyeyi, kendisinden kimi parçalar bulabileceğimiz romantik bir ana karakter etrafında sunarken sinema sektörünün geçmişine doğru zevkli bir tura da davet etmiş seyircisini. Işıltılı bir dünyanın içindeki yalnızlar, kalbi kırıklar, sahte hayatlar gibi aslında bildik ve üzerinden defalarca geçilmiş bir güzergâhı, kendince zarif dokunuşlar ve hınzırlıklarla yeniden önümüze atmış. Genel bir çerçevede ‘Café Society’nin bizi tıpkı ‘Paris’te Gece Yarısı’ (‘Midnight in Paris’) türünden bir yolculuğa çıkardığını söylemek mümkün (Sadece karakterler bu kez zamanda yolculuk yapmıyorlar!)
Öte yandan ‘Café Society’nin ‘Muhteşem Gatsby’ (‘The Great Gatbsy’) türü bir alt metni de var gibi; onca şaşaa ve görkem içinde bir tür ‘Yalnızlar rıhtımı’nın tarifine soyunuyor... Detaylarda ise yukarıda da belirttiğim gibi Hollywood’un ‘altın çağları’na selam yollanırken Barbara Stanwyck mesela Vonnie ve Bobby’nin izlediği ‘Lady in Red’ filmiyle anılıyor. (Keza ikili şehri gezerken o dönemin yıldızlarının malikânelerine, villalarına dışarıdan göz atıyor.)
Bobby, New York’a dönüp ‘Café Society’yi açtığında ise özellikle ağabeyi Ben üzerinden de dönemin mafyatik ‘ifade biçimleri’ni hatırlıyoruz.
‘Café Society’ 81 yaşındaki Woody Allen’ın son derece dinamik ve genç işi çalışmalarından. Film akıp gidiyor (ki bu elbette onun sineması içinde normal bir durum). Öte yandan Allen, bu kez efsanevi görüntü yönetmeni Vittorio Storaro’yla çalışmış. ‘Paris’te Son Tango’, ‘Kıyamet’, ‘Son İmparator’, ‘Kızıllar’ gibi yapımlardan tanıdığımız İtalyan usta, Woody Allen kadrajlarına doğrusu farklı bir görüntü tadı ve zenginlik katmış.
SADİST BİR YAZARIN...
Oyunculuklara gelince... Jesse Eisenberg, ‘Roma’ya Sevgilerle’den sonra bir kez daha Allen’la çalışırken masum, hisli ve kalbi kırılmaya müsait Bobby’de gayet iyi bir performans ortaya koymuş. Kristen Stewart da artık popüler gençlik filmlerinin yıldızından, farklı kalibrelere sahip yönetmenlerin filmlerine doğru yol alan ve yeteneğinin sınırlarını her yeni adımında daha ileriye taşıyan bir oyuncu profili çiziyor. Ben kendisini özellikle Assayas’ın ‘Sils Maria’sında çok beğenmiştim, ‘Café Society’de bu yeni yolun köşe taşlarından biri olabilir. Blake Lively ise elbette geçen haftaki ‘Karanlık Sular’ hamlesinin ardından daha kısa bir rolde hem kendisini hem de ona özgü ‘zarif kadın’ imajını bir kez daha hatırlatıyor. Steve Carell da işbilir sinemacı Phil de çok iyi. Ben ayrıca Bobby’nin babası Marty’de İskoç aktör Ken Stott’u (ki kendisi ‘Hobbit’ serisinde de oynamıştı) ve mafyöz ağabey Ben’de Corey Stoll’u beğendim.
Sonuç olarak Woody Allen’ın anlatıcı olarak sesiyle de eşlik ettiği ‘Café Society’ aslında kendi içindeki bir repliğin, “Hayat, sadist bir yazarın kaleme aldığı bir komedidir”in ifadesi adeta...
BİR NEVİ ‘KİRLİ DÜZİNE’...
Devletin güvenliği için çalışan özel yeteneklere sahip bir grup psikopatın öyküsü... DC Comics’in Marvel’la sürdürdüğü yarışta sahaya sürülen son film niteliğindeki ‘Suicide Squad: Gerçek Kötüler’, senaryosu ve oyunculuk performanslarıyla son derece vasat bir çalışma olmuş.
