Paylaş
1950’ler... Savaş sonrası Londra’sında bir moda tasarımcısı: Reynolds Jeremiah Woodcock... Adeta işine âşık... Lakin bu aşk bazen çizgiyi öylesine geçiyor ki, hayatına giren kadınlar bile, çizdiği, diktiği, ortaya çıkardığı elbiselerin, kostümlerin taşıyıcı öğesi olmanın ötesine gidemiyor. Onca değişkenin içinde hayatının tek bir sabiti var, kız kardeşi Cyrill... Fakat bu klasik denklem günün birinde farklı bir düzleme kayıyor, yeni bir ‘Bilinmeyen’ ortaya çıkıyor. Reynolds, sahil kıyısında kahvaltı yaptığı yerde gördüğü garson kıza, Alma’ya ilgi duyuyor. Peşi sıra bir akşam yemeğinde buluşup birbirlerini daha yakından tanıyorlar. Reynolds, “Hep seni bekliyordum” diyor... Diyor da, pratik kısa bir zaman sonra bu cümleyi inkâr eder hale geliyor.
Paul Thomas Anderson, ‘Phantom Thread’de yine saplantılı bir kişiliğin izlerini sürüyor. Reynolds J. Woodcock’un temelde ‘Kan Dökülecek’in Daniel Plainview’inden (Daniel Day-Lewis) ya da ‘The Master’ın Lancaster Dodd’undan (Philip Seymour Hoffman) farkı yok; egosu yüksek, kendi doğrularına her daim bağlı, hep kendisiyle meşgul... Alma başlarda onu çizgi dışına taşıyor gibi olsa da çok kısa zamanda tekrar kendi merkezine dönüyor. Aslında sonrasında niye bunca zahmete katlandığını pek de çözemediğimiz öykünün ana kadın karakteri, belli bir noktadan sonra bir tür ‘feminist’ kimliği sahaya sürüyor. Bu kimlik, Reynolds’un ezberini bozuyor.
Anderson’ın kendisinin kaleme aldığı senaryo bazı yerlerde açmazlar içeriyor. Örneğin üstü kapalı olarak yapılan vurgularda Yahudi kökenli bir Alman olduğunu sandığımız Alma’nın geçmişine dair izleri çok da bulamıyoruz. Daha önce de vurguladığım gibi Alma’nın bir türlü yalnız kalamadığı (çünkü hep hayatlarının içinde Cyrill var) bir ilişkiyi sürdürmedeki ısrarını da anlayamıyoruz. Ama öte yandan öykü bir noktadan sonra rotasını başka yönlere kaydırıyor ve iki ana karakter arasında bir inatlaşma, kendi doğrularını dayatma ve çekişme izliyoruz. Kimi yabancı eleştirmenler bu durumu Alma’nın ‘feminist’ çıkışına bağlamışlar; ne derece doğru bir tespit bilemiyorum ama genç kadının karşısındaki adamın egosunu törpülediği ve nihayetinde kendi oyununa ortak ettiği bir gerçek... Bu haliyle de ‘Phantom Thread’, bir noktadan sonra sado-mazoşist bir tutkunun ifadesine dönüşüyor.
Provalar, kostümler, defileler...
Film, artık emekliliğe ayrılacağını ilan eden Daniel Day-Lewis’i son kez izleme fırsatını da sunuyor. İngiliz aktör, ‘Kan Dökülecek’te de birlikte çalıştığı Paul Thomas Anderson’la yeniden buluşurken takıntılı, Freudyen okumalar (baskın bir figür ya da özlem olarak ‘anne’ mesela) için sonsuz malzeme sunan bir kişiliği kusursuzca perdeye taşıyor. ‘Genç Karl Marx’tan da hatırladığımız Vicky Krieps benzer şekilde Alma’yı son derece başarılı bir performansla inandırıcı kılıyor. Hafiften ‘Kıskanmak’ın (Nahit Sırrı Örik) Seniha’sını çağrıştıran Cyrill’da da Lesley Manville gayet iyi.
Provalar, kostümler, çok özel bir sanatı yapıtı gibi (oya ya da nakış türü benzetmelerde bulunmak da mümkün) işlenen giysiler, kıyafetler, defileler derken hem moda dünyasında hem de insan denen muammanın sırlarında dolaşan ‘Phantom Thread’, Anderson’ın sakin ama seyircisini ağır ağır ele geçiren
rejisi eşliğinde izlenen bir film.
Phantom Thread (5 üzerinden 4 yıldız)
Yönetmen: Paul Thomas Anderson
Oyuncular: Daniel Day-Lewis, Vicky Krieps, Lesley Manville, Sue Clark, Brian Gleeson, Ingrid Sophie Scham
ABD yapımı
Görselliği iyi, hamaseti de!
Tarihi aksiyon, sinemanın çok eski gözdelerinden. Hem dışarıda hem içeride... Bizdeki öykünün şahikaları ise malum 70’li yıllar ve o dönemin çok sevilen çizgi romanlarının sinemadaki yansımaları. Yani çocukluk günlerimin sadık dostları Karaoğlan’ın, Tarkan’ın, Kara Murat’ın, Malkoçoğlu’nun beyazperdeye taşınan öyküleri... Söz konusu yapımların çoğu doğru dürüst senaryolara sahip olmayan, daha çok başrol oyuncusunun akrobatik gösterilerine uygun sahnelerle donatılmış tarihi serüven filmleriydi. Ana karakter dövüşür, şakalaşır, sevişir, nihayetinde Bizans’ın, Alan Beyi Kostok’un, Vikingler’in, Şeyh Gaffar’ın, Camoka’nın, yani cümle âlem düşmanın tezgâhlarını alaşağı eder, ipliğini pazara çıkarır, Türk’ün gücünü gösterirdi. Dönemin çocukları olarak bu filmlerin ne denli inandırıcı olup olmadığını pek tartışmaz, asıl olarak ‘gerçek kahraman’a ne kadar benzediğini, benzetildiğini, çizgi romanın dünyasının, atmosferinin sinemaya nasıl taşındığını önemserdik.
