PaylaÅŸ
John Wick 3 (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: Chad Stahelski
Oyuncular: Keanu Reeves, Halle Berry, Laurence Fishburne, Ian McShane, Mark Dacascos, Asia Kate Dillon, Lance Reddick, Said Taghmaoui, Jerome Flynn, Jason Mantzoukas, Tobias Segal, Anjelica Huston, Cecep Arif Rahman,
Yayan Ruhian / ABD yapımı
Malum, her şey bir köpeğin ölümüyle başlamıştı. Rus mafya şefinin oğlu, eski bir ‘tetikçi’nin Ford Mustang’ine göz koymuş, isteği olmayınca da evine baskın yaparak hem arabasını almış hem de Daisy adlı köpeğini öldürmüştü. 2014 tarihli ‘John Wick’ beklenmedik bir ilgi görünce ve hatırı sayılır bir gişe yapınca, yaratıcıları ‘Devam’ kararı aldı ve iş buralara kadar geldi. Seri artık üçüncü filmiyle huzurlarımızda...
İlk adımın kamera arkasında Chad Stahelski ve David Leitch isimleri vardı. Kartvizitlerinde ‘Yakın dövüş sanatları uzmanı’, ‘dublör’, ‘dublör koordinatörü’, ‘aktör’ gibi ibareler bulunan ikilinin yolları daha sonra ayrıldı, Stahelski 2017 tarihli ‘John Wick: Chapter 2’yu da yönetirken Leitch ‘Atomic Blondie’ ve ‘Deadpool 2’de yönetmen koltuğuna oturdu...
Filmde Halle Berry, John Wick’in eski tetikçi arkadaşı Sophia’yı canlandırıyor (sağda).
14 milyon dolarlık ölüm emriÂ
‘John Wick 3’ (‘John Wick: Chapter 3-Parabellum’) yoluna Stahelski’yle devam ederken senaryo hanesinde serinin yaratıcısı konumundaki Derek Kolstad’ın yanı sıra Shay Hatten, Chris Collins ve Marc Abrams isimlerini görüyoruz. Film, ikincinin bittiği yerden başlıyor. ‘Yüksek Şûra’, İtalyan mafya şefi Santino D’Antonio’yu ‘tarafsız bölge’ konumundaki New York-The Continental Hotel’de öldüren John Wick için 14 milyon dolarlık bir ödülle ‘ölüm emri’ çıkarıyor. Bu miktar, bütün kiralık katilleri harekete geçirirken ‘Merkez’den yollanan bir hakem de hem otelin sahibi Winston’a hem de Wick’e kol kanat geren yeraltı lideri Bowery King’e yedi günlük cezalarını bildirmek için harekete geçiyor... İşinin ehli tetikçimiz ise önce yetiştiği ‘bale-güreş akademisi’nin (ismi ‘Tarkovsky Theatre’) direktöründen yardım istiyor, sonra da Casablanca’ya uzanarak eski arkadaşı Sofia üzerinden ‘Yüksek Şûra’ya yeni bir teklif götürmek üzere hamle yapıyor...
‘Blade Runner’ tadındaki sahneler...
‘Blade Runner’ (Ridley Scott imzalı, orijinal olanını kastediyorum) tadında sürekli bir yaÄŸmurun esir aldığı, neon ışıkları altında aydınlatılmış New York sokakları, öyküye egzotiklik katsın diye eklenmiÅŸ gibi görünen Casablanca bölümü ve Büyük Sahra’ya uzanan öykü... Bitmedi; motosikletle, daha da ötesi atla takip sahneleri, ‘John Wick 2’deki Orson Welles klasiÄŸi ‘Şanghaylı Kadın’a (‘The Lady from Shangai’) gönderme kabilinden yer alan aynalar labirentindeki çatışma bölümünün adeta devamı niteliÄŸindeki cam bölmelerde yakın dövüş aksiyonları... ‘John Wick 3’, serinin geleneÄŸini sürdürüyor ve sizi, çarçabuk avcunun içine alarak grafik ve koreografik anlamda çok iyi tasarlanmış sahnelerin tanığına dönüştürüyor. Öte yandan film aynı zamanda seyircine köşesine sıkışmış bir boksör muamelesi yapıyor ve bitmez tükenmez bir görsel bombardımanla vurdukça vuruyor. Nihayetinde siz de onca çatışmanın, kavga-dövüşün parçası olarak salondan yorgun argın ayrılıyorsunuz...      Â
Neo’dan John Wick’e...
