Paylaş
Dünkü yazımı okurken bir şey dikkatimi çekti. Yazının bir yerinde, kendimi İstanbul’a ait hissettiğimi yazmışım.
İstanbul’da yaşayan milyonlarca insan gibi ’doğma büyüme İstanbullu’ deyimi bana da yabancı. Eski İstanbulluların ’dışarlıklı’, ya da daha kibar bir deyişle ’taşralı’ oluşuma işaret etmelerine şimdiye kadar çok aldırmamıştım. Zira gerçekten de doğum yerim İstanbul değil. Aydın’ın bir kazasında, Nazilli’de doğdum. Ege’nin o tatlı, ılıman havası içinde geçirdim ilk çocukluğumu.
İstanbul’a yatılı okulda okumak üzere on bir yaşında geldim. Avusturya’da geçirdiğim üniversitenin ilk yılları dışında, hep bu kentte oturdum. Doğduğum yerle, büyüdüğüm Ege kasabaları ile gönül bağımı hiç koparmadımsa da artık kendimi İstanbul’a ait hissediyorum.
Bunu son kısa Paris tatili sırasında çok daha iyi anladım.
Dönmeyi istediğim tek yer, İstanbul’du. Kiriyle, pasıyla, çöpüyle, karanlığı ile bile olsa İstanbul!
* * *
Birkaç yüzyıldır insanların kendilerini bir ülkeye, bir ulusa ait sayıyor olmaları sakın kimseyi aldatmasın. Bu, nevzuhur, yeni icat olmuş bir kavram.
Çok eskiden insanlar kendilerini bir dini kimlikle özdeşleştirir, öyle tanımlarlarmış. Sonra bu dini kimliğin yerine milli bir kimlik gelip oturmuş.
Ama tarihin daha eski dönemlerine bakıldığında insanların çoğunun kendisini yaşadığı kentle özdeşleştirdiğini fark etmemek mümkün değil. Bergamalı, Efesli, Sisamlı, Rodoslu filozofları, mimarları kim tanımaz?
Kent devletleri zamanında da bu durum değişmemiş. Bugün İtalyan deyip geçtiğimiz insanlar neredeyse bir yüzyıl öncesine kadar Cenevizliler, Napolililer, Sicilyalılar olarak anılmaktaydı. Hatta bugünkü İtalyan birliği bile bu gerçeği fazla değiştirmiş sayılmaz.
* * *
Belli bir kentin hemşerisi olmayı onun için ben hálá çok önemsemekteyim.
İstanbullu olmayı ise, doğuma bağlamayacak kadar yobazlıktan uzağım. Varsın eski İstanbullular benim gibileri ’dışarlıklı’ veya ’taşralı’ olarak nitelemeye devam etsinler.
Aidiyet duygusunu böyle dar bir çerçeveye hapsetmek bana biraz ırkçı ve kafatasçı milliyetçiliği hatırlatıyor ve açıkçası bundan pek hoşlanmıyorum.
Hemşerilikte aslolan, tıpkı vatandaşlıkta olduğu gibi, yaşanan yerin normlarını, kültürünü, geçmişini ve geleceğini sahiplenmek, benimsemek olmalı.
Eğer bunlar doğruysa, artık kendimi İstanbullu saymaya önümde hiçbir engel görmüyorum.
Ya siz?
Şiirle uyanmak
Bu yazıyı aslında çoktandır yazmak istiyordum. Nedense bugüne kadar bir türlü kısmet olmadı.
Geçen yıl Açık Radyo’da konuk olduğum bir programda güne nasıl başladığımı sormuşlardı. Cevabım, ’şiir ve müzikle’ olmuştu. Gerçekten de güne sanatla başlamanın ayrı bir güzelliği var.
Bir ara bu alışkınlığımı kaybetmiştim. Son zamanlarda aynı alışkanlığı yeniden edindim.
Şimdi sabahları kendimi çok daha keyifli hissediyorum.
* * *
Paris’i gezerken kendimi oralı gibi duymanın en iyi yolunun tipik bir Paris’li gibi yaşamak olduğunu düşündüm. Taksileri boşverip, kentte bir yerden bir diğerine metroyla gittim.
