4 Şubat 2011
Defne Joy Foster iyi bir insandı. Kendisiyle tanışmadık, tanışsak anlaşır mıydık bilmem ama halinde iyi insanlara mahsus o şeffaflığı gördüm hep.
Olduğu gibi göründüğüne inandırdı bizi. Her kadın bilir ki bu kolay bir şey değildir. Güç ve cesaret ister.
“Siyah Kuğu” filminde Vincent Cassel’in Natalie Portman’a dediği gibi, kontrolü bir tarafa bırakıp önce kendisini, sonra da başkalarını şaşırtmayı seçti.
Dans etti hep: Sadece televizyondaki yarışmada değil, gencecik yaşından beri ekranda göründüğü her an, her şeyiyle. Güzel güzel şaşırmaya hasret seyircilerdik, onu bu yüzden sevdik.
En iyi dans eden olmayı değil, şu alemde bir iz bırakmayı seçti. “Siyah Kuğu” filmini onu kaybettiğimiz gün izlerken Tan Sağtürk’ün karşısındaki heyecanını düşünmeden edemedim.
“Her şey içinden gelir, karanlık yerlerden” diyordu filmde Vincent Cassel: “İyi dans etmenin sırrı budur.”
İçinin loş taraflarıyla yüzleşmekten korkmayan biriydi Defne Joy. Oradan devşirdikleriyle muhafazakâr bir toplumun içinde “kendisi gibi” yaşamayı bildi.
Biliyoruz ki “Siyah Kuğu”yu çeken Darren Aronofksy seyircinin duygularıyla oynamayı seven bir yönetmen. Ama hayat ondan daha iyi biliyor duygularımızla oynamayı.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2011
Polat’ın “Ben İsrail’e değil, Filistin’e geldim” dediği ve İsraillileri “size bu toprakları kim vaat etti bilmem ama ben altını vaat ediyorum” diye fırçaladığı film, seyir zevki vaat eden bir avantür.
Sinemasal kritiği her zamanki gibi Atilla Dorsay ve Uğur Vardan’a bırakıyorum.
Seyrederken Wikileaks belgelerindeki, nedense hak ettiği ilgiyi görmemiş bir sözü hatırladım.
Eski ABD Büyükelçisi James Jeffrey, “Türkler bir Rolls Royce’un hırsına ancak bir Rover’ın olanaklarına sahip” demiş.
“Davalarının savunucuları arasına Türkleri çekince çok mutlu olacak bir mazlum (Sladziç, Meşal, Ahmedinejad) buluyor ve ‘bu adam’ın çıkarı için ‘Batılı’ duruşa toslamaya kalkışıyorlar.”
¡ ¡ ¡
Rover’ın mazisini düşününce, Jeffrey’in meramı daha iyi anlaşılıyor: İngiltere’nin son büyük araba üreticilerinden Rover, bir zamanlar aristokrasinin arabasıyken Nisan 2005’te iflas etmiş.
Sonra Çinli Nanjing Otomobil Grubu tarafından satın alınmış. “Rover” markasını da Ford kapmış. Türkiye’de bu aracı seven de var, “İngiliz Doğan’ı” sayan da.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2011
Uğur Mumcu’nun 18’inci ölüm yıldönümünde Radikal’den Ezgi Başaran, akademisyen Özgür Mumcu’yla röportaj yapmış.
Epeydir rastladığım en “insani” söyleşi.
Sadece sayfadaki resim bile çok şey söylüyor.
Özgür Mumcu bir kahvede (duvardaki kedi resimlerinden Kaktüs olduğu belli) oturmuş, yakın bir menzile bakıyor.
Söyleşinin ruhunda yarattığı fırtınayı görmek mümkün: Bir eli masada, sırtı dimdik, yüzünde alışamamış bir ifade.
Bir entelektüelin ya da köşe yazarının değil, 16 yaşından beri babasız bir oğlun ifadesi.
“Aslında benim adımı Devrim koyacaklarmış” diyor: “Sonra babam düşünmüş... Ya büyüdüğünde devrimci olmazsa? Oğlanı özgür bırakalım. Böylece adım Özgür olmuş. Bence Uğur Mumcu’nun oğlu olmak özgür olmak demek.”
* * *
Aklımda bizim kuşağa anne-babalarımız olan 68 kuşağından yadigâr diğer isimler: Eylem, Yöntem, Evrim, Deniz, Fidel, Örgüt...
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2011
Herkesin bir şarkısı vardır. Hayat kırıldığı an dinleriz. Işık seli gibi girer uzayımıza, yayılır ve kuytuları aydınlatır.
