Çocukluğunu 70’lerde yaşayan ve ülkenin, tek kanallı TRT vasıtasıyla ‘televizyon’ denen icatla tanışmasına şahitlik eden kuşağı, Hanna-Barbera (William Hanna ve Joseph Barbera) ikilisinin elinden çıkan animasyon (eski dildeki karşılığıyla ‘çizgi film’) klasiklerine; yani ‘Taş Devri’ (‘The Flintstones’), Jetgiller’ (‘The Jetsons’) ve ‘Ayı Yogi’ye (‘Yogi Bear’) fazlasıyla vâkıftı. Efsanevi yaratıcıların bir başka serisi olan ‘Scooby-Doo’nun Türkiye macerasındaysa artık büyümüştük ve dolayısıyla bizde pek bir karşılığı yoktu. Nitekim ben bu serinin varlığından 2002 tarihli uzun metraj vasıtasıyla haberdar oldum. Raja Gosnell imzalı filmin bence problemi, ne miniklere ne de büyüklere seslenen bir yapıya sahip olmasıydı. Kimi Amerikalı eleştirmenler de söz konusu yapıma ilişkin, karakterlerin 70’lerdeki orijinal hallerine bağlı kalınarak öyküye dahil edildiğini ve bunun demode bir havaya neden olduğunu yazmışlardı.
2004’te yine Gosnell imzalı ikinci bir hamlenin ardından şimdi aynı sulara yepyeni bir animasyonla dönüyoruz. ‘Scoob!’ adlı bu adım, serinin ana karakterleri Shaggy ve Scooby-Doo’nun tanışmalarını ve ekibin diğer parçaları Velma, Fred ve Daphne’yle kaynaşmalarını anlatan giriş bölümünün ardından kötü adam Dick Dastardly’ye karşı verilen mücadeleye odaklanıyor. Yönetmenliğini Tony Cervone’nin üstlendiği, senaryosuna altı ismin katkıda bulunduğu yapım, modern göndermeleri, ‘politik doğruculuk’ içeren mesajları ve kimi esprileriyle güzel bir harman olmuş.
Kaliforniya’da bir Yunan kafesinden çalınan dönerle başlayan dostluğun izlerini süren öykü, miniklere yönelik yalnızlık, dostluk, vefa, dayanışma gibi temalara ilişkin vurgularda bulunuyor. Koca yürekli bir Danua köpeğiyle benzer bir karaktere sahip Shaggy Rogers’ın sıkı dostluğu zamanla tartışılır çizgilere taşınıyor ve yeni sınavlardan geçiyor. İkilinin, idolleri olan ‘Blue Falcon’la karşılaşmaları ve karşılarında gerçek kahraman yerine emekliye ayrılmış babasının yerine geçen özgüvenden yoksun oğlunu bulmaları da filmde yeni kapılar aralıyor. Burada da babalarının mirası altında ezilen çocuklara ilişkin mesajlar var.
‘Döner’i Yunanlara mı mal ediyor?
Sonuç? ‘Scoob!’ minik seyircileri tatmin edecek bir çalışma ama bu türden bir yargı ‘normal’ zamanlar için geçerliydi. Salgın dönemi içinde seyircisini bekleyen sektör, umut bağladığı ‘Tenet’ ve ‘Mulan’ gibi yapımlarla aradığı heyecanı bulamadı. Peki bu sevimli çalışma aranan kan olacak mı? Bekleyip görelim.
Bu arada ‘Scoob!’ kimi yanlarıyla (üç başlı köpek ‘Cerberus’la özellikle) mitolojiye göz kırpıyor ama öykünün başlarındaki döner meselesi dolayısıyla “Film döneri Yunanlara mal etmiş” türü yeni bir tartışma da başlar mı acaba diyerek suyu biraz bulandırayım!
