Paylaş
İstanbul’un en çarpıcı yanlarından biri seyyar satıcıların çokluğu.
Gerçi sosyoloji kitaplarında bunun yeri var. Toplumbilimciler seyyar satıcılığı bir tür 'marjinal sektör' olarak görmekte. Marjinallik konusunda pek haksız da sayılmazlar. Çünkü yapılan işlerin çoğu neredeyse zorla icat edilmiş veya ileri sanayi ülkelerinde görülmeyen türden. Otobüs biletini üç adım ötede bilet satış yeri varken 'bilet, bilet' diye yaz sıcağında kan ter içinde kalarak satmaya ve bundan üç kuruş kazanmaya çalışan çocuğun halini görüp de bunun nasıl bir kazanç kapısı olduğunu anlamak mümkün değil. Tıpkı, üç adım atmaya üşenip bileti önlerine gelen bu kavruk, yanmış ve toplumda ayakta kalmak için olağanüstü çaba harcayan çocuktan alanları ekonomik olarak anlamanın mümkün olmadığı gibi. Hani kitaplarda yazar ya, 'homo economicus' kendi çıkarlarını düşünerek hareket eden kimsedir diye...
Demek ekonomik dürtüler bazen çalışmıyor. Duygular akla ağır basıyor. Beşeri zaaflar öne çıkıyor. Üstelik bunlar kişisel ölçekleri aşıp, toplumsal ölçeklerde de görülüyor.
* * *
Bugün sözünü edeceğim çakmak satıcısı da böyle biri.
Onu ilk kez insanı kavuran güneş altında oflaya puflaya Harbiye’den Taksim’e yürürken yol kenarında gördüm.
O, sayısız benzer çakmak satıcısı, ayakkabı boyacısı, bilet satıcısı ve daha ne iş yaptığını kestiremediğim bu garip esnaftan biriydi sadece.
Yolun kenarına küçük tezgahını açmış, üzerine allı morlu plastik küçük ve ucuz çakmaklarını dizmişti. Bir de galiba, 'çakmaklara gaz' satıyordu. Ufak tefek tamiratlar için alet edevatı var mıydı, şimdi hatırlamaya çalışıyorum da gözümün önüne gelmiyor.
Buna karşılık yanık, kavruk yüzünü çok iyi hatırlıyorum. Bir de yeşile çalan parlak gözlerini, insanı adeta sorgulayan ve derine dalan bakışlarını hiç unutamıyorum.
Ben böyle durumlarda önce ellere bakarım. Ama bu kez bakışların deliciliği karşısında gözlerine kilitlenip kaldım. Ve birden farkettim ki, o ne bana, ne de yoldan gelip geçen müşteri adaylarına bakmakta. Bakışları sadece belediyenin betondan döküp yol kenarına koyduğu bir dev saksının içindeki kırık dökük yeşilliğin üzerinde duran küçücük bir serçeye kilitlenmiş. Sadece onu görüyor.
Görmek acaba yeterli bir sözcük mü? Çünkü çakmak satıcısının bakışları görmenin ötesinde küçük kuşa yönelttiği sevgiyle dolu.
İşte o zaman yeşil gözlerdeki çakmak çakmaklığın, derinliğin ve keskinliğin nedenini kavradım.
Bunun biricik sebebi, ilk bakışta gözlerde ifadesini bulan ama mutlaka kalbinin en derin yerinden taşıp gelen ve etrafa buram buram yaydığı o görülesi ve yaşanası sevgiydi.
Yoksul bir çakmak satıcısı ile küçük bir serçenin arasındaki bu inanılması güç aşk, son yıllarda gördüğüm en güzel anlık manzaralardan biriydi.
Sonra birden yeşilliğin üzerindeki küçük ekmek parçalarına takıldı gözüm.
Azıcık azığını küçücük bir serçe kuşuyla paylaşan çakmak satıcısının kalbine nüfuz etiğimi sandım.
Sevginin bütün evreni kavrayan o muhteşem gücünü hissettim.
* * *
İstanbul’da bazen çok güzel şeyler oluyor.
Sakın bunları zaman zaman yazdığım ihtişamlı davetler, müthiş ziyafetler ve benzerleriyle sınırlı saymayın.
Bazen bir küçücük kuşla paylaşılmış bir dilim ekmek bile bunların hepsinden çok daha fazlasını söyleyebiliyor insana.
Yeter ki, insanda bütün bunları görecek göz, hissedecek yürek olsun...
Paylaş