Paylaş
'Yangın Kulesi’ (‘The Towering Inferno’), ‘felaket filmleri’ denen türün şahikalarını ortaya çıkaran 70’lerin klasiklerinden biriydi. Tehlike denizden, havadan, sudan, yaratıklardan, karıncalardan, farelerden vs. her şeyden gelirken gökdelenlere uğramaması mümkün değildi elbet. Şehir içindeki arsa sıkışıklıkları, kapitalizmin iştahı, mimarinin gelişmiş teknolojiyle flörtü derken geleneksel siluetleri tarihe gömen, geçmişe karşı görgüsüz ve hoyratça davranan ama doğru yerde tasarlanınca ‘gelişmişliğin’ göstergesi kabul edilen bu yapı modeli, zaman zaman sinemaya malzeme vermeyi de sürdürüyor elbet.
Haftanın yenilerinden ‘Gökdelen’ (‘Skyscraper’) zaten adıyla elini belli eden bir film. Kimi vasat çalışmalarından hatırladığımız Rawson Marshall Thurber’ın yazıp yönettiği yapım, temel olarak ‘Yangın Kulesi’yle ‘Die Hard’ın karışımı diyebiliriz. Çünkü ortada sadece bir doğal afet yok, bizzat planlanmış bir sabotaj ve bu eylemi gerçekleştirenlerin cirit attığı, hatta sürekli ellerini yükselttikleri bir aksiyon gösterisi var. Tabii ki bu ‘kötülük’ ve ‘felaket’ ortamına ‘Dur’ diyecek bir de kahraman...
‘Alkışlarla kurtarıyorum’
‘Gökdelen’in konusu kısaca şöyle; 10 yıl önce katıldığı bir kurtarma operasyonunda bacağını yitiren ve hayatına ampute olarak devam eden eski FBI görevlisi Will Sawyer, Hong Kong’da inşa edilen dünyanın en büyük gökdeleni ‘The Pearl’ün (‘İnci’) güvenlik sorumlusu olarak işe başlar. Yanına eşi ve iki çocuğunu da alan Sawyer, çok geçmeden kendisini bir komplonun içinde bulur. ‘Akıllı bina’ konumundaki yapının milyarder sahibi Zhao Long Ji’ye karşı bir operasyon başlatılmıştır. O sırada gökdelen dışında bulunması gereken Sawyer’ın eşi Sarah’yla çocukları Georgia ve Henry kendilerine tahsis edilen dairededir. Eski FBI çalışanı ailesini kurtarmak için harekete geçer...
‘Gökdelen’ kısa bir karakter tanıtımından sonra direkt olarak konuya giriyor ve bütün öyküsünü alevler içinde kalan devasa bir yapının içinde kuruyor. Başta Hong Kong polisince olayın faili sanılan Will Sawyer’ın yangına doğru harekete geçmesi, koca gökdelene kendi imkânlarıyla tırmanma çabası, bütün bu sürecin televizyondan naklen yayımlanması hem etrafta toplanan kalabalık hem de ekran başındakilerce yer yer alkış desteğiyle izlenmesi ve bütün bu mücadelenin bir gece içinde halledilmesi... Rawson Marshall Thurber’ın rejisi, aksiyon olarak durumu kurtarıyor amma velakin yönetmenin kendisinin kaleme aldığı senaryo için ‘kurtarıyor’ tanımı yetersiz kalıyor. Evet, ‘felaket filmleri’nin belli klişeleri vardır; hele hele izlediğiniz yapım eğer Amerikan patentliyse zaten öncelik ‘aileyi kurtarmaya’ yöneliktir. Tehlike ister yeraltından ya da zeminden gelsin, isterse uzaydan; fark etmez, baba duruma el koyar (neyse ki burada eşinden ayrılmış ve çocuklarının nezdinde daha önceden gözden düşmüş bir figür yok). Ama ‘Gökdelen’ klişeler denizinde fazla yüzüyor; hele ki aile fertleri toplamda dört olunca her bir kurtarma hamlesi ayrı yekûn tutuyor ve bu da adeta ‘galip takımın zaman geçirmeye yönelik hareketleri’ (!) türünden göze batıcı unsurlar haline geliyor. Bir de filmin zekâmıza hakaret eden en önemli yanı Hong Kong polisi olaylara hiç müdahale etmiyor, başlarda bir ara Sawyer’ı kovalıyor; sonra bütün gelişmeleri ekran başından izleyerek neler olup bittiğini çözmeye çalışıyor; keza ortada itfaiye de yok... Neyse, zaten senaryonun derdi bu değil ki, mesele ‘Amerikalı kahramanı’nı Hong Konglulara da alkışlatmak...
