Suda aksiyon oynuyor

DC Comics karakterlerinden ‘Aquaman’, ilk solo çalışmasıyla huzurlarımızda. Film, ‘süper kahraman’ın köklerinde dolaşırken ‘derin sular’a dalıyor ve ‘Atlantis Krallığı’ndaki taht kavgasının öyküsünü anlatıyor. Bilgisayarda yaratılmış görsel efektlerle bezeli yapım, envai çeşit deniz yaratığının yer aldığı savaş sahneleriyle dikkat çekiyor.

Haberin Devamı

O ünlü DC-Marvel rekabetinde sahne sırası ‘Aquaman’de... Önce ‘Batman v Superman: Adaletin Şafağı’nda, ardından da ‘Justice Lea
gue: Adalet Birliği’nde koro elemanı olarak hatırladığımız bu ‘sulu’ karakter, adını taşıyan filmde bizleri “Kimdir, nedir, kimlerdendir?” sorusunun cevabıyla buluşturuyor.
Peki bu cevapta ne var? Kısa özet: ‘Aquaman’, ilginç bir oluşumun eseridir. Bir deniz feneri bekçisi olan babası Tom, günün birinde yaralı bir şekilde bulduğu Atlanna adlı kadını önce tedavi eder, sonrasında âşık olur ve nihayetinde ikilinin Arthur adlı çocukları dünyaya gelir. Bu mutlu aile tablosu, bir süre sonra yerini acıya bırakır; çünkü Atlanna, Atlantis Krallığı’na ait önemli bir şahsiyettir ve babası Kral Nereus’un kocasıyla oğlunu öldürmemesi için ‘yüzeydeki’ hayatından feragat ederek suya döner... Arthur ise büyüme sürecinde, annesinden kendisine geçen özel yeteneklerin farkına varır. Daha da önemlisi, o büyük bir uygarlığın en büyük
vârisidir.
Suda aksiyon oynuyor
Kral Arthur’un mızrağı!
Yönetmenliğini James Wan’ın üstlendiği ‘Aquaman’, seyircisini adeta suyun içine çekiyor ve sürekli ıslatıyor. Öykü aslında son dönemde sıkça rastladığımız bir formüle dayanıyor; hareket alanı geniş bir krallık ve bu krallığın, gezegenin barışına hizmet edecek bir önder arayışı... Akla önce ‘Thor ve Loki ikilisi’, sonra da bu sezon izlediğimiz ‘Black Panther’daki T’Challa ve Erik Killmonger çekişmesi (ki burada ‘The Lion King’ durumu da vardı) geliyor. Yani ortada bir taht kavgası var, ‘Aqua
man’in bu klişe iktidar temasına farklı olarak baktığı yer ise Arthur’un kendisini hiçbir zaman ‘Kral’ ya da adayı olarak görmemesi, yetişme dönemi itibariyle da daha çok yüzeydekilere yakın hissetmesi. Bunun nedeni ise ana karakterin kendisini ‘resmi’ bir sıfatla ve görevle yaşama zorunluluğundan uzak tutmak istemesi ve hayatını başına buyruk sürdürme çabası. Lakin eğer taht, zaten bu görevi sürdüren üvey kardeşi Orm’a kalırsa Atlantis uygarlığı, sualtı dünyasının kimi bileşenleriyle birlikte insanlığa karşı savaş açacaktır. Yani Arthur Curry, ‘Dünya barışı’ için kral olmak durumundadır. Bunun yolu da uzun süredir kayıp olan ‘Üç Çatallı Mızrak’ı ele geçirmektir...
Suda aksiyon oynuyor
Hikâyesinin ve karakterlerinin derinliğinden çok suyun derinliğine odaklanan‘Aquaman’in başrolünde Jason Momoa var.
Denizler altında 20 bin yaratık!