Biz onları çok sevmiştik…
Mel Gibson kariyeri boyunca elinden silahı eksik etmedi. ‘Gelibolu’dan ‘Mad Max’lere, (adı üstünde) ‘Cehennem Silahı’ serisinden ‘Braveheart’a uzanan yolda belinde silahı (tabanca ya da kılıç, fark etmez), hep aksiyonun, heyecanın içindeydi. Ayrıca özellikle polis (dedektif) karakterleri canlandırmayı da çok sevdi.Mel Gibson
Haftanın yenilerinden ‘Fırtınalı Soygun’ (‘Force of Nature’), 64 yaşındaki aktörü bu kez ‘emekli polis’ Ray rolünde karşımıza getiriyor. Filmin konusu kısaca şöyle: Porto Riko’da, zorlu bir kasırga kapıyı çalmak üzeredir. San Juan yerel polis teşkilatı, zordaki insanların tahliyesi için NYPD (New York Polis Departmanı) eskisi Cardillo’yu ve hevesli çaylak Jess Pena’yı görevlendirir. İkilinin yardım için gittiği apartmanın ilginç sakinleri vardır. Doktor Troy ve inatçı babası Ray (Mel Gibson), ünlü tabloların kaçakçısı Nazi eskisi Bergkamp ve tuhaf bir hayvan besleyen Griffin...
Derken doğadan gelen tehlikenin yanına bir başkası eklenir: Apartmandaki tabloların peşine düşen ve soygun için uygun bir ortam olduğuna inanan bir çete... Cardillo ve Pena’nın yanı sıra eski günlerini anmak isteyen Ray de silaha sarılır ve çeteye karşı mücadeleye başlar.
‘Fırtınalı Soygun’, felaket filmlerinin şablonlarını uyguluyor. Belalar birken çoklaşıyor; öte yandan bu kaotik ortamda zıt kutuplar yakınlaşıyor, insani ilişkiler ön plana çıkıyor, hatta yepyeni aşklara bile yelken açılıyor. Michael Polish’in yönettiği yapım senaryo açısından birçok zorlama bölümler içeriyor ama öte yandan film komik (absürt) anlar da barındırıyor ve doğrusunu söylemek gerekirse hem bu anları hem de kimi aksiyon sahneleriyle kendisini izletiyor. Zaten bir noktadan sonra mantık aramayı bırakmaya ve filmin size sunduklarıyla yetinmeye başlıyorsunuz.
Girişte açtığımız Mel Gibson bahsine geri dönersek: Emektar oyuncu iki önceki filmi ‘Adaletsiz’de (‘Dragged Across Concrete’) ekonomik nedenlerle kanun dışına çıkmak zorunda kalan bir polisi canlandırıyordu; buradaki rolü, sanki orada canlandırdığı Brett Ridgeman’ın düşük dozajlı bir devamı niteliğinde. Özellikle Sean Penn’in ‘Into the Wild’ıyla tanınan Emile Hirsch, mesleki geçmişinde yaşadığı trajik bir olayın etkisini atmak isteyen polis memuru Cardillo’da ortalamayı tutturuyor.
Vermeer’den anlayan bir çete lideri!
Kate Bosworth’u da Ray’in doktor kızı Troy rolünde izliyoruz. Bence bir Johannes Vermeer tablosunun hakkını verecek kadar bilgiye sahip çete lideri ‘Vaftizci Yahya’da David Zayas da fena değildi.
Toparlarsak ‘Fırtınalı Soygun’ ortalama bir aksiyon, karar sizin. Bu arada filmin müziklerinde Münih doğumlu Türk kökenli besteci Kubilay Üner’in imzası olduğunu da belirtelim.
Geçmiş zamanların birinde Çin, daimi komşusu Hunlardan korkup ‘duvar’ bile inşa etmişken yine de kimi sorunlara engel olamazmış. İşte o dönemlerden ödünç alınmış bir hikâyeyi anlatan ‘Mulan’, 1998’de çekilmiş ve ilgi gören Disney animasyonlarının biri olarak zihinlerde yer etmişti. Filmin konusu şöyleydi: Hunlar, yaşlı imparator yönetimindeki Çin’e kuzeyden saldırıp ülkeyi ele geçirmek istiyorlar. Yönetim, direnmek ve savaşmak amacıyla her evden bir erkeği orduya çağırıyor. Savaşacak durumu olmayan ama vatan görevini yerine getirmek isteyen Fa Zou da bu çağrıya cevap veriyor. Lakin gece vakti kızı Mulan, babasının savaş zırhlarını kuşanıyor, saçını erkek gibi topluyor ve Ping adıyla cepheye gidiyor. İşin savaş kısmında da büyük bir cesaret örneği gösteriyor ve adeta bir ulusun kaderini belirliyor. Lakin...
