Paylaş
İngiliz sinemasının geçen yılki üretim hanesinde en çok dikkat çeken (ve başta Oscar olmak üzere ödüllere boğulan, takdir gören) filmler, etkileyici sinematografiler eşliğinde ilerlese de belli bir noktadan sonra hamasete soyunan ve kahramanlık dozajı yükselen ‘Dunkirk’ ve ‘En Karanlık Saat’ti. Aynı coğrafya, 2017’de başka bir cepheye daha el atarak, Sovyetler Birliği’nin siyasi tarihine ve komünist sisteme son derece alaycı, karikatürize ve aşağılayıcı bir şekilde yaklaşan bir yapımı, ‘Stalin’in Ölümü’nü (‘The Death of Stalin’) de sahaya sürdü. Sağduyularına güvendiğim kimi İngiliz eleştirmenlerin bile göklere çıkardığı ve yıldızlara boğduğu bu yapımın, doğrusu iyi niyetli bir çaba olduğunu söylemek zor.
Önce kısaca öykü diyeyim: Yıl 1953. Josef Stalin, Moskova Radyosu’nda verilen bir klasik müzik konserinin kaydını, dinlemek için ister. Lakin canlı yayımlanan konser kaydedilmemiştir. ‘Diktatör’ün hışmından korkan teba, bir an önce harekete geçer, radyonun yöneticisi konseri seyircileriyle birlikte tekrarlatır. Kayıt Stalin’e ulaştırılır. Ve fakat ‘Diktatör’ o gece felç geçirir ve çok geçmeden ölür. Bu manzara karşısında partinin ileri gelenleri, iktidar oyununda yer kapmak hamle yarışına girişirler. Güvenlik Şefi Lavrenti Beria başta olmak üzere Nikita Kruşçev, Georgy Malenkov, Vyacheslav Molotov, Anastas Mikoyan, Nikolai Bulganin; hepsi kartların yeniden dağıtılacağı sistemde kendilerine ikmal aramaktadır...
Daha çok dizi dünyasında (yazar ve yönetmen olarak) ürün vermiş bir isim olan İskoçya doğumlu Armando Iannucci’nin imzasını taşıyan ‘Stalin’in Ölümü’, bir kere esprileri, vurguları, oyuncuların vücut dilleri ve ‘Batı değerleri’ne (özellikle o dönemin Hollywood sinemasına) yaptığı göndermeleriyle çok İngiliz kokuyor. Bu, bence yeterince yabancılaştırma yaratıyor. Ama asıl mesele senaryo (ki Iannucci’yle birlikte David Schneider ve Ian Martin kaleme almış); bütün karakterleri öyle karikatürize ve abartılı çizmiş ki, film eleştiri ve sisteme (ya da döneme) vurgu çizgilerini aşıp hakaret düzeyinde seyrediyor.
‘Stalin’in Ölümü’nü, Putin’e olan öfkenin bir tezahürü olarak görmek de mümkün.
Stalingrad olmasaydı!
Peki böylesi bir ‘komedi’ (ki ben bütün film boyunca iki ya da üç yerde güldüm, doğrusu izlediğimiz şeyin iyi bir komedi olduğu kanaatinde de değilim) çekilmez mi? Çekilebilir elbet. Hatta şu bile öne sürülebilir: “Zaten adamlar kendileriyle de dalga geçiyorlar, ‘Emret Başbakanım’ı izlemediniz mi?” Evet izledik ama orada belli bir sanat çizgisi ve düzey vardı; burada sanki her yerden nefret fışkırıyor.