Senaryosunu David Leslie Johnson-McGoldrick ve Will Beall ikilisinin biçimlendirdiği ‘Aquaman’, aslında satır aralarında kimi hoşluklara sahip; mesela insanların sürekli denizleri kirletmesi ve bunun Atlantislileri çileden çıkarması, öykünün ‘çevreci’ mesajı. Keza Arthur Curry’nin ‘tatlı anarşist’ karakteri (ve olur olmaz yerde espri yapma çabası da) benzer şekilde filmin ‘aykırı’ yanlarından. Lakin o kadar çok özel efekte yüklenmişler ki! Daha da yıpratıcı olanı, öyküyü derin sulara çektikten sonra ardı arkası kesilmeyen bir görsel bombardımanla öylesine yoğurmuşlar ki, seyirci olarak çok fazla yoruluyorsunuz. Malum ‘Süper kahraman’lı büyük prodüksiyonlar belli bir yaş için aşırı gürültü demektir, ‘Aquaman’ benzer bir etkiyi kulakta değil gözde yapıyor sanki...
‘Krallık’ müessesesine ‘Game of Thrones’dan (‘Kral Drogo’) aşina olan (ben ise ona şimdiki zamanın ‘Conan’ı vasfıyla aşina olmuştum) Jason Momoa’nın ‘Aquaman’de gayet iyi bir performans sunduğu filmin diğer ana karakterlerine Amber Heard (‘Prenses Mera’), Willem Dafoe (‘Vulko’), Patrick Wilson (‘Kral Orm’), Nicole Kidman (‘Kraliçe Atlanna’), Yahya Abdul-Mateen II (‘Black Manta’) gibi oyuncular hayat veriyor.
Sicilya’da geçen aksiyon bölümünün bir adım önde gözüktüğü, davul çalan ahtapotlardan denizatlarının, köpekbalıklarının ve envai çeşit sualtı yaratığının cirit attığı kaotik savaş sahneleriyle bezeli ‘Aquaman’, aslında ‘uzay operası’ geleneğine yakın duran bir yapıya sahip. Özetle ‘suda aksiyon oynuyor’ diyebiliriz...
Herkes için adalet
Harvard’ın erkek egemen hukuk atmosferi içinde ayakta kalmaya, bilgisi ve zekâsıyla farklılığını ortaya koymaya çalışan ve bunu başaran bir kadın: Ruth Bader Ginsburg... Haftanın yenilerinden ‘Eşitlik Savaşçısı’ (‘On the Basis of Sex’), işte bu efsanevi hukukçunun üniversite eğitimindeki yaşadıklarından start alıyor ve ‘Amerikan Demokrasi Tarihi’ne yaptığı katkılardan, özel dokunuşlardan pasajlar sunuyor...
Ginsburg’ün zorlu mücadelesi sadece okuldaki geleneklere karşı çıkmakla bitmiyor; aynı okulda öğrenci olan eşinin kansere yakalanmasıyla birlikte onun yerine de derslere girerek eğitimi tamamlamasını sağlıyor, bir yandan da küçük kızını büyütmeye çalışıyor. Kocasının New York’ta iş bulmasıyla birlikte de eğitimini Columbia’da tamamlıyor.
Suda aksiyon oynuyor
85 yaşında bir hukuk çınarı...
Mimi Leder imzalı ‘Eşitlik Savaşçısı’nın ana karakteri, üstesinden gelmek durumunda olduğu tüm bu zorluklarda gezinirken nihayetinde Anayasa Mahkemesi’nin uyguladığı bir eşitsizlik kararını bozmak için önemli bir davayı üstleniyor ve tarihi değiştirme yolunda, zorlu ve yıpratıcı bir sürecin tanığı oluyor. Bilirsiniz, hukuk ağırlıklı filmlerin savunma bölümleri özel tatlar taşır. ‘Eşitlik Savaşçısı’ da belli aşamalarda biyografik rotada ilerliyor ve bir noktadan sonra bizi mahkeme salonuna taşıyor. İşte bu bölümde Leder atmosfer kurmada ve kategorisi için ‘klişe’ sayılacak sahnelerde istediği etkiyi yaratmada başarılı oluyor. Kuşkusuz bu duruma Ginsburg’ü canlandıran Felicity Jones’un performansı da büyük katkıda bulunuyor. Halen ABD Yüksek Mahkemesi (Supreme Court) yüksek yargıçlarından olan ve Trump’ın ‘ayağını kaydırmak için’ uğraştığı bu 85 yaşındaki insan ve kadın hakları savunucusunun öyküsünü izlemek isteyenlere “Buyurun salona” diyoruz.
Öte yandan bu tür filmler, demokrasinin ve hukukun uygarlık tarihindeki yerlerini ve önemini hatırlatmak türünden işlevlere sahip, bu açıdan da özel bir ilgiyi hak ediyor...
Suda aksiyon oynuyor