‘Mulan’, geleneksel yapı içinde kadının yeri evidir diyen zihniyete başkaldıran bir fikriyatın ifadesiydi. Bu filme, eline kılıç alıp ülke savunmasına katılan ve üstlendiği görevi başarıyla tamamlayan genç bir kadının epik destanı da demek mümkün...
Gerçek oyuncularla ete kemiğe büründü
Bana kalırsa tek sorunu kadının var oluşunu ‘savaş’ gibi erkeklere biçilen bir formun içinde tanımlamaya, takdir etmeye ve yüceltmeye çalışmasıydı. Yani bir anlamda erkekleşen ve kendisini böyle kanıtlayan (ya da kahramanlaşan) bir kadın figürü...
Bu saptamaları yaptıktan sonra gelelim günümüze... İşte bu animasyon şimdi gerçek oyuncularla ete kemiğe büründürüldü ve uzun metraja dönüştürüldü. Yönetmenliğini, bugüne kadar beyazperdede çokça kadın öyküsü anlatmış, feminist reflekslere sahip Yeni Zelandalı Niki Caro’nun üstlendiği yapımda Mulan’ı Yifei Liu canlandırdı.
‘2020 model Mulan’ tıpkı geçen hafta vizyona giren ‘Tenet’ gibi pandemi döneminde seyirciyi salonlara çekmesi ve yeniden sinemayı canlandırması beklenen yapımların başında geliyor. Filmin vizyon tarihi de doğru zamanı bulmak adına birkaç kez ertelenmişti.
Doğru zamanın bu hafta olup olmadığını kuşkusuz ‘Mulan’ın gişede göreceği ilgi gösterecek ama Çin kökenli bir virüsün dünyayı düşürdüğü dehşet ortamında bu eski Çin öyküsünün sinema adına ‘kurtarıcı’ olarak sahaya sürülmesi sanırım özel bir ironi olsa gerek...
Ünlü ajan James Bond, hâlâ kendini dünyanın hâkimi sanan bir refleksin ifadesiydi. Gezegenin siyasi ve sosyokültürel refleksleri değişse, emperyal güçlerin öncelikli ismi ABD olsa ve yeni düzende İngiltere artık iyi bir ‘yaren’ olarak yer alsa da Ian Fleming’in yarattığı karakter sanki bu türden gerçekler yokmuş gibi davrandı sinema serüveni boyunca. Son dönemde ayakları yere basan öykülerle karşımıza çıksa da ‘Majestelerinin Ajanı’, her daim ‘Britanya İmparatorluğu’ mevcudiyetini koruyormuş
gibi hareket etmeyi sürdürdü.
Açılışta ‘kültürel katliam’ var
Christopher Nolan kariyeri boyunca ilginç duraklara uğrasa, çizgi roman kültürüne farklı cephelerden bakmaya çalışsa ve özellikle ‘Batman mitolojisi’ni Joker üzerinden yeniden tanımlama uğraşına girip ‘anarşizm’e göz kırparak çoklarımızın gönlünü kazansa da bir önceki adımı ‘Dunkirk’le içindeki ‘Britanyalı’yı ortaya çıkarmış ve bence özünde bir ‘İngiliz milliyetçisi’ olduğunu göstermişti.