Belki muhafazakâr ya da ortodoks bir solcu tavrıyla hareket ediyor gibi görünebilirim ama (bu arada asla ‘Stalinist’ değilim!) sanki şöyle bir vicdana sahip olmak gerekiyor diye düşünüyorum: Siz ‘Dunkirk’ gibi bir tahliye vakasını bile kahramanlık olarak sunmaya çalışırken bu filmde dalga geçtiğiniz kimi karakterler ve onların ait olduğu coğrafya, Stalingrad’da Nazilere karşı insanlık tarihinin en büyük sınavlarından birini verdi ve muhtemelen dünyanın gidişatını değiştirdi. Dolayısıyla geçmişin bize bıraktığı bu tür miraslar, ne türden bir film yaparsanız yapın, ne türden bir öykü anlatırsanız anlatın, belli bir vicdan ve sağduyu gerektiriyor diye düşünüyorum.
Kadroya gelince: Başta Kruşçev’de karşımıza gelen Steve Buscemi olmak üzere Simon Russell Beale (Beria), Jeffrey Tambor (Malenkov), Michael Palin (Molotov), Adrian McLoughlin (Stalin), Rupert Friend (Stalin’in oğlu Vassily), Andrea Riseborough (Stalin’in kızı Svetlana), Jason Isaacs (En karikatürize çizilmiş karakter olan General Zhukov), Olga Kurylenko (orkestranın solisti Maria Yudina); bütün bu deneyimli isimler üzerlerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyor ve canlandırdıkları tarihi kişilikleri ve kurgusal karakterleri, alabildiğine ‘karikatürize’ etmeyi başarıyorlar.
Fabien Nury ve Thierry Robin imzalı bir Fransız grafik romanından uyarlanan bu ‘politik satir’in, Vladimir Putin’e olan öfkenin bir tezahürü olduğu da muhakkak. Öte yandan ‘Stalin’in Ölümü’nün ‘Sıkıcı, çirkin ve aşağılayıcı’ bulunarak Rusya’daki dağıtım izninin kaldırılmasının, filmin reklamına reklam kattığı da bir gerçek...
STALİN'İN ÖLÜMÜ (5 üzerinden 1,5 yıldız)
Yönetmen: Armando Iannucci
Oyuncular: Steve Buscemi, Simon Russell Beale, Jeffrey Tambor, Adrian McLoughlin, Michael Palin, Rupert Friend, Andrea Riseborough, Jason Isaacs, Olga Kurylenko, Paddy Considine
İngiltere, Fransa, Belçika ortak yapımı
Mısır ‘out’ Japonya ‘in’...
Bilgisayar oyunu ‘Tomb Raider’ın sinema macerası sürüyor. İlk olarak huzurlarımıza Angelina Jolie suretinde gelen ve iki filmlik bir ziyarette bulunan oyun, ana kahramanı Lara Croft’u 2018 itibariyle yeniden seyirciyle buluştururken bu kez Alicia Vikander’i sahaya sürüyor...
Öykü kısaca şöyle: Yedi yıldır babası Lord Richard Croft’tan haber alamayan ve ölümüne inanmadığı için mirası da reddeden Lara, nihayetinde inadından vazgeçmeye karar verir ki kendisini beklemediği bir maceranın içinde bulur. Süreç onu Japonya açıklarındaki Yamatai Adası’na ve babasının peşinde olduğu eski Japon Kraliçesi Himiko’nun mezarına kadar sürükler...
Angelina Jolie’li Lara Croft bir tür ‘dişi Indiana Jones’tu. Karakteri Alicia Vikander’ın canlandırması bu çağrışımda farklılık yaratmıyor ama İsveçli oyuncu ufak tefek fiziğiyle bu role pek oturmamış gibi (benimki de eleştiri olsun yani, sanki bu tür filmlerde inandırıcılık gerekiyormuş gibi!) Bir de senaristler, Mısır’da yüzyıllardır mezar odalarında sessiz sakin yatan firavunları ve bilumum kötü ruhları uyandırıp ortalığı karıştırmak fikrinden sıkılmış olmalılar ki, bu kez rotayı Japon hanedanlığına çevirmişler. Yamatai Adası da başlarda, hafiften King Kong’un adasını hatırlatıyor.
