Paylaş
30 yılı aşkın hemen her gece ekranda izleyici karşısına çıkmak ve onları bir şekilde eğlendirmek, beğenilerini kazanmak... Ama artık yolun sonuna mı gelinmiştir? Elbette programın ana yüzü ve sahibesi konumundaki Katherine Newbury’nin bırakmak ya da çekilmek gibi bir isteği, talebi yoktur ama nihayetinde bu bir sahne sanatıdır ve vakti geldiğinde orayı terk etmenin gerekliliği aşikârdır. Sadece böylesi bir karar için erken midir? Ve fakat kurumun yöneticisi Caroline Morton, “Bu artık senin son sezonun” uyarısında bulununca işin rengi değişir. ‘Tonight With Katherine Newbury’ adlı bu ekran klasiğini yeniden ayağa kaldıracak, tekrar eski güzel günlerine döndürecek hamlelere soyunmanın tam zamanıdır... Ve bu yolda ilk adımlar
atılır...
Erkekler dünyasında
var olmak...
‘Gece Kuşu’ (‘Late Night’) şov dünyasında ayakta kalmanın, eskimenin, demodeleşmenin ve akabinde kabuk değişimine gitmenin hal ve çareleri üzerine bir komedi. Senaryosunu, filmin ana karakterlerinden Molly’ye hayat veren Mindy Kaling’in kaleme aldığı yapımda Katherine Newbury, şöhretine güvenen, yeniliklerden uzak ve tarzının en iyisi olduğuna inanan bir sunucu. Keza çalışma düzeni de kibirli karakterinin bir parçası; ekran karşısında okuduğu metinleri yazanları tanımıyor, ekibinin kimlerden oluştuğunun farkında değil, varlığına vâkıf olduğu en son kalem ise yıllar önce vefat etmiş. Çalışanlarından birinin kovulması sırasında “Kendinden başka bütün kadınlardan nefret ediyorsun, bugüne kadar hiç bir kadınla çalışmadın” eleştirisiyle birlikte ekibine en azından bir kadının katılması yönünde asistanına emir veriyor. Bundan sonrası da filmin ana iskeletini oluşturuyor: Bir kimya tesisinde çalışan ve yazı-çizi işi için başvuran Hint asıllı Molly, apar topar ekibe dahil ediliyor. Peşi sıra onun, son derece maço, bir kısmı tıpkı Katherine gibi kibirli bir erkek egemen topluluk içinde verdiği mücadeleyi izliyoruz...
‘Gece Kuşu’, son dönemin genel hassasiyetlerine uygun reflekslere sahip, kadınların ve -ana karakterlerden birinin Hint kökenli olması bakımından da genel çizgileriyle- ‘ötekiler’in var olma mücadelesine dikkat çeken bir komedi. Bu genel tavra, evet alkış ama film yer yer bağımsız karakterli gibi görünen ve son toplamda Holly-
wood’un bildik, iyimser formüllerine başvuran bir yapının tezahürü... Bu anlamda uç noktalara uzanmak, sistemi fazlasıyla hırpalamak yerine mutlu-mesut bir havaya ve düzeni eski haline getirme çabasına odaklanıyor. Hoş bu hali bile durumu kurtarıyor. Öykü, yer yer iyi esprilere ve durum komedilerine sahip. Yönetmen Nisha Ganatra da TV sitcom’larını da andıran bu çalışmayı reji anlamında aksatmadan perdeye taşımış.
Mutfakta neler oluyor?
Oyunculuk faslına gelirsek: Emma Thompson, hırslı, kibirli ama artık kendisiyle yüzleşme zamanı gelen Katherine Newbury’de (bu arada kimi Anglosakson eleştirmenler bu karakterde David Letterman’dan izler bulmuş) harika... Karakterinin ikiyüzlü tavırlarının, bencilliğinin ve manevra kabiliyetinin yanı sıra hesaplaşma olgunluğunu başarıyla yansıtıyor. Keza senaryoya imza atan Mindy Kaling ise yer yer olgun ve özgüven dolu, yer yer de kırılgan Molly’de gayet iyi... Aile ilişkileri medyaya düşen Katherine’in kocası Walter Lovell’da da John Lithgow sakin ve etkileyici bir performans ortaya koyuyor.
Sonuç itibariyle hem gösteri dünyasının zorluklarına ve çelişkilerine dikkat çeken hem de bu tür işlerin mutfağını (metinlerin kaleme alınma süreçleri vs.) perdeye taşıyan bu komediye ilginizi esirgemeyin derim...
Kaçış yok...
San Francisco Körfezi sahilinden 2.4 km uzaklıkta, yaklaşık 9 hektarlık bir alana sahip olan Alcatraz Adası, 1861’den beri hapishane olarak kullanıldı. Coğrafi yapısı itibariyle kaçışı (soğuk sular ve civarda yaşayan köpekbalıkları firar planları için en büyük engeldi) zor bir yer olan ada, 1963’e kadar hapishane kimliğinde varlığını sürdürdü. Bugün artık bir müze haline getirilen Alcatraz’da resmi kayıtlara göre 14 kaçma girişimi gerçekleştirilmiş ve bunların büyük bölümü, mahkûmların hüsranıyla sonuçlanmıştı. Kaçışı başarıyla gerçekleştirenlerin akıbetlerinin ne olduğu ise hâlâ açıklığa kavuşmuş değil.