Ama bazı şeyleri de karanlıkta bırakır: El yordamıyla bulalım diye. Bizi saga savaşçıları gibi cesur ve dayanıklı kılmak için.
Kılıç olalım ister: Ekskalibur gibi taşa saplı, Zülfikâr gibi gözüpek, Narsil gibi ışıltılı...
Hayatımızı kılıç misali ikiye böler şarkılar: Onlardan öncesi vardır, bir de onlardan sonrası...
Hiçbir gerçek şarkı bizi dinlemeden önceki halimizde bırakmaz: İlla ki fark yaratır. Yaratmıyorsa şarkı falan değildir: Gök kubbede yalancı bir sedadır.
Gerçek şarkıları önce hissettirdikleri için dinleriz, sonra ilk dinlediğimizde ne hissettiğimizi hatırlayalım diye.
Şahsi mitolojimizi bu sayede yazarız; nameleriyle kendimizi kahramanlaştırır, sonra da hayat denen devin karşısına yalın kılıç çıkarız.
İlk dinlediğimizde nasıl masum, ne kadar el değmemiş olduğumuzu hatırlarız böylece.
***
Münir Nurettin şarkıları gibi kör kuyu, Rumeli türküsü gibi içli, Deep Purple baladı gibi kalenderdir bizi harman eden şarkılar.
Paylaşılmıştır çoğu: Sevgiliyle, artık toprak olmuş bir babayla, uzaklarda kalmış ata toprağıyla...
Bir de söylediğimiz şarkılar vardır: Sömestr tatilinde, karlı bir Ankara günü elimizde gitarla fezaya salıverdiğimiz.
Bugün dinlediğimizde hayatımızın biz onu söyledikten sonraki kısmını anlattığına şaştığımız, yaşam kadar gerçek ve yaşamak gibi sahte besteler.
“Yanlış aşklar” yaşayıp “yanlış gemiler” yaktığımızı kendi sözlerimizle fısıldayan, iş işten geçtikten sonra anlaşılmış gençlik kehanetleri.
Herkesin bir şarkısı vardır ve bir yabancıyla da paylaşabildiğimiz için özeldirler: Bu yüzden midir bilmem, “Sana Dair” olur, o şarkıların hepsinin adı.
Hazal neydi ne oldu
“Aşk-ı Memnu”da yalıda yaşayan Hazal Kaya, yeni dizisinde canlandırdığı kapıcı kızı Feriha’yı pek sevmiş.
Diyor ki: “Beren Saat de yeni dizisinde sürünüyor. Zaman zaman oturup bu radikal geçişi konuşuyoruz.”
Oysa asıl “radikal geçiş”, Hazal’ın oyunculuk macerasında: “Meşhur” olmaktan çıkıp ciddi ciddi “oyuncu” olmaya gidiyor.
Yani her bölümde Demet Akbağ, Zuhal Olcay ya da Nurgül Yeşilçay’ın ligine yaklaşıyor. Hazal bu yüzden o kapıcı kızını sevmekte çok haklı.
Radikal misyonunu buldu
Aylar önce yazmışım: Değişimi kalıcı kılmak istiyorsa Radikal’in misyon edinmesi gerek.
O günden beri “Savaşma Konuş” kampanyasında epey yol aldılar: Çeyrek yüzyıldır kanayan Güneydoğu yarasına, tüm mağdurların sesini duyurarak merhem oldular.
Başta Eyüp Can olmak üzere tüm Radikal ekibini basiretlerinden ötürü kutluyor ve vatandaş gözüyle ekliyorum: Durmak yok, yola devam!
İncir çekirdeği
Twitter’ı en aktif kullanan kişi, açık ara Oscar Wilde.
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2011
Yazar için kolay değildir; çünkü eninde sonunda kendi cinselliğinize gelir dayanır konu.Hele kadınsanız, daha da zordur. Romandaki kadının yazarın kendisi olduğu düşünülür hemen.
Yok kendisi olduğunu saklamadan yazsa, bu sefer işin içine magazin girer. Herkes az çok meraklıdır magazine.
Ne kadar “cool” olursa olsun, Türkiye’de yaşayan hiçbir kadın bu baskıyı hissetmeden edemez.
Bu yüzden, Elif Şafak’ın “Roman Kahramanları” dergisinin soruşturmasına verdiği cevaba katılmamak elde değil: “Erkek yazarların yazdığı kadın roman karakterleri, kadınların yazdıklarından daha özgür yaşıyor cinselliklerini.”
Hande Öğüt de hatırlatmış: “Adalet Ağaoğlu bir kadının erotik rüyalarını yazdığında başına neler geldi biliyoruz.”