İyi haber (en azından benim için), ‘Tomb Raider’ beklediğimden daha izlenesi çıktı; kötü haber, devamı da çekilecek...
TOMB RAIDER (5 üzerinden 2,5 yıldız)
Yönetmen: Roar Uhtaug
Oyuncular: Alicia Vikander, Dominic West, Walton Goggins, Daniel Wu, Kristin Scott Thomas, Derek Jacobi
İngiltere, ABD ortak yapımı
Yollarda ararım izlerini...
Evet, Kaan ve Mete, namı diğer ‘Kaybedenler Kulübü’ bir kez daha huzurlarımızda. 90’lı yılların popüler radyo programının yaratıcıları ve “Sayın dinleyen, sizinle yatmış mıydık?” repliğinin müsemmaları, ‘Yolda’ takısıyla birlikte çekilen yeni filmlerinde bir yaz aşkının izlerini sürüyor. Önce kısaca konu diyelim: Olimpos’ta geçirilen günlerin ardından ikili motosikletlerine atlayıp İstanbul’a doğru rota belirler. İlk durdukları benzin istasyonunda Mete, Olimpos’taki gruptan Sevda adlı kıza rastlar ve “Benimle döner misin?” teklifinde bulunur. “Evet” yanıtı yeni bir ilişkinin kapısını aralar...
Filmin iki ana karakteri ve dönemsel önemlerini, 2011 tarihli ilk filme ilişkin eleştiride uzun uzadıya yazmıştım. Bu bakımdan kısa hatırlatmalarda bulunmak gerekiyor. Zaman ve öncelikler itibariyle söz konusu kulüp üyelerinin kendilerini var edecekleri bir dünyanın parçası değiliz artık. Ki, bu kez yönetmenliği üstlenen (ilkinde Tolga Örnek’ti) Mehmet Ada Öztekin’in yazdığı senaryo, bu duruma ilişkin vurgularda bulunuyor. İkili, aslında ait oldukları dönemde her ne kadar ‘Kaybedenler’ kimliğini üstlerine geçirse de bir anlamda kendi hayat çizgilerine göre ‘Kazananlar’dı.
Serseri ruhlulara âşık olmak
‘Yolda’ ise öyküsünü, özellikle Kaan üzerinden yeni bir ilişkinin etrafında kurarken açmazlarla dolu bir aşkı perdeye taşımış. Film, kısaca eski bir görüşü dile getiriyor: Kadınlar serseri ruhlu adamları sever, âşık olur ama iş evlenmeye gelince, işte orada durmak lazım... Peki bu görüşün şimdiki zamanda bir karşılığı var mı? Bir ‘klinik psikolog’, evlilik kurumu diye özellikle niye diretir? Bu da ‘Kaybedenler Kulübü Yolda’nın eski soruya yeni bağlaçlar ekleyerek önümüze attığı bir tartışma olsun...
Murat karakteri üzerinden geliştirilen Murat Menteş ve Tuna Kiremitçi esprileri iyi olmuş, ilk filmin yönetmeni Tolga Örnek’in ‘Devrim Arabaları’na yapılan gönderme de şık duruyor. Keza seçilen parçalar da bir dönemin müzikal referansları türünden bir etki yapıyor.
Mehmet Ada Öztekin’in sağlam ve sakin rejisi, Nejat İşler ve Yiğit Özşener’in karakterlerinin ruhuna uygun performansları, Hande Doğandemir ve Merve Çağıran’ın canlandırdıkları kişiliklere hayat katan başarılı oyunculukları, Rıza Kocaoğlu ve Sarp Akkaya’nın yayınevi dahilindeki çekişmeleri derken ‘Kaybedenler Kulübü Yolda’, kayda değer bir devam filmi olmuş. Ayrıca bir kuşak için de sanki nostaljik bir yolculuk...
