HDP’nin de olmasını isteyenler var. CHP’nin “sıfır baraj” formülü, HDP’yi de içeriyordu.
Önce CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi ve DP’den oluşan dörtlü ittifakın açıkladığı ilkelere bakalım.
- Ortak bildiride bu dört partinin “farklı yaşam tarzlarını ve dünya görüşlerini” koruduğu vurgulanıyor. AK Parti ve MHP ittifakında ise “yerli ve milli” nitelemesiyle ideolojik faktör önem taşıyor.
- Millet ittifakında farklılıklarını vurgulayan partiler, neden seçim işbirliği yaptıklarını “uzlaşma, hukuk, özgürlük, kuvvetler ayrılığı” gibi ilkelerle izah ediyorlar.
HDP NASIL BİR PARTİ?Millet ittifakına HDP’nin alınmamasını eleştirenler ve bunun için Meral Akşener’i suçlayanlar öncelikle HDP’nin “ittifak yapılabilir” bir parti olup olmadığına bakmalı.
CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi “farklı” görüşleri olan partilerdir, HDP ise “farklı” olmaktan öteye bu partilere zıt politikalar izleyen bir partidir. Terör, Türkiye’nin en ciddi sorunlarından biridir. HDP bu konuda hiçbir partiyle “uzlaşabilir” konumda değil.
HDP ittifaka alınsaydı ittifakı aşağıya çekerdi. Tecrübeli siyasetçi Ahmet Türk’ün de “artigercek.com” sitesindeki açıklaması şöyle:
“Zaten biz daha başında bu işin içinde olursak Erdoğan bunu çok kötü kullanır. Topluma dönük olarak, ‘Bakınız, bölücülerle bir araya geldiler’ şeklinde aleyhte propaganda yapar. Böyle bir şeyin olmasını biz de istemeyiz. Bu duruma dönük hassasiyetimizi de gösteriyoruz. Bizim istediğimiz demokratik bir gelecek için ortak bir akılla hareket edilmesidir.”
Hukuk âlimi olmasının yanında büyük meziyeti, zor dönemlerde de hukuku siyasetten üstün tutmasıdır.
Tek Parti devrinde kuvvetler birliği ilkesi geçerliydi, o “salahiyetler (yetkiler) ayrılığı” kavramıyla kuvvetler ayrılığını savundu.
Çok partili hayata geçişte Demokrat Parti’yi destekledi fakat DP iktidarının baskı politikalarını da eleştirdi.
BENİM İDOLÜMDÜ
Hukuk fakültesinde benim fiilen hocam olmadı. 27 Mayıs darbesinin rüzgâr değil, kasırga gibi estirilen “geçmişe yürüyen kanun, ihtilal mahkemesi” gibi feci uygulamalarını eleştirdi, gözaltına alındı.
Hakaretlere uğradı...
Yassıada’daki dürüst şahitliği darbecileri kızdırdı.
‘27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri’
İşte ekonomist Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in dört gün önce NTV’de söyledikleri:
“Biz lirada bu kadar hızlı değer kaybı öngörmüyorduk. Burada temel sorun lira. Liradaki hızlı değer kaybı enflasyonun tek haneye inmesini en azından geciktirdi, öteledi...”
Sayın Şimşek bunları söylerken dolar güne 4.06 ile başlamıştı, bu satırlar yazılırken 4.18 olmuştu.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ayrı ayrı girecekler. Parlamento seçimlerinde hangisine oy verilse “ittifak”a verilmiş olacak. Tıpkı AK Parti veya MHP’ye verilen oyların “cumhur ittifakı”na verilmiş olması gibi.
Yürürlükte olan d’Hondt sistemi büyük oy bloklarını ödüllendirdiği için, “cumhur ittifakı”nın iki partiye sağlayacağı avantaj, “dörtlü ittifak” için de işleyecek.
Bu partiler için baraj sorunu da olmayacak. Böylece sistemdeki adaletsizlik bir ölçüde telafi edilecek.
İDEOLOJİ SORUNU
Dörtlü ittifak için Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın “Erbakan’ın kemikleri sızlayacak” demesi, siyasi kültürümüzün ne kadar ideolojik ve kutuplaşmış olduğunu gösteren bir örnektir.