¡¡¡
Derginin sorusu şu: “Türkiye’de kadın roman kahramanları cinselliklerini özgürce yaşayabiliyor mu?”
Benim de fikrimi sordular, “Romanda asıl olaylar kahramanlar arasında değil, yazanla okuyan arasında geçer” dedim: “Bu yüzden kahramanların cinsel özgürlüğü yazarınkinden ayrı düşünülemez.”
Doğan Hızlan bana sormuş: “Bu erkek bakış açısı olabilir mi?”
Galiba öyle: Ama bu erkeklerin tamamen özgür olduğu anlamına gelmiyor. Kadınlar kadar olmasa da biz de baskı altındayız.
Cinselliği garip bir riya içinde yaşıyoruz burada. Hem sürekli onu düşünüyor hem de “skandal” sayıyoruz.
Kadın yazarlar kendilerini frenliyorlar bu yüzden. Biz de kadın cinselliğinin yazar elinden çıkmış, rafine halinden mahrum kalıyoruz.
Yazarlar kalemlerine ket vurunca cinsellik üzerine söylemlerimiz çadır tiyatrosu düzeyine iniveriyor.
Merak ediyorum: Bu konuda daha dürüst bir toplum olsaydık kadın edebiyatçılarımız nerelere kadar giderlerdi.
Sevgilisi orgazm olamıyor diye sevişirken strese giren kadının matrak öyküsünü yazan İsveçli kadın yazar burada yaşasa ne yapardı.
Kış sporları varmış
Erzurum’daki Üniversitelerarası Kış Oyunları’nda, buz hokeyinde Çeklere 16-0 yenilmişiz. Gençlerimiz üzülmesin: Galip sayılır bu yolda mağlup!
Kış sporları bugüne kadar uzaktan baktığımız bir olaydı. Sayelerinde hatırladık ki meğer biz de yapabiliyormuşuz. Bizim de hokeycilerimiz, patencilerimiz, kayakçılarımız varmış!
Karlı dağlar uzak değilmiş. Kış sadece yolları kapanan köyler, haber alınamayan askerler, don tehlikesi sayılmazmış.
Yedikleri her gol için buz hokeyi takımımıza teşekkür etmemiz lazım: Bize sporun ve kışın güzelliğini hatırlattıkları için.
Büyükerşen ne yapsın
Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in DSP’den ayrılması tartışmalara yol açtı demeyi isterdim ama pek öyle olmadı.
Hele “Ecevit’ten sonra partinin misyonunu doldurduğu” tespitine itiraz edecek sanmam ki çıksın. Zaten parti yönetimi de itiraz yerine kendisini istifaya davet etmiş.
Bugüne kadar DSP’de kalarak vefa örneği göstermişti Yılmaz Büyükerşen. Bunca yıldan sonra vicdanının rahat olduğunu tahmin etmek zor değil.
İncir Çekirdeği
Çok daha önemsiz şeyler için sertifika gerekirken anne-babalığın herkese serbest olması ne garip.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2011
Nilüfer’i rock kostümü içinde görünce gülümsedim: Değişmenin sonu yok gerçekten. Çoğumuz “değişmek için çok geç” diyerek mutsuzları oynuyoruz. Oysa yıldızlar tersini düşünüyor ve şekilde görüldüğü gibi, uyguluyorlar.
Değişmek, içimizdeki cevherin değişmezliğine duyduğumuz güvenle ilgili: Ancak özgüven sahibi insanlar ve milletler değişime kalkışabilir.
Bilirler çünkü: Ne kadar değişirlerse değişsinler, “sol memenin altındaki” olduğu gibi kalacak.
Hepimiz icabında “muhafazakâr” ya da “yenilikçiyiz” şu hayatta. Çünkü hepimizin korumak ya da değiştirmek istediğimiz şeyler var.
Dünkü Radikal’de, Ak Parti Gençlik Kolları’nın görüşlerini okudum. Muhalefetin “muhafazakâr” olduğunu iddia ediyorlardı.
Kendisine “muhafazakâr demokrat” diyen bir partinin bile bir başkasını eleştirmek için bu sözcüğü kullanması ilginçti.
Ben de müzik konusunda son derece tutucu, edebiyatta ise yenilikten yanayım: Aynı albümleri sonsuza kadar dinleyebilirim ama yeni bir yazar keşfetmeden yapamam.
Henüz 6 yaşındaki oğlumsa değişimden hoşlanmıyor. Günlük rutinini bozacak bir şeyle karşılaştığında huzursuz oluyor, tüm çocuklar gibi.
***
Çocuklar tutucudur: Hayatın istesek de istemesek de bizi değişime zorladığını kabul edecek olgunlukta değildirler.