Hâlâ süren ‘pandemi dönemi’ dahilinde sinema salonlarına ara veren seyirciyi yeniden eski günlere döndürme hamlelerinin en öncelikli yapımı niteliğindeki en taze Nolan hamlesi ‘Tenet’ ana karakteri ve verdiği mücadele itibariyle adeta ‘takımdan ayrı’ bir Bond filmi tadında... Bu özellikleriyle elbette yönetmenin ruhundaki ‘İngiliz’liği yeniden hatırlatan bir çaba. Öte yandan Christopher Nolan malum, kariyeri boyunca kafa karıştıran hikâyeler peşindeydi ve ana motivasyonu bilimden beslenir görünen ‘zamansal’ meselelerdi. Hafızasını her yeni günde yenilemek durumunda kalan ve zamanın içinde sıkışmış gibi hareket eden kahramanıyla ‘Memento’da ya da adeta ‘izafiyet teorisi’ içinde salınan eski bir pilotun serüvenini anlatan ‘Interstellar’da olduğu gibi...
‘Tenet’ın öyküsüyse yine ‘Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında’ dercesine hareket ediyor. Hikâyede, açılıştaki ‘kültürel katliam’ (eylem Kiev’deki bir ‘klasik müzik konseri’nde gerçekleşiyor) sahnesiyle tanıştığımız ismi telaffuz edilmeyen ama ‘Kahraman’ (‘The Protagonist’) olarak adlandırılan süper bir CIA ajanının peşinde sürükleniyoruz. Kötü adam hanesindeyse Londra’da yaşayan (ve mesela futbolla ilgilenen Roman Abramovich’in aksine!) dünyanın kaderine hükmetmeye çalışan Andrei Sator adlı Rus bir oligark var. Eziyet ettiği ve çocuğundan uzaklaştırdığı zarif İngiliz karısı Kat’le ‘Kahraman’ın yolları bir şekilde kesişiyor. Ana karakterin bir bilimkadını tarafından bilgilendirildiği sahnedeyse aslında meselenin temel motivasyonuna biz de vâkıf oluyoruz: Zamanda geri gitme...Elizabeth Debicki
‘Tenet’, ‘Kahraman’, kötü adam Sator, karısı Kat, ‘Kahraman’ın yardımcısı Neil, Hint kadın silah satıcısı Priya gibi karakterler etrafında çatısını kurarken İtalya, Estonya, Ukrayna, Hindistan, Norveç, İngiltere gibi limanlarda dolaşıyor. Ruh, temel olarak Bond’u çağrıştırsa da öykünün kıvrımları dolayısıyla ‘Geleceğe Dönüş’ü, ‘Edge of Tomorrow’u, ‘Azınlık Raporu’nu, hatta ‘Avengers: Endgame’i bile hatırlıyoruz.
Amerikan sinema geleneği, kaçakları sever: ‘Butch Cassidy and the Sundance Kid’, ‘Badlands’, ‘Bonnie and Clyde’, ‘Natural Born Killers’ vs. Haftanın yenilerinden ‘Hayallerin Peşinde’ (‘The Peanut Butter Falcon’) sırtını bu geleneğe dayarken ritmini ve sıcaklığını zoraki başlayan ama sonra gönül bağına dönüşen ‘kader yoldaşlığı’ndan alıyor.
Klişelerle ilerlese de...
Tyler Nilson-Mike Schwartz ikilisinin yazıp yönettiği yapım odağına önce iki karakteri alıyor, sonra yeni bir katılımla üçlü bir ‘çete’nin öyküsüne dönüşüyor. Konu kısaca şöyle: Richmond yakınlarındaki bir merkezde yaşayan 22 yaşındaki down sendromlu Zak’ın tek bir hayali vardır; idolü olan Amerikan güreşçisi Salt Water Redneck’in okuluna gidip eğitim almak. Azimlidir, sürekli firar planları yapar. Nihayetinde merkezden haylaz ve sevimli dostu yaşlı Carl’ın yardımıyla kaçmayı başarır. Abisini trajik bir şekilde kaybeden ve hayata tutunmakta zorlanan Tyler’sa kendisine ait olmayan sularda avlanarak sınırları aşar. Tesadüfler ikiliyi buluşturur ve süreç içinde birbirlerine destek olacak noktaya gelirler. Ekibe katılan son isimse Zak’ın eğitmeni Eleanor olur.
