Paylaş
Deprem oldu ve geçti. Geçerken de elbette üzerimizde derin bir iz bıraktı. Şimdi bu izin daha derin olmaması için tedbirlerin konuşulma ve daha önemlisi eyleme geçme zamanı. Eğer depremi gündemden düşürecek olursak, depremzedeler şu soğuk kış günlerinin arefesinde daha büyük şiddette bir depreme maruz kalacaklar korkusunu taşıyorum. Bu kez binalar değil, gönüller yıkılacak ve kırılan kalpleri yapıştırmak ne yazık ki hiçbir teknoloji ile mümkün olamıyor.
Depremin oluşumunu kimse engelleyemiyor. Ama sonuçları açısından durum dünyanın her yerinde farklı. Sağlam zemine hesabı kitabı iyi yapılmış yapıların şiddetli sayılacak depremlerde bile fazla zarar görmediği, en azından can kayıplarının böylece asgariye indiği artık herkes tarafından öğrenildi. Bu bile yeterince önemli bir ders.
* * *
Bugün asıl sözünü etmek istediğim konu, deprem sonrası enkazın ortadan kaldırılması konusu.
Bununla ilgili geçenlerde Doğal Hayatı Koruma Derneği'nin bir uyarısını aktarmıştım.
Ali Kızılay adında bir okuyucum, konuyla ilgili bir mektup göndermiş.
Kızılay, konuyla teknik olarak yakından ilgili birisi. Deprem felaketi üzerine o da elindeki imkanları seferber etmeye çalışmış. Türkiye temsilcisi olduğu MFL-Avusturya firmasından bina molozlarını kıran bir makineyi iki ay süre ile bedelsiz olarak getirtmiş. Makine şimdi Avcılar Belediyesi'nde.
Yeri gelmişken söyleyeyim. Okuyucum Doğal Hayatı Koruma Derneği ile ilişki kurmak istemiş ve bütün çabalarına karşılık bunu başaramamış. Kendisi 0216-3490610 numaralı faksına bir mesaj iletilmesini diliyor. Bu çağrı elbette bütün ilgililere.
* * *
Ali Kızılay mektubunda bazı teknik ayrıntılar da vermiş.
Kırma ünitesinde mevcut 70'lik çeneli kırıcı ile kenar uzunluğu 40 santimetreye kadar olan beton, betonarme, taş, tuğla ve benzeri molozların kırılmasının mümkün olduğunu söylüyor. Betondan ayrılan demirler, kırılmış malzemenin içinden manyetik ayırıcıyla otomatik olarak toplanabiliyormuş.
Ali Kızılay, "Bu demirlerin hurda olarak değerlendirilip ekonomiye kazandırılması mümkün" diyor. Ayrıca "Kırılmış halde çıkan malzeme de muhtelif inşaat işlerinde kullanılabilir" diye eklemiş.
Tabii bütün bu işlerin incelikleri var. Mesela kırılmış malzemenin yeniden değerlendirilebilmesi için molozun içindeki ahşap, plastik, kağıt, cam ve benzeri maddelerin önceden ayrılması gerek.
* * *
Başlığı bir İstanbul gazetesinde yazdığım için "Deprem sonrası İstanbul" diye attım. Aslında söylenenler deprem felaketine uğramış her yer için geçerli.
Şimdi...Ayrıntıların tümünü bir kenara bırakalım.
İşin esası şu: Enkaz kaldırmak, bir kepçeyle yıkıntıyı bir yerden kaldırıp kamyonlara doldurarak gözden uzak bir noktaya götürüp boşaltmak anlamına gelmiyor.
Bu kadarını iyice anlayabilirsek, sonrasını başarmak daha kolay olur.
Ali Kızılay'lar ne günlere duruyor...
Çağdışı ulaşım
Türkiye'de insanların kendi işinin sahibi olma merakı üzerine kurulu çağdışı bir taşıma sistemi var: Minibüsçülük.
Doğrusu bunu biraz da bu taşıtları üretenlerin körüklediğini düşünüyorum. Yani tavuk mu yumurtadan yoksa yumurta mı tavuktan çıkıyor sorusunun bir benzeri bu alanda yaşanıyor. Talep mi arzı yaratıyor yoksa arz mı talebi körüklüyor, orası biraz meçhul.
* * *
Minibüste yolculuk yapanlar bilir. Dar, basık ve çoğu kez tıklım tıklım bir kutu içinde yolculuk yaparsınız. Ayakta duranların sayısı giderek arttıkça içerideki hava azalır. Oksijen eksikliğinden nefes almak güçleşir. Temiz hava alerjisi olanlar her zaman çoğunlukta olduğu için, asla cam açılmaz ve bir süre sonra insanlar akvaryumdaki balıklar gibi ağızlarını açıp kapamaya başlar.
Bu arada yıkanmak gibi bir lüksü olmayanların kötü kokuları da insanın burnunu felç eder. Daha doğrusu, o anda medeni insanlar içlerinden "keşke burnum geçici bir felce uğrasa da bu işkenceden kurtulsam" diye geçirir.
* * *
Minibüs yolculuklarının en kötü kısmı yukarıda anlatılanlar değil. Onlar işin aksesuarı.
Asıl felaket, bitirim sürücünün diğer sürücülerle olan yarışı. "Öndeki müşteriyi kim kapacak?" başlıklı hiç bitmeyen bir yarış var İstanbul caddelerinde. Bu yarış yıllardır da aynı hızıyla sürüp gidiyor. Dur durağı yok!
Geçenlerde Almanya dönüşü havaalanından eve dönerken bir takside yaşadıklarımı anlatmıştım. Birkaç gün sonra bir minibüse bindim. Daha beş dakika geçmeden aklıma o taksinin şoförü geldi. Adam gözümün önünde kanatlı ve başında bir halesi olan melek gibi canlandı. Artık gerisini siz anlayın.
* * *
Ben işi bu kadarla bitiyor diye biliyordum. Meğer kazın ayağı öyle değilmiş. Bilgisizliğimin nedeni de, minibüse hem seyrek hem de genellikle mesai saatleri dışında ve nispeten sapa duraklardan binip inmem.
Okuyucum Ayşe Edip ise farklı bir konumda.
"Kadıköy minibüs durağındaki rezaleti ancak sizin köşenizden yetkililere duyurmak ümidiyle bu yazıyı yazdım" diyor. Mektup şöyle sürüyor: "Ben bir kadın olarak cesaret edip aralarından geçemiyorum. Üst üste yığılmalar, yayaların yolunu kapatmalar... Anlayacağınız arapsaçı! İstanbul'un her mahallesinden gelen minibüsleri aynı durağa doldurmuşlar."
Ayşe Edip, Türkiye'de yaşayıp iyimser olmayı sürdürmeyi başaran mutlu azınlıktan. Mektubunu şöyle bitirmiş: "Acaba bunun bir çıkar yolu yok mu, diyorum. Sizden bu durumu yetkililere duyurmanızı rica ediyorum."
İşte duyurdum Ayşe Hanım.
Bakalım herşeyi güzel eyleyen Mevlam'a rağmen ilgililer ne yapacak?
Paylaş