KAYBEDENLER KULÜBÜ YOLDA (5 üzerinden 3 yıldız)
Yönetmen: Mehmet Ada Öztekin
Oyuncular: Nejat İşler, Yiğit Özşener, Hande Doğandemir, Merve Çağıran, Rıza Kocaoğlu, Sarp Akkaya
Türkiye yapımı
Bir zamanlar Entebbe'de...
Bazı filmlerin öncelikli vasfı ‘İşlevsel’lik oluyor… Haftanın yenilerinden ‘Entebbe’de 7 Gün’ (‘7 Days in Entebbe’), böylesi bir yapım. ‘Özel Tim’ serisi ve ‘RoboCop’un yeniden çevrimiyle tanıdığımız Brezilyalı yönetmen Jose Padilha imzalı çalışma, 70’lerde yaşanmış gerçek bir olayı perdeye taşıyor. İşlevi ise şu: O dönemleri yaşamış izleyiciyi hatıralarda kalmış bir vakayla buluşturuyor, yeni kuşak seyirciyi ise böylesi bir olaydan haberdar ediyor.
Peki nedir bu olay? 27 Haziran 1976’da, Telaviv-Paris seferini yapan Air France’a ait 246 yolcuyu taşıyan uçak, ikisi Filistin Kurtuluş Örgütü, ikisi de Alman Kızıl Ordu üyesi dört militan tarafından kaçırılır. Libya-Bingazi’de benzin ikmali yapılan uçak, daha sonra İdi Amin yönetimindeki Uganda’ya yönelir ve Entebbe’ye iner. Eylemi gerçekleştirenlerin isteği İsrail’in elindeki Filistinli gerillaların bırakılmasıdır. İzak Rabin başbakanlığındaki hükümet, durumu nasıl çözeceğini düşünürken ordu kanadı gizli bir operasyona soyunur ve 200 kadar seçme askerle harekete geçer…
‘Entebbe Baskını’ olarak tarihi geçen bu olay daha önce de sinemaya taşınmıştı. İlki olayın hemen ardından, 1976’ta çekilen ‘Victory At Entebbe’ydi, diğer ikisi de 1977 tarihli ‘Raid on Entebbe’ ve ‘Mivtsa Yonatan’. ‘Entebbe’de 7 Gün’ ise, 70’lerin aksiyon sineması içinde ele alınacak bu üç filme nazaran işin siyasi boyutlarına da dikkat çeken, özellikle eyleme katılan Alman militanların kendi içinde yaşadıkları çelişkilere vurgu yapan bir yapım olmuş. Belki ortada etkileyici bir sinematografi yok ama ben yönetmen Padilha’nın dengeli anlatımını ve filmin yansıttığı 70’ler ruhunu beğendim. ‘Hafızasını tazelemek ya da tarih dersini sinema salonlarında almak isteyenler’ için diyelim…
ENTEBBE'DE YEDİ GÜN (5 üzerinden 3 yıldız)
Yönetmen: Jose Padilha
Oyuncular: Rosamund Pike, Daniel Brühl, Eddie Marsan, Nonso Anozie, Denis Menochet, Peter Sullivan, Lior Ashkenazi
İngiltere-ABD ortak yapımı
Diğer seçenekler
Yönetmenliğini Eli Roth’un üstlendiği ‘Öldürme Arzusu’nda (‘Death Wish’) başrolleri Bruce Willis, Vincent D’Onofrio ve Elisabeth Shue paylaşıyor. Şahin Irmak, İrem Sak, Gonca Vuslateri ve Emre Karayel gibi oyuncuların rol aldığı ‘Düğüm Salonu’ Hakan Algül imzasını taşıyor. Burçin Aydın ile Bülent Aydoğan’ın ortaklaşa yönettikleri ‘Tut Yüreğimden Anne’nin kadrosunda Sermiyan Midyat, Naz Elmas ve Janberk Nak gibi isimler yer alıyor. ‘Ne Var?’ı Ozan Denklik yönetmiş, oyuncular Ozan Denklik, Ömer Koç ve Emre Yılmaz.
Paylaş