‘Hayallerin Peşinde’ ön planda sistemden kaçanların dayanışmasına kulak kabartıyor gibi görünse de referanslarından biri nehir üzerindeki sal yolculuğu itibariyle ‘Huckleberry Finn’ sanki. Nitekim filmin etkileyici sahnelerinden birinde Tyler’la Eleanor küçük bir dükkânda tanışırken Mark Twain’in ismi zikrediliyor.
Tyler Nilson-Mike Schwartz ikilisinin yapıtı aslında yer yer klişelerle ilerlese de seyircinin yüreğine seslenmeyi ve vitesi dengeli bir şekilde yükseltip alçaltma konusunda maharetli olmayı başarıyor. Öte yandan Amerikan kırsalı, güreşi ve ‘country müziği’ gibi unsurlardan da beslenirken hafiften western tadı yayıyor. Keza Zak’la Tyler arasındaki ‘iyi ve kötü olmak’ üzerine diyaloglar da etkileyici.
Oyunculuklara gelince... Yönetmenlerin engelli sanatçılar kampında tanıyıp Zak rolünü teslim ettikleri Zack Gottsagen son derece inandırıcı bir performans sergiliyor.Zack Gottsagen (solda)
Gerçek hayatta bir öğretmen ve engelliler için avukatlık yapan oyuncu, canlandırdığı karakterin açmazlarını, umutlarını ve hayal kırıklıklarını çok iyi yansıtmış. Tyler’da izlediğimiz
Malum uzun bir süredir özel bir dönemden geçiyoruz. Bütün gezegen, kurduğumuz bütün uygarlıklar bir virüsün pençesinde. Başta tıp olmak üzere birçok disiplinde çok ileri noktalara taşındığını düşündüğümüz çizgimizin aslında sandığımız kadar sağlam olmadığını bizatihi yaşayarak görüyoruz. Karşımızdaki ‘düşman’ her yaştan değeri aramızdan almayı sürdürüyor. Kuşkusuz salgın dönemi herkes için aynı zamanda bir hesaplaşma süreci de başlattı; kimdik, neydik, nereden gelip nereye gidiyorduk türünden...
İnsanlık bu vartayı da atlatacağını düşünüyor; bu yoldaki en önemli kriteri de geçmişin vartaları. ‘Neleri atlattık ki koronayı mı atlatamayacağız’ gibi bir refleks bu. Aslına bakılırsa bu dönemde edebiyat, tarih, sosyoloji ve sinema gibi kimilerimizin sığındığı limanlar aslında bu yüzleşmeyi daha kolay sağlıyor. Küçük bir hafıza tazeleme bile aslında bizim zaten COVID-19 türünden düşmanlara pek de ihtiyacımız olmadığını, geçmiş maceramızda inanç, milliyetçilik, altın, su, para, petrol gibi gerekçelerle bol bol birbirimizin boğazına sarıldığımızı, insanlık denen o uzun yürüyüşün kanlı sayfalarla dolu olduğunu gösteriyor.
Pandemi öncesi basın gösterimi yapılan ve vizyon şansını ancak bu hafta bulan ‘Boyalı Kuş’ (‘The Painted Bird’) işte bütün bu yüzleşmeyi sinema yoluyla anımsatan yapıtlardan. Leh yazar Jerzy Kosinski’nin 1965’te yayımlanan, en ünlü (ve de en ‘tartışmalı’) romanından Çek yönetmen Vaclav Marhoul’un uyarladığı yapım, İkinci Dünya Savaşı döneminde hayatta kalma mücadelesi veren bir Yahudi çocuğun hayatına odaklanıyor.
