Havadan suya uzanan o ince çizgide...

Clint Eastwood’un son çalışması ‘Sully’, Ocak 2009’da Hudson Nehri’ne zorunlu iniş yapan bir uçağın kaptan pilotu Chesley Sullenberger’e yönelik bir soruşturma etrafında gelişiyor. Tom Hanks’in sürüklediği film, kahramanlıkla suçlu olma hali arasında gidip gelen psikolojik duruma odaklanıyor.

Haberin Devamı

Önce bir başka filme (‘Flight’) ilham kaynağı olmuştu, şimdi bizatihi kendi öyküsünün filmiyle (‘Sully’) karşımızda... Evet, Chesley ‘Sully’ Sullenberger’den bahsediyoruz. Bir başka deyişle havacılık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir mucizeye imza atan 42 yıllık emektar pilottan...

 

Önce çıkan kısmın özeti diyelim: New York’taki LaGuardia Havalimanı’ndan havalanan 1549 sefer sayılı uçak bir kuş sürüsüyle karşılaşır. Bu durum 2800 fit yükseklikte, motorların devre dışı kalmasına neden olur. İki seçenek vardır; ya LaGuardia’ya geri dönülecek ya da yakın bir mesafede bulunan bir diğer havalimanı Teterboro tercih edilecektir. Kaptan pilot Sullenberger, bu iki seçeneğin de A320 tipi uçaktaki, beşi mürettebat toplam 155 kişinin hayatının kurtarılmasına zaman açısından uygun olmadığına, New Jersey’yle Manhattan’ın Batı Yakası arasında akan Hudson Nehri’nin iniş için en iyi ihtimal olduğuna karar verir. Ve yardımcısı Jeff Skiles’la bu seçenek doğrultusunda harekete geçer...

 

Haberin Devamı

15 Ocak 2009 sabahı gerçekleşen bu olay, kamuoyunun belleğine ‘Hudson’daki Mucize’ olarak kazınırken Ulusal Taşımacılık Güvenlik Kurulu, Sullenberger’in diğer iki seçeneği niye kullanmadığı üzerinden bir soruşturma açar. Çünkü kurula göre olay sırasında onca kişinin hayatı riske atılmıştır.
Clint Eastwood, son filmi ‘Sully’de işte bu ana gövdesi kamuoyunun gözü önünde biçimlenmiş bir vakanın arka planına ve kahramanlıkla suçlu olma hali arasında gidip gelen bir pilotun haletiruhiyesine odaklanıyor. Bu da bir anlamda “Herkesin bildiği bir hikâyeyi bir de benden dinleyin” türü bir durum yaratıyor. Eastwood, yer yer geri dönüşlerle ve olayı ayrıntılarıyla (uçağın suya iniş sahneleri özellikle) karşımıza getiren bir görsellikle beslediği bu yönetmenlik kariyerindeki 35. filminde, sakin, serinkanlı bir anlatımı yeğlemiş (öyle ki bu sakinlik neredeyse öyküdeki her karaktere sinmiş).

 

Haberin Devamı

Girişte, öyküsü bu olaydan esinlenerek biçimlenmiş bir filmden, ‘Flight’tan bahsetmiştik. Robert Zemeckis imzalı bu yapımda hem ana karakter hem de uçağın havadaki serüveni daha uçlardaydı. ‘Sully’ kuşkusuz gerçek bir olayın aktarımı olduğu için ayakları yere basan bir film; bir tek A320’nin nehre indirilmesi bu gerçekliği bozuyor ama bu da zaten ‘mucize’nin gerçekliği dahilinde!

 

‘İdeal Amerikalı’

 