Böyle dönüşe can kurban...
Avustralyalı yazar P. L. Travers’ın kaleme aldığı çocuk serisinden sinemaya uyarlanan 1964 tarihli ‘Mary Poppins’, sonraları bir sinema klasiğine dönüşmüştü. Londralı Banks ailesinin çocuklarının hayatına büyük bir renklilik kazandıran ‘sihirli’ bir dadının dokunuşlarını anlatan film, kuşaklar boyu etkili olmuştu. Bu hafta salonlarımıza konuk olan ‘Mary Poppins: Sihirli Dadı’ (‘Mary Poppins Returns’), bu klasiği kendince ayağa kaldırıyor ve şimdiki kuşaklarla buluşturuyor.
Suda aksiyon oynuyor
Orijinal film 1900’lerin başında geçiyordu, şimdiki zamanın ifadesi öyküyü 1950’lere taşımış. Yeni versiyonun hikâyesi kısaca şöyle: Banks ailesinin oğlu Michael büyümüş, evlenmiş, ne yazık ki eşini kaybetmiş, üç çocuğuna bakmak zorunda olan bir babadır. Kız kardeşi Jane de onunla birlikte yaşamaktadır. Ülke ekonomik zorluklar yaşarken ailenin kapısını yeni bir felaket çalar: Eve haciz konulmak üzeredir. Çocuklar elbette bu ortamda neşesini kaybeder, lakin Mary Poppins adeta zaman tünelinden çıkıp gelir ve onları, tıpkı babaları ve halaları gibi büyülü bir dünyanın içine çeker.
‘Singin’ in the Rain’ tadında
‘Chicago’, ‘Nine’ gibi müzikallere de imza atan Rob Marshall’ın yönettiği film hem orijinal ‘Mary Poppins’e halel getirmiyor hem de kendisi başlı başına ilgiye değer bir yapım olmayı başarıyor. Kurulan görsel dünya çok başarılı, şarkılar güzel, keza oyunculuk performansları da çok başarılı. ‘Mary Poppins: Sihirli Dadı’ aynı zamanda Londra’ya da bir saygı duruşu. Öte yandan koreografiler de çok iyi; benim için filmin şahikası olarak tanımlayacağım fenercilerin dans ettiği bölüm, akla ‘Singin’ in the Rain’i getiriyor.
Julie Andrews’un rolünü üstlenen Emily Blunt kadar mahallenin neşeli fenercisi Jack’te Lin-Manuel Miranda ve evin en miniği Georgie’de Joel Dawson, çok çok iyiler. Keza kimi rollerde Julie Walters, Colin Firth ve Meryl Streep karşımıza geliyor ki, onlar da çok iyi. Ayrıca orijinal filmin Andrew’la birlikte başrol oyuncusu olan Dick Van Dyke da ‘ustalara saygı’ kabilinden kendisini hatırlatıyor. ‘Bu zarif çabayı ıska geçmeyin’ derim.
Suda aksiyon oynuyor

Diğer seçenekler!
‘Müsaadenizle Büyükler’i Talip Karamahmutoğlu yönetmiş; oyuncular Emre Altuğ, Atsız Karaduman, Ümit Çırak ve Hakan Eksen. Can Emre ile Cem Özüduru’nun ortaklaşa yönettikleri ‘Börü’de başrolleri Serkan Çayoğlu, Murat Arkın, Ahu Türkpençe, Emir Benderlioğlu ve Can Nergis paylaşıyor.
Suda aksiyon oynuyor
Haftanın animasyon seçeneği ‘Troller ve Dinozorlar’ı (Trolled) Ale Sebastian yönetmiş. Ahmet Sönmez imzalı ‘Trileçe’de başrolleri Derda Yasir Yenal, Emirhan Oktay, Semra Dinçer ve Gökhan Atalay paylaşıyor. Mehmet Gün’ün yönettiği ‘Chef’in kadrosunda Bekir Aksoy, Müge Ulusoy, Şebnem Köstem ve Buket Dereoğlu gibi isimler yer alıyor.
Suda aksiyon oynuyor

Yazarın Tüm Yazıları