BOYALI KUŞYönetmen: Vaclav Marhoul
Oyuncular: Petr Kotlar, Nina Sunevic, Alla Sokolova, Michaela Dolezalová, Stanislav Bilyi, Harvey Keitel, Udo Kier, Julian Sands, Stellan Skarsgard
ve Barry Pepper, Lech Dyblik, Aleksey Kravchenko
Çekya, Slovakya ve Ukrayna ortak yapımı
Görselliği çok etkileyici
YAŞAMIN KIYISINDA / MANCHESTER BY THE SEAGeçmişin seni bırakmaz
Belli bir dönem sonra doğup büyüdüğün topraklara, geride bıraktığın geçmişe dönmek zorunda kalırsın ve acımasız bir hesaplaşmanın içine düşersin. ‘Yaşamın Kıyısında’nın kahramanı Lee Chandler da abisinin ölümüyle birlikte geri döndüğü memleketinde bütün bu süreci yaşıyor. Kenneth Lonergan imzalı yapım, son derece hüzünlü ve kederli bir öykünün ifadesi. Gösterim programı: Bugün, 13.00 - 15 Ağustos, 19.00
VICTORIABu oyun başka oyun
Barselona’dan Berlin’e konservatuvar eğitimi için gelmiş ama okulda dikiş tutturamayınca küçük bir kafede garsonluk yaparak kendini hayatın akışına kaptırmış genç bir kadın... Bir gece takıldığı barda tanıştığı gençler, onu adeta ‘haşarı çocuklar’ gibi bir oyunun içine çeker. Bu oyun banka soymaktır… Alman oyuncu-yönetmen Sebastian Schipper, 140 dakikalık filmi tek bir plan olarak tasarlamış. Son derece dinamik bir anlatım eşliğinde farklı, heyecanlı bir meydan okuma çabası. Gösterim programı: Bugün, 16.00 - 15 Ağustos, 13.00
SAKLI / CACHÉHer şey geçmişte saklı
Avrupa medeniyetinin çağdaş dünyada yaşadığı problemleri dert edinen; el attığı her meselede köklere, geçmişe uzanmayı yeğleyen ve bir tür entelektüel vicdan olmaya soyunan Michael Haneke’nin ‘Saklı’sı da içerik anlamında aynı minvalde ilerleyen bir yapım. Avusturyalı yönetmen, evine gelen bir paketle dengesi bozulan bir TV programcısının odağında, ‘şimdiki zaman’ın gerçek ifadesi, kendi kökenlerinde ve geçmişinde ‘saklı’dır demek istiyor. Gösterim programı: Bugün, 19.00 - Yarın, 16.00 - 14 Ağustos, 19.00
FRANCES HA
1) KIZGIN BOĞA / RAGING BULLZirve ve sonrası
2017’de, 96 yaşında aramızdan ayrılan, eski dünya orta sıklet boks şampiyonu Jake La Motta’nın inişli çıkışlı hikâyesini ve aile ilişkilerini anlatan bir büyük Martin Scorsese klasiği.
Siyah-beyaz çekilen bu filme ilişkin en bilinen notlardan biri ana karakteri canlandıran Robert De Niro’nun rolü için (ki ‘En İyi Erkek Oyuncu’da Oscar’a da uzandı) 30 kilo almasıydı.
2) ROCKYAdriaann... Adriaaan... Adriaaann...
Boks filmleri diple zirve arasındaki gidiş gelişleri ve bireysel başarı öyküleri itibariyle özellikle Hollywood’un en sevdiği spor filmi formatıdır. ‘Rocky’ serisinin başlangıcı olan, John G. Avildsen’in 1976 tarihli filmi de bu formülün en unutulmaz ifadelerindendir ve başrol oyuncusu Sylvester Stallone’yi yıldız statüsüne taşımıştır.
3) ATEŞ ARABALARI / CHARIOTS OF FIREPazarları asla!
1926 Paris Yaz Olimpiyat Oyunları’nda Birleşik Krallık adına yarışan ama kişisel tercihleri ve inançları dolayısıyla gündem yaratan iki atletin, Harold Abrahams ve Eric Liddell’ın gerçek hikâyesi. Hugh Hudson imzalı yapım dört dalda Oscar kazanırken film etkileyici yarış sahneleri ve Vangelis’in muhteşem müziğiyle zihinlere kazınmıştı.
4) YENİLMEZ / INVICTUS