Bir sabah yolum St. Germain-des-Praies’den geçti.
Gideceğim yöndeki metroyu beklerken gözüm istasyonun duvarlarına takıldı. Kocaman panolara Fransız şiirinin büyük ustalarının, Baudelaire’in, Verlain’in şiirlerini yazıp asmışlar. İki tren arasında on binlerce yolcunun bu şiirleri okumasına imkan sağlamışlar. Ne kadar güzel bir uygulama!
* * *
Şimdi adını hatırlayamadığım bir istasyonda ve bazı metroların vagonları içinde ise yine Metro İdaresi’nin açtığı bir şiir yarışmasının ödül kazanan eserlerinin asılmış olduğunu gördüm.
Hele çocuklar arası bir şiir yarışmasının galibi bir küçük sanatçının kısacık, ama duygu yüklü o güzel mısralarını hiç unutmayacağım.
Paris’i güzel yapan şeylerden biri de metro istasyonlarında, metro treninin vagonlarının duvarlarındaki bu şiirlerdi.
* * *
Mecelle’de kötü örneğin örnek oluşturmayacağına dair 'sui misal emsal teşkil etmez' sözünü hatırladım. Hálá doğru ve geçerli bir hukuki yaklaşım.
Ama aksi de bir o kadar doğru. Güzel örnekler de pekala örnek oluşturmalı.
Siz de aynı düşünceyi paylaşmaz mısınız?
Hamamın çayı
Paris anıları bitmek bilmiyor.
Kısa tatilim sırasında Paris’in en renkli bulduğum yerlerinden biri olan Musevi Mahallesi’nde dolaşıyorum.
Önce Picasso Müzesi’ne gittim. Yeni bir Picasso Kolleksiyonu -daha açık söylemek gerekirse, Picasso’nun satın almış olduğu diğer ressamlara ait tablolar kolleksiyonu- bölümü açılmış. Hem müzeyi hem de bu özel kolleksiyonu ayaklarıma karasular inene kadar gezdim.
* * *
Sonra Rue du Vieux Temple’da yürüyorum. Önüme o zamana kadar arayıp da bulamadığım bir çay mağazası çıktı. 'Les Thes du Monde', adı üzerinde dünyanın dört bir yanından gelen en iyi çayların bulunduğu çok özel bir dükkán.
Vitrinde bir çayın reklamını yapmaktalar. Adı dikkatimi çekti: 'Le The du Hammam', Türçesi 'Hamam Çayı'.
Dükkána girip vitrinde sözü edilen çayı sordum. Meğer şirketin sahibi, Türkiye’ye bir seyahatinde Anadolu’da -adını da söylediler ama şimdi unuttutuğumu fark ettim- bir hamamda yıkandıktan sonra kendisine ikram edilen çaya bayılmış.
Fransa’ya döndüğünde bizim Rize çayını getirtmiş. Hamamda içtiği çayın harmanını yakalayabilmek amacıyla içine bazı eklemelerde bulunmuş. Böylece ortaya nefis ve bizim -en azından benim- yaygın olarak hiç tanımadığımız nefis bir çay çıkmış.
Hemen bir paket kendime, bir paket de Lipton’un Türkiye’deki yöneticisi olan sevgili dostum Mustafa Seçkin’e aldım.
* * *
Çay gerçekten çok güzel.
Daha güzel ve ilginç olan ise, bize ait böylesine güzel bir şeyin Paris’te bir Fransız tarafından bütün dünyanın çay meraklılarına reklamının yapılıp sunulmakta olması.
Dünya gerçekten küçülüyor. Meraklı ve ilgili gözlerle bütün dünyayı görebilip onu kendi kentlerine taşıyabilenler gerçek dünya metropollerini kuruyorlar. Buraları günümüzün çağdaş kentleri oluyor. Geriye kalan da sosyologların 'çevre' diye adlandırdıkları taşra kentleri ve ülkeleri ki oralar asla dünya metropolleri kadar çağı yansıtmıyor. Ancak ilginç bir yerel rengi sunmakla yetinmek zorunda kalıyorlar.
Paylaş