Malum, dünya değişti, Türkiye de; elbette sinemanın içeride ve dışarıdaki olanakları da... Önce ‘Yüzüklerin Efendisi’, sonra da ‘Game of Thrones’ tarihsel fanteziyi güçlü öyküler eşliğinde popüler kıldı. İşin yerli ayağında ise kendi tarihine bakan ve buradan öyküler çıkaran yapımlar gördük. Lakin bu yapımlar çocukluk günlerimizde izlediklerimize pek benzemiyor. Hem teknik hem de içerik olarak (Mesela yakın bir zaman önce Kara Murat’ı deforme edip bambaşka bir kahramana dönüştüren bir film uğramıştı salonlara).
Haftanın yenilerinden ‘Direniş: Karatay’ da tarihsel formata sahip yeni dönem filmlerinden. Öykü kısaca şöyle: 1200’ler... Alaaddin Keykubat’ın öldürülmesiyle tahta oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev geçer. Genç hükümdarın tecrübesizliğini fırsat bilen Moğollar, Selçukluları tehdide yeltenir. Nihayetinde ‘Kösedağ Savaşı’ gerçekleşir. Moğolların çok bilinen ‘Kurt Kapanı’ taktiğine aldanan Sultan, savaş alanından kaçar, dönemin güçlü figürlerinden Emir Celaleddin Karatay da birliği toparlayarak direnişe öncülük eder.
‘Direniş: Karatay’, Anadolu Selçuklu Devleti’nin çöküşüne hız kazandıran ‘Kösedağ Savaşı’ ekseninde bir dönemi anlatıyor. Film, deneyimli görüntü yönetmenlerinden Selahattin Sancaklı’nın görselliğe hâkim rejisi, aksiyon sahnelerinde gösterdiği ustalıkla rahatça izleniyor. Lakin işin içerik boyutunda aynı çizgiyi bulmak zor... Aslında senaryonun bir derdi var; o da ‘Ahi Evran’ karakteri üzerinden ‘Ahilik’ müessesesine dikkat çekmek ve işin sadece kılıç kuşanmakla bitmediğini de hatırlatmak. Ama film kendisini ‘dönem rüzgârları’na o kadar teslim etmiş ki, diyaloglarda hamasetten ve kutsiyetten başka bir şey yok. Bu da bütün karakterler aslında hep bir ağızdan aynı şeyi konuşuyormuş gibi bir izlenim yaratıyor. Yazının başında hatırlattığım çocukluğumuzun tarihsel aksiyonlarında, karakterlerin üzerinde sanki bu denli ‘ağır’ yükler yoktu; daha insani, daha sıradandılar. Yeni dönem yapımları ise yeniden yazılmak istenen bir tarihin parçası olarak davranıyor, konuşuyor, yaşıyorlar... Bu bir tercih meselesi, tabii ki olabilir, böyle karakterlerle de sinema yapılır ama bence inandırıcılık meselesinin üstesinden gelemezsiniz (bu arada öykünün kötü adamları, geçmişteki Bizanslı kötülere benzer bir şekilde karikatürize olmuş, en azından böyle bir bağ var ortada!)
Sonuçta kadrodaki deneyimli isimlerin (başta Mehmet Aslantuğ olmak üzere) performans olarak üzerlerine düşeni yerine getirdikleri ‘Direniş: Karatay’, görsel açıdan çekici olsa da içerik açısından vasatı aşamıyor.
Direniş: Karatay (5 üzerinden 2,5 yıldız)
Yönetmen: Selahattin Sancaklı
Oyuncular: Mehmet Aslantuğ, Fikret Kuşkan, Yurdaer Okur, Burcu Özberk, Alperen Duymaz, Nik Xhelilaj, Nefise Karatay, Bahadır Yenişehirlioğlu
Türkiye yapımı
Ziyaretçiler: Gece Avı (5 üzerinden 2 yıldız)
Diğer seçenekler
Yönetmenliğini Johannes Roberts’ın üstlendiği ‘Ziyaretçiler: Gece Avı’nda (‘The Strangers: Prey at Night’) başrolleri Christina Hendricks, Bailee Madison, Martin Henderson ve Emma Bellomy paylaşıyor. ‘Mekânlar ve Yüzler’ (‘Visages Village’), Agnes Varda imzalı bir belgesel. ‘Locman’ı Şükrü Alaçam yönetmiş, oyuncular Alican Yücesoy, Yeliz Kuvancı, Nisa Sofia Aksongur ve İlker Kaboğlu. Yönetmen koltuğunda Mehmet Ali Arslan’ın oturduğu ‘Yalnız Hayaller Kaldı’nın kadrosunda Mahmut Cevher, Perihan Savaş, Tuba Daştan ve Fırat Temir gibi isimler var. ‘Mahalle’ ise Buğra Gülsoy ve Serhat Teoman’ın ortak imzalarını taşıyor, oyuncular Buğra Gülsoy, Serhat Teoman, Hazar Ergüçlü ve Selen Öztürk. Haftanın animasyon seçeneği ‘Küçük Kahramanlar’ı (‘Gnome Alone’) Peter Lepeniotis yönetmiş. Haftanın son seçeneği ‘Vicdan Ağacı’, Olgun Özdemir imzasını taşıyor, oyuncular Turgay Tanülkü, Şerafettin Kaya ve Belgin Oturgan.
Paylaş