‘Eski güreşçi’ye rahat yok
Performans(lar)a gelince: Bu Dwayne ‘The Rock’ Johnson, şöyle ayaklarını uzatıp bir rahat edemeyecek mi? Son döneme bakalım: Önce ‘Jumanji: Vahşi Orman’, sonra ‘Rampage: Büyük Yıkım’, şimdi de ‘Gökdelen’... ‘Hızlı ve Öfkeli 8’le ‘Baywatch’u saymıyorum bile... Amerikan sineması, eski güreşçiyi ‘aksiyon yıldızı’na dönüştürürken sürmediği cephe kalmadı sözün özü... Doğrusu Johnson da sempatik kişiliğiyle zaten çok da özel oyunculuk gösterisi istemeyen bu gişe filmlerinde üzerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyor. ‘Gökdelen’de ayrıca ‘Çığlık’ (‘Scream’) serisinden gözdemiz Neve Campbell’a rastladık, bunu da bardağın dolu tarafı kapsamında değerlendirmek mümkün.
Sonuçta konuya pek takmazsanız Tom Cruise’un ‘Görevimiz Tehlike’sini aratmayan bir gökdelen aksiyonu var huzurlarımızda, adrenalin ihtiyacınızı fazlasıyla karşılayabilir...
Margot iyi de filmi kötü...
Yer, zaman belirsiz... Karakterlerin gerçek iştigal alanları da... Mesela Annie... Tren garının tek tük müşterisi olan lokantasında garson, striptiz kulübünde dansçı ve de aynı zamanda suikastçı... Öyküyü tutan ve diğer karakterlerle olan ilişkisini anlamlandıran da o... Alfred ve Vince iki kiralık katil. Bill, ölümü kovalayan, en iyi intihar şekli ne, bunun üzerine kafa yoran emekli bir öğretmen... Ve Clinton... İstasyonun temizlik görevlisi, bazen çöp, bazen de ortalıkta yer işgal eden cesetleri temizliyor.
‘Terminal’, işte bu kaotik yapı içinde bize ‘Noir’ tarzda bir distopik öykü anlatmaya çalışıyor. Birçok yapımda asistan yönetmen olarak çalışan Vaughn Stein, senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı bu ilk uzun metrajlı filminde Quentin Tarantino ve Guy Ritchie tarzı diyalog, atmosfer ve süslemelerle bezeli, tren garının yakınlarında geçse de doğru dürüst bir istasyona uğramayan, geveze mi geveze bir yapıta imza atmış. ‘Alice Harikalar Diyarında’ya bol bol referans veren ve başrolündeki Avustralyalı Margot Robbie’nin güzelliğinden de kadrajlarında yararlanmaya çalışan filmi, ‘Margot Anlamsızlıklar Diyarında’ diye tanımlamak mümkün. ‘John Wick: Chapter 2’daki oteli de andıran genel atmosfer de düşünüldüğünde ‘Terminal’, tam bir çağrışımlar karmaşasına dönüyor.
Toparlarsak, her şeyden biraz var ama kendi tadını bulmakta zorlanmış bir yemek bu... Ama garson Margot Robbie olduğu için, en azından filmin karakterlerinden emekli öğretmen Bill gibi belki muhabbete katlanabilirsiniz...