DC Comics’le Marvel arasındaki rekabet beyazperdede bütün hızıyla sürüyor. İki taraf da eldeki değerleri tek tek ve toplu olarak sahaya (beyazperdeye) sürüyorlar. Bu haftanın yenilerinden olan ‘Suicide Squad: Gerçek Kötüler’, DC Comics cephesinin son hamlesi. Özellikle Denzel Washington’a ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dalında Oscar getiren ‘Training Day’le tanınan David Ayer’in yazıp yönettiği film, fragmanı itibariyle beklenti çıtası yüksek tutulan bir yapımdı. Lakin Batı âlemindeki öngösterimler sonrası yabancı meslektaşlarımız genellikle hayal kırıklığına uğradıklarına dair yazılar kaleme almışlardı. Doğrusu benim ‘özel’ bir beklentim olmadığı için filmi izledikten sonra hayal kırıklığı yaşamadım ama Ayer’in özellikle senaryo ve diyaloglar açısından son derece vasat bir işe imza attığını söyleyebilirim. Zaten günümüz sinemasının kimi örneklerinde görüntülere ve kimi sahnelere diyecek yok. Malum onlar, sağ olsun, teknolojinin eseri!
Önce konuyu özetleyelim: Olası tehlikelere karşı tutuklu olarak bulundurduğu birtakım özel yeteneklere sahip kötüleri sahaya sürme fikrinin sahibesi hükümet görevlisi Amanda Waller, üst makamlardan izin alır. Nitekim bir arkeoloğun bedenini ele geçiren ve kötülüğünü bütün evrene yaymak isteyen bir cadı ortaya çıkınca, bu fikriyat da tatbikata dönüşme şansına erişir. Aynı zamanda arkeoloğun sevgilisi olan Albay Rick Flag komutasındaki Deadshot, Harley Quinn (ki kendisi Batman’in ezeli rakibi Joker’in sevgilisidir), Diablo, Boomerang, Killer Croc gibi isimlerden oluşan ‘İntihar Mangası’, kimi ‘zoraki’ nedenler eşliğinde toplumun geleceği ve güvenliği adına devletle işbirliğine gider.
EN KÖTÜ PERFORMANS CARA DELEVİNGNE’İN
Bir tür ‘Dirty Dozen’ (‘Kirli Düzine’) esprisi etrafında psikopat kişiliklere sahip anti-kahramanların gövde gösterisi niteliğindeki filmde oyunculuklar da en az senaryo kadar vasat (özellikle Enchantress adlı cadıyı ve June Moone adlı arkeoloğu canlandıran Cara Delevingne çok kötü). Harley Quinn’de Margot Robbie idare eder, Joker’de de Jared Leto elbette bir Heath Ledger değil ama o da idare eder kabilinden durumu kurtarmış. Gerçi öykü zaman zaman Deadshot’ın üzerine kurulmuş gibi görünüyor ama bu karakterde Will Smith de genel vasatlığın parçası olmaktan kurtulamamış. Ben filmde en çok Diablo karakterini ve Jay Hernandez’in oyunculuğunu beğendim.
Son olarak ‘Superman’ gibi klasik kahramanlarla büyüyen ve en azından kökleri Kripton’a dayanan bu arkadaşa olan sevgisi her daim süren ‘demode’ bir kuşağın temsilcisi olarak Marvel ürünü ‘The Avengers’ tayfasına pek sıcak değilimdir. Ama naçizane görüşüm şudur ki: Batman’in düşmanlarından oluşan ‘Suicide Squad’çılar, ‘The Avengers’ın karşısına çıkmasın; fark yerler, tarihi hezimet olur!
Bu arada filmin en güzel yanının soundtrack’i olduğunu söyleyebilirim.
ANCAK BİR BENZERİM...