Öte yandan Keanu Reeves, malum oyunculuk kariyerindeki bir önceki seride ‘seçilmiş kişi’ydi. ‘Matrix’in Neo’su, ‘John Wick’te de bir anlamda ‘seçkinliğini’ koruyor; gittiği her yerde kiralık katillerin hedefinde, her coğrafyada ismiyle sesleniliyor. 67 yaşındaki Liam Neeson’ın aksiyonlarda boy gösterdiği, 57 yaşındaki Tom Cruise’un sürekli gökdelenlere tırmandığı bir sinema evreninde 55’indeki Reeves’a ‘fit’ görünümüyle doğrusu aksiyon birçok meslektaşından daha çok yakışıyor gibi... ‘Bowery King’i canlandıran Laurence Fishburne, ‘The Matrix’ serisinden sonra ‘John Wick’te (son iki film itibariyle) de bir kez daha Reeves’la aynı ekipte. The Continental Hotel’in sahibi Winston’da karşımıza gelen Ian McShane, aslında ‘Hellboy’da da benzer bir karaktere (‘Profesör Broom’) hayat vermişti. Bu arada İngiliz aktör fizik olarak girerek Al Pacino tadına ulaşıyor (hafiften bizim Erol Büyükburç’u da andırıyor). Geçmişte ‘X-Men’, ‘Die Another Day’, ‘Catwoman’ gibi filmlerle aksiyon konusunda yeterince tecrübe sahibi olan Halle Berry de ‘John Wick 3’ün kadın tetikçisi Sophia’da karşımıza geliyor. Özellikle ‘Kurtların Kardeşliği’yle sevdiğimiz Mark Dacascos ise Wick’e hayran ama onu öldürmeyi kafasına koymuş ‘Zero’da etkileyici bir performans sunuyor.
Bruce Lee-Wang Yu filmleri gibi...
Serinin üçüncü filmi, bir sonraki adıma kapı aralayarak sona eriyor. Geride kalan üç adıma baktığımızda 2014 tarihli ilk hamlenin en iyisi olduğu kanaatindeyim. Elden ayaktan çekilmiş kovboyun yeniden silahına sarılmak zorunda kalması gibi klişe bir western temasına dayansa da (ilk olarak akla Eastwood’un ‘Unforgiven’ı geliyor mesela) fikir ve aksiyon oranları daha dengeliydi. Sonraki adımlarda hikâye geriye çekilirken koreografi ve estetize şiddet had safhaya vardı. ‘John Wick 3’te birçok zorlama sahne var ama şurası da bir gerçek, film seyircisinin öyküyü düşünmesine fırsat vermeden aksiyona ilişkin elinde (ve zihninde) ne varsa sıralıyor... Bu filmi (ya da seriyi) kuşkusuz her kuşak kendi sinemasal deneyimleri (ya da hatıralarıyla) ele alacaktır. Örneğin zamane izleyicisi için hemen akla ‘Raid’ gelebilir ama benim için Bruce Lee ya da Wang Yu filmlerinin aşırı modernize ve estetize edilmiş hali gibi...
Son bir tespitle bitirelim: Şimdilerin aksiyon serilerinden ‘Bourne’da güncel siyasi arka plan var, ‘Görevimiz Tehlike’ye daha çok akrobasi hâkim. ‘John Wick’te ise şehirler, ülkeler gerçek ama içinde at koşturulan evren (her şeye karar veren ‘Yüksek Şûra’ yani) hayali ve bütün yük, yakın dövüş sanatlarının üst düzeyde sahnelenmesinde. Bu arada sayanların yalancısıyım, John Wick ilk filmde 76 kişiyi, ikincisinde ise 128 kişiyi öte dünyaya yollamış; bu filmde sayının rahatlıkla 200’e ulaştığını söylemek mümkün sanırım...
Bazen de ezendir, ezilen...