O canavar böyle yaratıldı...
Dünyanın ilk bilimkurgu romanlarından sayılan ve etkisini hâlâ yitirmeyen ‘Frankenstein’ nasıl yazıldı, yazarı ve onu yaratan süreç ne tür dönemeçlerden geçti? Haftanın yenilerinden ‘Mary Shelley’, öncelikle bu sorulara cevap vermeye çalışıyor. “Suudi Arabistan’ın ilk uzun metrajlı filmi” namlı ‘Wadjda’yı (‘Vecide’) çeken Haifaa Al-Mansour (aynı zamanda Suudilerin ilk kadın yönetmenidir kendisi) imzalı yapıt, uzunluğu itibariyle kimi ilginç detaylara uğrasa da genel olarak klasik biyografi filmlerinin ötesine pek geçememiş. Annesinin kendisini doğururken ölmesinden dolayı yaşadığı suçluluk duygusuyla baş etmeye çalışan, felsefeci babası William Goldwin’in etkisiyle iyi bir eğitim alarak büyüyen Mary Wollstonecraft’ın hayat çizgisi, şair Percy Shelley’ye âşık olmasıyla değişir. Evli olan Percy’nin peşinde, yanına üvey kız kardeşi Clai-re Clairmont’u da alarak yeni bir rotaya yelken açar. Lord Byron’ın Cenevre’deki malikânesinde bir ‘vakit geçirme’ oyunu da ‘Frankenstein’ın yazılmasına vesile olur...
‘Mary Shelley’, şair Percy’nin sorumluluktan kaçan, bencil kişiliğini veriyor ama sanki bu ilişkide ve süreçte daha fazla paylaşılacak şeyler varmış da onları pek açığa çıkarmıyor türünden bir izlenim yaratıyor. Kim bilir bunda, vakti zamanında (aynı sularda gezinen) Ken Russell’ın ‘Gothic’ filmini izleyen bir nesle ait olmamın bir etkisi vardır diye düşünüyorum.
Sınırları geçmeyen bir BBC draması tadındaki ‘Mary Shelley’, yine de o ünlü romanı yaratan insanın hayatından kesitler aktarırken belli ölçülerde merak uyandırıp daha başka kaynaklara göz atmanıza vesile olabilir.
Elle Fanning’le Douglas Booth’un Mary ve Percy’de gayet iyi oynadıklarını söylemeliyim. Ama ‘Gothic’te Gabriel Byrne’ün canlandırdığı Lord Byron’ı gözler arıyor tabii, orası ayrı. Üstelik Russell’ın filminde Nastasha Richarsdon, Julian Sands, Timothy Spall gibi isimlerden oluşan
muhteşem bir kadro vardı.
Diğer seçenekler
Robert Guédiguian imzalı ‘Deniz Kıyısındaki Ev’in (‘La Villa’) kadrosunda Ariane Ascaride, Jean-Pierre Darroussin ve Gerard Meylan gibi isimler var. Ryuhei Kitamura’nın yönettiği ‘Dehşet Yolu‘nda (‘Downrange’) Kelly Connaire, Stephanie Pearson ve Rod Hernandez Farella başrolleri paylaşıyor. Haftanın animasyon seçeneği ‘Otel Transilvanya 3: Yaz Tatili’ (‘Hotel Transylvania 3: Summer Vacation’), Genndy Tartakovsky imzasını taşıyor. ‘Kapalak Kızı: Öteki Dünyadan Gelen’i Ramazan Özer ve Fatih Gürler ikilisi yönetmiş, oyuncular Nova Prospekt, Can Yavuz, Arifhan Durmuş ve Alperen Demirtaş. Utku Uçar imzalı ‘Bende Kal‘ın kadrosunda ise Süheyl Uygur, Ruhi Sarı, Sadi Celil Cengiz ve Peker Açıkalın var.
Paylaş