Gençler de bazen tutucudur: Hayatta bir tane “doğru” olduğuna inanır ve ona benzeyenlere “iyi”, benzemeyenlere “kötü” derler.
Orta yaşlılarsa dönüp baktıklarında hayatın birbirini izleyen değişimlerden ibaret olduğunu görür ve şaşırırlar.
Bu bazılarını içe kapanmaya götürür. Ellerinde avuçlarında ne kaldıysa onlara sımsıkı tutunur ve baş edemedikleri bir hayatın içinde ürkekleşirler.
“Başkalarının dünyasında” yaşıyorlardır artık: Ait olmadıkları değerlerin, şarkıların ve ilişkilerin dünyasında.
Özgüvenli olanlarsa değişimin tadını çıkarmaya karar verir: Deri ceketlerini giyer ve açarlar müziğin sesini; tıpkı Nilüfer gibi.
Kadın oldukları için
Bianet’in gazeteler, internet siteleri ve haber ajanslarından derleyerek hazırladığı çeteleye göre Türkiye’de erkekler 2010 yılında 217 kadın öldürülmüş.
Kadınları öldüren ve yaralayanların genellikle kocaları olduğunu görüyoruz. şiddetin genellikle en yakından geldiği zaten sır değil.
En çok güvenmeleri gereken erkeklerin kurbanı oluyor kadınlar. Aynı yastığa baş koydukları, yemeğini yaptıkları, yola giderken arkasından bir tas su döktükleri...
En yaygın öldürülme nedeniyse, kadınların boşanmak istemeleri. Kendilerini sevmeyen ve örseleyen birinden kurtulmaya kalkmaları.
Yani hem kendilerinin hem de erkeklerin haysiyetini korumakta direnmeleri. Bir başka deyişle, kadın olmaları.
İncir çekirdeği
Yuva öğrencisi Can kapıdan öyle bir çıkıyor ki, gören Oxford’a gidiyor sanır.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2011
Adam uyandığında çıplaktı ve buzla dolu bir küvetin içinde yatıyordu. Aynaya kırmızı rujla “Günaydın” yazılmıştı: “Bülent Arınç’ın dediği gibi, hayat içki ve seksten ibaret değildir.”
Bir dehşet duygusuyla ürperdiğini hissetti: Buzların arasından çıktığında böbreklerinin çalındığını gören adamın hikâyesini o güne kadar şehir efsanesi sanmıştı.
Oysa şimdi acı gerçek tam karşısında duruyordu. Hem de tüm çıplaklığıyla.
Üşüdüğünü hissetti. Yine de küvetten çıkmaya cesaret edemiyor, göreceği manzarayı düşünürken bile korkuya kapılıyordu.
Aynadaki yazıyı tekrar okudu: Bülent Arınç’ın konuyla ne ilgisi vardı?
Akşamdan kalma olduğu için, başı ağrıyordu. Buraya nasıl geldiğini hatırlamaya çalıştı. Barın önünde sigara içerken esmer bir kız ateş istemişti. Kızın yüzünü, ne konuştuklarını falan gayet net hatırlıyordu.
Bar boşalana kadar sohbet etmişlerdi. Yeni neslin mizah duygusu üzerine tartışmışlardı. Kız onu “kahve içmek üzere” evine davet etmişti.
Bindikleri takside çalan Müslüm şarkısından sonrası kopuktu. Kafayı bulmuştu herhalde.
Küvette gözlerinin önüne Bülent Arınç’ın yüzü geldi: Başbakan Yardımcısı ona neşesiz bir tebessümle bakıyordu. Yüzündeki ifade “yazıklar olsun” der gibiydi.
Bunun üzerine, ne pahasına olursa olsun küvetten çıkmaya karar verdi. Acı gerçekle yüzleşecekti.
Gözlerini kapadı, dişlerini sıktı ve üçe kadar sayıp buzları dalgalandırarak kalktı ayağa.
Her şey normal görünüyordu. Kimse bir yerine dokunmamıştı. Sadece buzların içinde yattığı için vücudu morarmıştı o kadar.
Küvetten titreyerek çıktığında o kadar mutluydu ki aklına yeni neslin mizah duygusuna kızmak bile gelmedi. Hayalindeki Bülent Arınç şimdi daha bir babacan gülümsüyordu.
İçinden şükretmek geldi. Alelacele giyinip çıktı evden. Tanımadığı bir sokaktaydı ama bakkala sorsa öğleyi kılabileceği bir cami gösterirdi mutlaka.