Sinemanın böylesi bir mekân ve toplumsal olguyla ilgilenmemesi düşünülmezdi elbet. Nitekim adadaki hapishane hakkında, en bilinenleri ‘Alcatraz Kuşçusu’ (‘Birdman of Alcatraz’) / 1962 ve ‘Alcatraz’dan Kaçış’ (‘Escape from Alcatraz’) / 1979 olmak üzere çok sayıda film çekildi.
Haftanın yenilerinden ‘Alcatraz’ da aynı demir parmaklıklar arasında dolaşan bir yapım. Bir grup psikopat suçlunun, üç gardiyanı esir alarak kaçma girişiminde bulunmasını geriye dönüşlerle anlatan Andrew Jones imzalı çalışma, kuşkusuz ‘Alcatraz filmleri’ listesinde altlarda yer alabilecek türden bir hamle değil. Lakin senaryoyu da kaleme alan Andrew Jones, özellikle İngiliz aktörlerin canlandırdığı karakterler üzerinden yer yer çok iyi psikolojik bir atmosfer kurmuş ve adeta bir ‘tiyatro oyunu’ tadında bir yapıma imza atmış. Suçtan uzak tutulmaya çalışılan genç mahkûm Clarence’ta Derek Nelson ve psikopat çete reisi Joe’da Patrick O’Donnell çok iyiler ama filmin bence asıl yıldızı, ‘sakin güç Bernie’deki Gareth Lawence.
Sonuç olarak oyuncu performanslarıyla ayakta duran bu filmin bence en büyük yararı, Alcatraz üzerine yapılmış eski klasikleri yeniden izleme isteğini uyandırması...
Ben, sen o yok, biz varız...
Hatırlanacağı gibi Finlandiya merkezli, mobil cihazlar için geliştirilmiş ‘Angry Birds’ adlı oyun, 2016’da Red, Chuck, Bomb, Yüce Kartal gibi ana karakterlerin yer aldığı bir animasyon filmi olarak huzurlarımıza gelmişti. Üç yıl aradan sonra aynı sulara geri dönülüyor ve iki ana ada (‘Kuşlar’ ve Domuzlar’) arasında biçimlenen olaylar dizisi, bu kez yeni ortaya çıkan bir toprak parçasıyla farklı boyutlar kazanıyor.
Öykü kısaca şöyle: ‘Domuzlar Adası’nın kralı Leonard, karşı tarafa ‘barış’ çağrısında bulunuyor. Lakin bu çağrı, uçamayan kuşlar kanadında özellikle Red tarafından kabul görmüyor. Çünkü bu durum, ‘sinirli kuşumuz’un en önemli vasfı olan ‘kahramanlık’ unvanının ortadan kalkması demektir. ‘Kahramanlara sahip olmayan bir toplum olur mu?’ tezine yüklenen Red, elbette teklifi reddediyor! Lakin bambaşka yerlerden gelen saldırılar yeni bir oluşuma kapı aralıyor: İki ada, güçlerini birleştirerek kendilerini yok etmeye kararlı görünen mihraklara karşı mücadeleye soyunuyor.
Evrensel mesajları var...
Televizyonlarda yayımlanan birçok çizgi film serisini imza atmış Thurop Van Orman’ın yönettiği ‘Angry Birds Filmi 2’de (Angry Birds Movie 2’), senaryoyu kaleme alan grup (isimleri Peter Ackerman, Eyal Podell ve Jonathon E. Stewart) son derece evrensel ve modern mesajların peşine düşmüş. Sert erkek prototipinin yansıması olan Red’in sürekli kendini ‘kahraman’ olarak hissetmesi ve ekip çalışmasından yoksun benmerkezci tavrı, buna mukabil hikâyeye Chuck’ın kardeşi olarak eklemlenen Silver’ın meselelere akılcı ve ‘dayanışma ruhu’ içinde yaklaşımı, zaman içerisinde ikili arasında zıtlıklardan doğan gönül ilişkisi, öte yandan düşman konumundaki Zeta’nın da bütün bu yok edici tavırlarının ardındaki ‘kalp kırıklığı’, filmi çocuklar kadar yetişkinler için de dikkate değer kılıyor. Yer yer geçmişin hitlerine başvurmak da fena olmamış (ki filmin en güzel bölümü sanırım Harold Faltermeyer klasiği ‘Axel F’ eşliğindeki ‘breakdance sahnesi’ydi).
Nihayetinde ilkine göre daha evrensel ve takdire şayan bir çaba gibi geldi bana ‘Angry Birds Filmi 2’; naçizane tavsiye ederim...
Diğer seçenekler...
Haftanın yenilerinden ‘Küçük Beyaz Yalanlar Devam Ediyor’ (‘Nous Finirons Ensemble’) Guillaume Canet imzasını taşıyor, oyuncular François Cluzet, Marion Cotillard, Gelles Lellouche ile Laurent Lafitte.
‘Sesinde Aşk Var’ı Osman Taşçı yönetmiş, kadroda Burak Tozkoparan, Hayal Köseoğlu, Deniz Barut ve Feride Çetin gibi isimler var. Başrollerini Charley Palmer, Roxane Mesquida, Laetitia Chambon, Helena Chambon ve Priscilla Adade’nin paylaştığı ‘Kaçış Oyunu’nun (‘Play or Die’) yönetmeni ise Jacques Kluger. Elise Duram imzalı ‘Sır Tutabilir misin?’de (‘Can You Keep a Secret?’) ise Alexandra Daddario, Tyler Hoechlin, Kimiko Glenn ve Laverne Cox gibi isimler rol alıyor.
Paylaş