Bazı randevular geçmişe tekrar göz atma ve yitip giden değerleri yeniden hatırlamanın vesilesi oluyor. Yenilenen kopyasıyla vizyon şansı bulan ‘Véronique’in İkili Yaşamı’ (‘La double vie de Véronique’), işte böylesi bir işlevi de üstlenmiş durumda. 1991 tarihli filme yıllar sonra tekrar göz atarken bambaşka bir sinemanın ve sinemacının aramızdan geçip gittiğine şahit oluyoruz. Polonyalı büyük usta
Krzysztof Kiešlowski, kendine özgü uhrevi dünyasını ve hayata bakışını bugün her biri unutulmaz sinema deneyimleri gibi duran yapıtları vasıtasıyla aktarmış ve 1996’da “Benden bu kadar” diyerek aramızdan ayrılmıştı.
‘Véronique’in İkili Yaşamı’ (ki vakti zamanında biz bu filmi ‘Véronique’nın Çifte Hayatı’ diye belleğimize yerleştirmiştik), biri Polonya’da, diğeri Fransa’da aynı adlı (Weronika ve Véronique) iki kızın paralellikler içinde seyreden hayatlarına odaklanıyor. Üstadın bu filmden sonraki hamlesi, ‘Mavi-Beyaz ve Kırmızı üçlemesi’nde daha yakından tanık olduğumuz kimi sinemasal dokunuşların bir tür fragmanlarını da içeren ‘Véronique’in İkili Yaşamı’, yine kader teması etrafında gelişen anlara ve sekanslara sahip. Öykünün Polonya cephesi, Krakow’daki teyzesinin yanına gittiğinde bir gösteri sırasındaki kargaşadan uzaklaşırken o sırada meydandaki turist otobüsünde ise Fransa cephesi yer almakta ve farkında olmadan, ikili arasındaki en önemli somut kanıtı fotoğraflamaktadır... Yine farklı bedende aynı kişiymiş gibi algıladığımız söz konusu iki kutbun arasındaki bağlantının (ya da çağrışımın) kodları bir kasettedir ve bu da bence Kiešlowski’ye özgü uhrevi bir esrarın ifadesidir.
UZUN ZAMANDIR ÖKSÜZÜZ...
‘Véronique’in İkili Yaşamı’ kendini kolay ele veren ve bizim basit kelime dağarcığımızla ifade edebileceğimiz türden bir film değil. Belki bu noktada o çok klişe tanıma ihtiyacımız var;
“ANLATILIR DEĞİL YAŞANIR TÜRDEN...”
Üstadın klasik müzisyeni Zbigniew Preisner’in sanatını konuşturduğu, Slawomir Izdiak’ın kamerasıyla şiirsel kadrajlar sunduğu, sonradan ‘Kırmızı’da da rol alan Irène Jacop’un kırılgan güzelliğiyle damgasını vurduğu ‘Véronique’in İkili Yaşamı’ sizi bekliyor. Bu muhteşem randevuyu kesinlikle kaçırmayın. Filmin, üstadın daha erken dönem yapıtlarından ‘Kör Talih’le (‘Przypadek’) aynı sularda yüzdüğünü de belirtmek lazım. Bir küçük not: ‘Café Society’nin iki ana kadın kahramanının da isimlerinin Veronica olması, tam da Polonyalı büyük ustanın dünyasına yakın bir tesadüfler zincirine işaret ediyor olsa gerek!
Son olarak artık ne Kiešlowski var ne de böyle filmler çeken birileri... Uzun zamandır öksüsüz yani...
DİĞER SEÇENEKLER
Haftanın mönüsünde yer alan diğer iki yapıma gelince... Jose Manuel Cravioto’nun yönettiği gerilim türündeki ‘Vahşet Gecesi’nde (‘Bound to Vengeance’) Tina Ivlev, Richard Tyson ve Bianca Malinowski gibi isimler rol alıyor. Yerli yapım ‘Lanetli Anahtar: Cinlerin Gazabı’nda ise başrolleri Zeynep Buse Kale, Ayça Büsküvütçü, Zeynep Ülkü Kam ve Deniz Yalımcan gibi isimler paylaşmış. Yönetmen ise Hasan Gökalp.
Paylaş