Yerli Salander: Özlem Tekin
“Lisbeth Salander’i bizden en iyi kim canlandırırdı?” soruma “Ejderha Dövmeli Kız” okurlarından cevap yağdı.
Öne çıkan isim, Özlem Tekin. Eğer Lisbeth’in küçük gösterdiği için bara girmekte zorluk çektiğini hesaba katmazsak, bence de mükemmel seçim!
Hatta Vogue Türkiye’nin yerinde olsam, hemen Özlem’le Salander çekimi gerçekleştiririm. Ayrıca, şahsen Yasemin Mori’den de “cool” bir Salander olabileceği fikrindeyim.
Bu arada, David Fincher’in yönettiği film, aralıkta gösterime girecek. Bilhassa Daniel Craig’den ne kadar Mikael Blomkvist çıkar, hep beraber göreceğiz.
İncir çekirdeği
Güzel bir roman, size özel çekilmiş bir filmdir.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2011
Kar “rakı beyazı” yağıyor Sofya’ya. Mecalsiz bir güneş Vitoşa Dağı’nın ardında, hayal meyal.
Vasili Levski Bulvarı’nı tütsüleyen karda yürümeye çalışarak romancı Ludmila Filipova’yı dinliyoruz, hayretler içinde.
“Nasıl yani?” diye araya giriyor en sabırsız olanımız: “Wisconsinli bir yazar senin romanını çalıp Amerika’da yayımlamış, bir de üstüne film haklarını satıp köşeyi dönmüş, öyle mi?”
Ludmila acı acı gülüyor.
İşin aslı, kendisi de şaşkın. Sen üç yıl uğraşıp Orfeus efsanesi, nefiller, melekler ve Rodop Dağları’ndaki Şeytanağzı Mağarası hakkında roman yaz, sonra elin Amerikalısına yar olsun. Olacak iş değil!
Romanının film haklarıyla ilgilenen Floridalı yapımcı uyarmasa, Ludmila’nın ruhu duymayacak.
Ama “veriler” ortada: Olaylar, mekânlar, bağlantılar ve çözümler aynen kopyalanmış.
Üstelik aşırılan “Mürekkep Labirent” öyle kıyıda köşede kalmış bir kitap değil, 2009 yılında Bulgaristan’ın en çok satanlarından.
***
Sonradan anlaşılıyor Vehbi’nin kerrakesi: Meğer Danielle Trussoni bir Bulgar’la evliymiş. Tam da Ludmila’nın romanı gündemdeyken, “araştırmalar” için gelmiş Sofya’ya. Sonra da nasıl olduysa, “Asi Melekler”i yazıvermiş.
Kar Vasili Levski Bulvarı’na döne döne yağıyor.
Ludmila’nın yapımcısı Amerikan gazetelerine mektup yağdırıyor ama nafile: Kimsenin Penguin Books ve Colombia Pictures ile “papaz” olmaya niyeti yok.
Demek ki yarın zengin olmak isteyen başka Amerikalılar, dünyaya dağılıp Balkanlar senin Afrika benim dolaşarak henüz İngilizceye çevrilmemiş romanların fikirlerini yağmalayacak.
Hakkını aramak isteyenler de bin bir zorlukla karşılaşacağından, ulusal edebiyatlar için yıkım olacak bu.
Gözümün önüne Aztek tapınaklarına dalan, Afrika madenlerini yağmalayan, Irak petrollerini gasp eden sömürgeciler geliyor.
Dünya edebiyatını da böylece sömürgeleştirdiler mi, küreselleşmenin edebiyat ayağı tamamlanmış demektir. Ondan sonra artık, sen sağ ben selamet!
Cem Yılmaz davul çalmamış
Gerekli mektuplar ayrılır ve çıktıları önüme konur: Bu sefer en üstte bir arkadaşımın isyanı: “Jolly-Joker’deki Saki Çimen konserinden sen yazınca haberdar oldum ve bir arkadaşımı da davet edip gittim!”
Özetle, afişte kocaman harfler ve resimlerle orkestraya eşlik edeceği söylenen Cem Yılmaz, Sırrı Süreyya, Kürşat Başar gibi “meşhur” isimlerin hiçbiri sahneye çıkmamış. Bir açıklama da yapılmamış.
Arkadaşım konsere bu isimler için gitmiş. Haliyle, aldatılmış hissetmiş ve hayal kırıklığına uğramış. Hatta anladığım kadarıyla, yanındaki arkadaşına da mahcup olmuş.
Aynı şeyi yaşayan okurlardan şahsen özür dilemek boynumun borcudur.
İncir çekirdeği
Korku: Cesaretin değil, sevginin istisnası.
Yazının Devamını Oku