İÇERDEKİLER (BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ YILDIZ)
Yönetmen: Hüseyin Karabey
Oyuncular: Caner Cindoruk, Gizem Soysaldı, Settar Tanrıöğen, Feyyaz Duman, Görkem Mertöz, Gürsu Gür, Melek Ceylan / Türkiye yapımı
Darbe döneminde mevcut iktidarın söylemlerine karşı bildiri dağıttığı için gözaltına alınan ve siyasi şubede sorgulanan bir öğretmen... 185 gündür içerdedir ve nihayet eşiyle görüşme fırsatı çıkmıştır. Lakin ziyaretine gelen baldızıdır...
Melih Cevdet Anday’ın 1965’te kaleme aldığı oyunu ‘İçerdekiler’, Hüseyin Karabey’in rejisiyle karşımızda. Anday’ın zamana direnen ve sistemle çatışan her aydının başına gelecekleri ‘hatırlatan’ metni, hâlâ kıymetli elbette. Ve sadece bu topraklar değil, aynı kaderi paylaşmış bütün coğrafyalar için geçerli. Filmi izlerken mesela Şilili Ariel Dorfman’ın 1990’da kaleme aldığı ve 91’de dünya prömiyeri Londra’da yapılan oyunu ‘Ölüm ve Bakire’ (‘Death and the Maiden’) da akla geliyor ve Anday’ın bu konuda ne kadar öncü olduğunu anlıyorsunuz.
‘İçerdekiler’de Hüseyin Karabey, belki de eserin ruhunu korumak adına teatral bir yolu seçmiş; iki perdelik bir oyun izliyoruz adeta. İlk bölümde başkomiserle öğretmen arasında hayattan siyasete uzanan dengelerde gezinen ama sistemin temsilcisinin dayattığı tahakküme (psikolojik, meselenin fiziksel kısmı daha önce gerçekleştirilmiş!) dayalı bir bölüm var. İkinci perdede ise bu kez öğretmenin kendi çıkışsızlığı içinde baldızına dayattığı tahakküm var. Buralarda metin giderek gündelik siyasetin sularından uzaklaşarak erkek egemen ideolojinin kapsama alanına giriyor.
Zamana direnen bir metin
Üç oyuncunun; Caner Cindoruk, Settar Tanrıöğen ve Gizem Soysaldı’nın performanslarıyla sürükledikleri ‘İçerdekiler’, keşke teatrallikten biraz daha sıyrılabilseymiş hissi uyandırıyor. Ama yine de bu haliyle izlenmeyi hak ediyor; ki bu metin sistem aydınını potansiyel tehlike olarak gördüğü sürece sonsuza kadar da izlenmeyi, okunmayı hak edecek...
Pamuk Prenses ve yedi âşıklar…
Masumiyetin Dayanılmaz Çekiciliği (BEŞ ÜZERİNDEN İKİ BUÇUK YILDIZ)
Yönetmen: Anne Fontaine
Oyuncular: Lou de Laâge, Isabelle Huppert, Damien Bonnard, Charles Berning, Vincent Macaigne, Benoit Poelvoorde, Laurent Korcia, Jonathan Cohen, Pablo Pauly, Agata Buzek
Fransa-Belçika ortak yapımı  Â
Lüksemburg doğumlu ama daha çok ‘Fransız sineması’ parantezindeki filmleriyle tanıdığımız -eski oyuncu- Anne Fontaine, klasik romanlara (masallara) modern dokunuşlarda bulunmayı sürdürüyor. Hatırlanacağı gibi 2014 tarihli yapıtı ‘Gemma Bovary’de (bizde ‘Aşkın Dili’ çeviri ismiyle vizyona girmişti) Flaubert’in ünlü romanı ‘Madame Bovary’yi günümüze taşımıştı. Son çalışması ‘Masumiyetin Dayanılmaz Çekiciliği’nde (‘Blanche comme neige’) ise Grimm Kardeşler’in derlediği masallardan ‘Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’i şimdiki zamanın akışına bırakıyor.