Oyunculuklara gelince; en son ‘Kral İçin Hologram’da izlediğimiz Tom Hanks, “Şimdiki zamanın James Stewart’ı” türünden bir benzetmeyi bu filmde de yaşatıyor. Zaten Chesley Sullenberger karakteri de genel çizgileri itibariyle geçmişten gelmiş gibi duruyor: Sakin, dürüst, vicdanlı, açıksözlü, kahraman ama yaşananlara ilişkin, “Ben sadece işimi yaptım, tıpkı uçaktaki ekibim gibi” diyecek kadar da mütevazı. Bu prototip aslında ‘Cumhuriyetçi’ Clint Eastwood’un ‘İdeal Amerikalı’sına da denk düşüyor. Tam bu noktada küçük bir parantez açayım: Kendisi benim için yaşayan en büyük sinemacılardan biridir ama bir önceki filmi ‘American Sniper’la ideolojik açıdan rezil bir işe imza atmıştı. Hanks meselesine dönersek; tecrübeli aktör ‘Sully’de ‘Kaptan Phillips’ ve ‘Casuslar Köprüsü’ndekine benzer bir performans ortaya koyuyor, gerçi daha çok vakit var ama Chesley Sullenberger karakteriyle ‘En İyi Erkek Oyuncu’da Oscar’a aday olursa, şaşırmayız gibime geliyor. ‘Yardımcı’ pilot Skiles’ta da Aaron Eckhart da gayet iyi ama ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’da aday olur mu, orasını bilemem! Laura Linney, Eastwood’la ilk kez 1997 yapımı ‘Absolute Power’da çalışmıştı, ikili yıllar sonra tekrar bir araya gelirken filmde Linney’yi Lorraine Sullenberger rolünde izliyoruz.

 

Haberin Devamı

Sonuç? Sullenberger’in yaşadıklarını anlattığı ve Jeffrey Zaslow’un kaleme aldığı ‘Highest Duty’ adlı kitaptan uyarlanan ‘Sully’, Eastwood’un başyapıtlarından değil belki ama ‘başaltı çalışmaları’ndan biri olarak izlenmeyi hak ediyor.

 

AH ŞU İKİYÜZLÜ KÜÇÜK BURJUVA AHLAKI...

 

Daha çok ‘Love Is Strange’le tanınan Ira Sachs imzalı ‘Küçük Adamlar’ (‘Little Men’), 13 yaşındaki iki erkek çocuğunun dostluğu çerçevesinde sınıfsal meselelere göz atan sakin ve derin bir film. Öykü kısaca şöyle: Tiyatro oyuncusu Brian, psikoterapist eşi Kathy ve oğlu Jake’le birlikte, vefat eden babasının Brooklyn’deki evine taşınır. Çok geçmeden Jake, evin alt katındaki küçük butiğin sahibesi Şili göçmeni Leonor’un oğlu Tony’yle sıkı dost olur.Sachs, senaryosunu Mauricio Zacharias’la birlikte kaleme aldığı filminde öncelikle biri ressam, diğeri oyuncu olmak isteyen ve bu hedefleri gerçekleştirmek için LaGuardia Lisesi’ne girmeye çabalayan iki çocuğun arayış dönemlerine odaklanmış. Öte yandan Jake’le Tony arasındaki bu dostluğu gölgeleyen bir mesele var ortada; rantsal dönüşüm!Brian ve kız kardeşi Audrey hayattayken ilgilerini esirgedikleri, kapısını asla çalmadıkları babalarından kalan mirasın, yani küçük dükkânın gelirine göz dikiyorlar. Bu hamlenin somut göstergesi de Leonor’un kirasını artırmak oluyor.Sachs, ‘Küçük Adamlar’da Jake ve Tony’nin hayatlarına, psikolojilerine ve doğru rotayı arama çabalarına odaklanırken yaşananlara soğukkanlı ve gerçekçi bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Ama film asıl kıvamını bence Brian, eşi Kathy ve kız kardeşi Audrey üzerinden küçük burjuva ahlakını ve ikiyüzlülüğünü deşifre ederken buluyor. Bu arada Brian’ın, Çehov’un ‘Martı’sında rol alması da zarifçe bir gönderme olmuş. Oyunculuklara gelince; başta Jake’te Theo Taplitz, Tony’de Michael Barbieri  olmak üzere kadronun hepsi çok iyi. Lakin ben Leonor’da Paulina Garcia’nın performansını birkaç adım önde buldum. 2013 yapımı ‘Gloria’daki muhteşem kompozisyonuyla da hatırladığımız Garcia, abartısız ve detaylarda öne çıkan üslubuyla filme damgasını vuruyor.Sonuç olarak bu son derece sade ve etkileyici çalışmayı kaçırmayın derim.  

 

Haberin Devamı

NE İSA’YA NE BİZE YARANIYOR...

 

William Wyler’ın 1959 tarihli ve 11 Oscar’lı epik destanı ‘Ben-Hur’, şimdiki zaman versiyonuyla huzurlarımızda. Orijinalinin görkeminden uzak görünen şimdiki zamanın temsilcisi, deniz savaşı ve araba yarışı sahneleriyle dikkat çekiyor. Ben-Hur’u canlandıran Jack Huston da tabii ki bir Charlton Heston değil.

