Paylaş
Hürriyet-İstanbul'un Trafik Vakfı kampanyası inanılmaz ilgi görüyor. İçişleri Bakanı'nın bu konuyu iki ay önce soruşturma konusu yaptığı da bu vesileyle ortaya çıktı. Temiz bir siyasetçi ile kararlı bir basının bu işi çözeceği anlaşıldı. Çok sevindim!
Sevindim, çünkü bu konuda dertli olanlardan biri de benim.
Polisin sicili
Polisin genel sicilinin tertemiz olması gerektiğine inananların başında geliyorum. Zihinlerde soru işaretleri bir kere oluştu mu, bunları silmek hem zor hem de çok zaman alan bir süreç. İşin içine para alışverişi girince de soru işaretlerinin doğmaması mümkün değil. Bence Trafik Vakfı'nın uygulamaları dolayısıyla ortada bir tür suça teşvik var.
İşin garip tarafı bu iş yolsuzlukla mücadele adına yapıldı. Amaç, İstanbul'u otopark mafyasından kurtarmak olarak ilan edildi. Gayrimeşruluğun yerini meşruluk alacaktı. Ortada apaçık bir iyiniyet vardı. Ama İngilizlerin dediği gibi, 'Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarından döşenmiş'. Durum, anası tecavüze uğrayan adamın bunu yapanın kadı olduğunu bilmeden mahkemeye başvurmasını anlatan hikayeye döndü.
Görünen köy
Bunu destekleyen görüntüler de eksik değil.
Birincisi, Trafik Vakfı çekicileri yerli yersiz demeden yollardan araba çekmekte. Bence burada açık bir kural ihlali var. Yolda usulsüz park eden her araca trafik polisi mutlaka ceza yazmalı. Ama trafiğin akışını tıkamadıkça da bu araçları çekmemeli. Çünkü o zaman ceza suçla orantılı olmaktan çıkıyor. Trafik cezasının üzerine bir de, boşu boşuna, ağır ve hakedilmemiş bir çekici ve otopark parası ödüyorsunuz.
Kendi başıma geldi. Taksim'de daha çekicinin üzerine konmadan olaya müdahele ettiğimde benden hem ceza, hem çekici parası, hem de kapısından içeri girmediğim otopark parası talep edildi.
Ama sonrası daha vahim. Bu noktadan sonra polisle pazarlık başlıyor. Genellikle de, nedense çekici ve otopark paraları alınıyor, ceza affediliyor.
İkinci söylenti ise çok yaygın ve polisi daha çok yaralayıcı. Birçok araç sahibi, trafik polislerinin sanki bir mecburiyeti yerine getirir gibi, her gün belli sayıda araç sahibini cezalandırmak üzere yola çıktığını iddia ediyor. Araç sahipleri, bunu polisle aralarındaki diyaloga dayanarak iddia etmekteler.
Suçu yok etmek
Trafik polisini her türlü söylentinin dışında tutmak Emniyet Genel Müdürü'nün bence başlıca görevlerinden biri. Nasıl tertemiz, bir namus abidesi gibi bir İçişleri Bakanımız olmasıyla övünüyorsak, onun emrindeki polisin de aynı temizlikte olmasını istemek en doğal hakkımız.
Ancak bu iş dürüstlük nutukları atılarak yapılamaz. Namussuzları cezalandırmak da, çağdaş bir yaklaşımı yansıtmıyor. Esas olan, suç ortamını ortadan kaldırmak, insanları suça bulaşmaktan uzak tutmak.
Trafik Vakfı işte tam bu noktada bir tür bubi tuzağı gibi insanların elinde patlıyor.
Polisin utancı
Olaylar bazen polisleri bile utandıracak boyutlara ulaşıyor. Mesela 1 Temmuz 1999 tarihinde 'Polis kanunların üzerinde mi?' başlıklı bir yazı yazmıştım. Oradan bir alıntı:
'Harbiye civarında Divan Oteli'ne doğru gitmekteyim.
Dalgınlıkla sarı ışıkta geçmişim. Bir trafik polisi beni durdurup, ceza kesti. Tam o sırada Trafik Vakfı'na ait bir çekici basbayağı kırmızı ışıkta basıp geçti. Bana ceza kesen polise durumu gösterdim. ‘Trafik araçları yasalardan muaf mı’ soruma polis cevap bulamadı. Ceza kesmekten vazgeçip ’geçin’ dedi.'
Yazının sonunu ise şöyle bağlamışım: 'İçişleri Bakanı Sayın Sadettin Tantan'a bir sorum var. Polis, yasaların üzerinde mi? Ya da başka bir biçimde söyleyecek olursak, yasalar polisi bağlamıyor mu?'
Soruma cevap alamadım.
* * *
24 Eylül 1999 tarihli bir yazıda ise yine aynı konuya değinmiştim.
O zaman da, ‘Yeterince park yeri olmayan İstanbul’daki hastalıklı ortamda bu tür (mafyozo) çözümler elbette yetersiz. Önce belediyeler park yeri sorununu çözmeli. Sonra buraları kendini otopark görevlisi ilan edenlere bırakılmamalı. Ayrıca park yerleri ne polisi ticarete karıştıran Trafik Vakfı gibi kuruluşlara, ne de ne idüğü belirsiz kişilere verilmeli. Bunların tümü sakıncalı çözümler’ demişim.
Ne değişti?
Bütün bu olup bitenlere bakıp gelin de yüzlerce yıl önce yaşamış ünlü bir şairimizi, ‘Derd çok derman yok / Düşman kavi talih zebun’ diyen Fuzuli'yi anmayın!
Acaba yüzyıllardır değişen sadece bir hayalden mi ibaret? Ya da başka bir deyişle, gerçekte değişen bir şey yok da biz kendimizi mi kandırıp durmaktayız?
Paylaş