Filmin öyküsü şöyle: Babasının ölümünden sonra sahip oldukları otelde çalışan Claire, spor yaparken kaçırılır. Merkezden uzakta, büyük dağların eteklerinde bir yere götürülüp öldürülmeye çalışılırken tesadüfen domuz avına çıkmış bir genç tarafından kurtarılır. Sonrasında kendisini kurtaran genç ve ikiziyle birlikte bir müzisyenin yaşadığı evin parçası olur. Çok geçmeden bu küçük yerleşim merkezindeki erkeklerin gözdesi konumuna yükselecektir… Derken, kendisini yok etmek isteyen (ama bunu Claire bilmemektedir) üvey annesi Maud çıkagelir ve tamamlanmamış cinayet planını sona erdirmek için harekete geçer...
‘Masumiyetin Dayanılmaz Çekiciliği’, ilginç fikirler barındıran bir film. Ama senaryo belli noktalarda tıkanıyor ve hem kendini tekrarlıyor hem de el attığı meselenin hakkını tam olarak veremiyor. Öykünün ‘prenses’i Claire çevresindeki yedi erkeğin (masaldan farklı olarak onlar cüce değil) ‘arzu nesnesi’ne dönmesi kayda değer yorum olabilir lakin Fontaine’in anlatımı, bu kâğıt üzerinde iyi duran fikri (yorumu) sanki kendi elleriyle heba ediyor gibi.
Brigitte Bardot’nun gençliği gibi
Bizde de vizona çıkan ‘Bekleyiş’in (‘L’attesa’) yanı sıra Fontaine’in geçen yıl İstanbul Film Festivali’nde gösterilen ‘Masumlar’ında (‘Les ınnocentes’) da izlediğimiz Lou de Laâge’ın Claire karakterinde filmi sürüklediğini söyleyebiliriz. Genç oyuncu bazı kadrajlarda Emmanuelle Beart’ı ama daha çok Brigitte Bardot’nun gençliğini hatırlatıyor. Isabelle Huppert, Haneke’nin ‘La pianiste’inde deliliğe varan karakterlerde hangi çizgilere ulaşabileceğini göstermişti. Fransız yıldız, son dönemde bu tür rollerle sıkça karşımıza çıkıyor. ‘Masumiyetin Dayanılmaz Çekiciliği’nde canlandırdığı Maud (masaldaki ‘kıskanç kraliçe’ yani), bir anlamda ‘La pianiste’ ve ‘Greta’da canlandırdığı karakterlerin düşük dozajlı bir tekrarı gibi…
Sonuç olarak daha iyi olabilecekken ortalama sularda yüzen bir uyarlama olmuş Fontaine’in filmi, ama yine de ilgiye değer… Bu arada öykünün geçtiği coğrafya (Cenevre’ye yakın ve Alpler’in hemen altı) ve yerleşim merkezi ise muhteşem…
 Diğer seçenekler...
‘Masumiyetin Dayanılmaz ÇekiciliÄŸi’ni Anne Fontaine çekmiÅŸ, filmde baÅŸrolleri Lou de Laâge ve Isabelle Huppert paylaşıyor. ‘Gün Batımı’nı (‘Napszállta’) Laszlo Nemes yönetmiÅŸ, oyuncular Juli Jakab, Vlad Ivanov ve Marcin Czarnik. Hakan Haksun imzalı ‘Kim Daha Mutlu?’nun kadrosunda ise Ecem Özkaya ÃœstündaÄŸ, Emre Kıvılcım ve Hasan Denizyaran gibi isimler yer alıyor. Gerilim türündeki ‘Lanetli Kapı: Paranormal Orman’da (‘Door in the Woods’) baÅŸrolleri Katherine Forbes, John-Michael Fisher, Lauren Harper ve Levi Hudson paylaşıyor, yönetmen Billy Chase Goforth. Haftanın animasyon seçeneklerinden ‘Oyuncaklar Çıldırmış Olmalı’yı (‘Ugly Dolls’) Kelly Asbury yönetmiÅŸ. Yerli yapım ‘Ne Olur Gitme’ Yüksel Torun imzasını taşıyor, oyuncular Eren Vurdem, Gaye Turgut Evin, Yusuf Atala ve Ãœmit Acar. Bir diÄŸer animasyon ‘Bisikletler’i (‘Bikes’) Manuel J. Garcia yönetmiÅŸ.Â
Â
Â
PaylaÅŸ