 

Amerikan İç Savaşı’nda Kuzeyliler safında yer alan General Lewis Wallace’ın 1880’de yazdığı ‘Ben-Hur: A Tale of the Christ’ adlı romanı, sessiz sinema döneminden sonra 1959’da bir kez daha beyazperdeye uyarlanmış ve söz konusu yapım, yedinci sanatın en unutulmaz yapıtları arasına girmişti. William Wyler’ın yönettiği ‘Ben-Hur’ tam 11 dalda Oscar’a uzanarak bir rekora imza atmıştı. Çekimleri sırasında 800 bin figüranın rol aldığı yapımda, ana karakteri canlandıran Charlton Heston performansıyla akıllara kazınmıştı. Filmin Oscar başarısını yıllar sonra ‘Titanic’ ve ‘Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü’ egale edebilmişti.

 

Haberin Devamı

Film, Prens Judah Ben-Hur’un ailesinin büyüttüğü Romalı bir gencin, Messala Severus’un kardeşlikten nefret dolu bir çizgiye ve de ölümcül bir mücadeleye uzanan ilişkisini anlatır. Dengeler değişip Kudüs Romalılar tarafından işgal edildiğinde Prens, önce kürek mahkûmu olur, daha sonra kurtulup intikam almak üzere araba yarışına katılır...

 

Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Ben-Hur’ ise şimdiki zamanın seyircisine aynı öyküyü hatırlatmaya soyunmuş. Elbette 2016 versiyonunu çeken ekip, sahaya çıkarken bir efsaneyle hesaplaşmaya girişeceklerinin ve filmlerinin, böylesi bir kıyas düzleme üzerinden ele alınacağının farkındaydılar. Bu türden bir dezavantajı da, yönetmen koltuğuna görsel vizyonu yüksek bir ismi, Kazak kökenli Timur Bekmambetov’u oturtarak bir nebze azaltmayı hedeflemişler anlaşılan. Ama genel sonuca bakıldığında bu amaca ulaşılmamış.

 

‘Hepimiz kardeşiz’

 

Hoş, dışarıdaki eleştirmenler yerden yere vurmuş ama ben şimdiki zamanın ‘Ben-Hur’unu o kadar da kötü bulmadım, en azından görselliğiyle ilgiyi hak ediyor. ‘Night Watch’, ‘Wanted’, ‘Abraham Lincoln: Vampire Hunter’ gibi yapıtlarıyla tanınan Bekmambetov, özellikle deniz savaşı ve araba yarışı bölümlerinde filmini hâkim olduğu sulara çekmiş ve etkileyici kadrajlarla adrenalin yükseltici anlar yakalamış.

 

Oyunculuklara gelince; bu alanda da ‘orijinal’ yapıtın gölgesi kadroya olumsuz etki yapıyor. ‘Ben-Hur’u canlandıran Jack Huston (ki kendisi John Huston’ın torunu, Anjelica ve Danny Huston’ın da yeğeni; yani sinemacı bir ailenin üyesi), bir Charlton Heston değil, Messala’daki Toby Kebbell da Stephen Boyd. Ama zaten bu filmin asıl meselesi kadro değil. Bekmambetov’un hamlesindeki en önemli eksiklik, karakterlerin derinlikten yoksun olması. Öykü de yumuşatılmış, sevgi ve kardeşlik temalarına yüklenilmiş. Ayrıca birçok sahne bilgisayar yardımıyla yaratılmış. Wyler’ın yapıtı bir kere epikti, 3 saat 32 dakikalık bir uzunluğa sahipti, figürasyon müthişti; sözün özü, döneminin ifadesi olarak el emeği göz nuruydu. Yani iki filmi aynı tartıda değerlendirmek, biraz haksızlık gibi geliyor bana. Bekmambetov’un hamlesi orta karar bir tarihsel aksiyon, arada da Hz. İsa figürü üzerinden günümüze ilişkin “Hepimiz kardeşiz” mesajlarını izliyoruz.

 

Not: Filmdeki ‘temsilcimiz’ Haluk Bilginer, Ben-Hur’un kayınpederi Simonides’i canlandırıyor. Birkaç sahnede karşımıza gelen deneyimli aktörün ismi ‘Kuyruk jeneriği’nde ‘Haluk Biligner’ olarak yazılmış, yani filmin yapım ekibinde ‘tashihçi’ yokmuş!

Yazarın Tüm Yazıları