Halbuki merhum Necmeddin Erbakan, Kasım 1974’te merhum Bülent Ecevit liderliğindeki CHP ile koalisyon yapmıştı.
O koalisyonun başarısız olduğu, dağıldığı söylenebilir ama daha sonra “birbirine benzeyenlerin” kurduğu “Milliyetçi Cephe” koalisyonları başarılı mı oldu sanki!
Ecevit-Erbakan koalisyonunun hükümet programındaki bir madde şöyleydi:
Bu tasarı iktidar yanlıları için peşinen doğru, muhalifler için peşinen yanlıştır.
Halbuki bu konuya siyasi değil, akademik gözle bakmak lazım.
Üniversitenin aşırı büyümesi yönetimde etkinsizlik gibi sorunlar yaratabilir, bölmek gerekebilir... Ama siyasetin karar vermesinden önce akademik düzeyde araştırmalar yapılmalıydı, ilgili üniversitelerin görüşleri alınmalıydı.
1933 REFORMU
Osmanlı Darülfünunu Meşrutiyet’te, döneminde, o günkü şartlarda özerkliğe kavuşmuştu. 1933 reformu modern üniversite yapılanması getirdi fakat özerkliğe son vererek üniversiteyi Milli Eğitim Bakanı’na bağladı, akademisyen kıyımı da yaptı!
1942’de Dünya Savaşı devam ederken Milli Şef hükümeti üniversiteyi yeniden düzenleme ihtiyacını duydu.
Savaştan sonra bu eğilim güçlendi. Hükümet üniversiteden rapor istedi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Sıddık Sami Onar’ın 1 Nisan 1945 tarihli ayrıntılı raporu hükümete sunuldu.
Rapor, Bakanlık makamına bağlanan üniversitede
Çok emek ve para harcanan “Mehmed, Bir Cihan Fatihi” dizisinin final bölümü yayımlanıyor. Kenan İmirzalıoğlu, Fatih rolünü çok iyi oynuyordu.
Fatih, ne sebeple olursa olsun, kamuoyunun gündemine geldiğinde umuyorum ki merak ve okuma hevesimiz gelişsin...
Elbette eskisi gibi değiliz, okuyanlarımız artıyor ama hâlâ hamasi hayalleri tarih sananlarımız az değil.
Fatih’i çok önemsememin sebebi, İstanbul’u fethetmesi ve bunun doğurduğu muazzam sonuçlardan ibaret değildir. Tarihçi Ahmet Yaşar Ocak ‘Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler’ adlı kitabında Fatih için “bilimsel merakı çok gelişmiş” ve “keskin bir entelektüel zekâya sahip” gibi nitelemeler yapıyor. Fatih’in kumandanlığı kadar önemlidir bu.
BİLİM TARİHİMİZDE FATİH
Adnan Adıvar ‘Osmanlı Türklerinde İlim’ adlı kitabında, medresede akli ilimlerin önemsenmediğini anlatarak şöyle yazıyor:
“Bununla birlikte Fatih’in tahta çıkmasıyla beraber, müspet ilimlerin değilse bile felsefi ve ilmi düşünüşün Osmanlı Türklerinde geliştiğine şahit olmaya başlıyoruz.”
Bütün bilim tarihçileri İslam’da felsefi ve bilimsel düşünce dinamizminin çeşitli siyasi ve sosyolojik sebeplerle, 13. yüzyılda duraklamaya girdiğini, Osmanlı’ya da kalıplaşmış medrese geleneğinin intikal ettiğini yazıyorlar; temel mesele budur.
Başbakan Menderes 31 Mayıs’ta hükümet programını okudu; ayrıntılı, dolgun bir programdır. Tek Parti’den kalan anti demokratik kanunları değiştirmeyi, bu yönde anayasa değişikliği yapmayı vaad ediyordu.
1955’e kadar olan dönem, gerçekten de ekonominin ve özgürlüklerin gelişmesinde “Demokrat Parti’nin altın yılları” olacaktı...
Sonra kutuplaşma keskinleşecek, otoriterleşme başlayacaktı.
KUVVETLER BİRLİĞİ
31 Mayıs 1950, Meclis’te Millet Partisi lideri Osman Bölükbaşı kürsüdedir. Anayasa’da demokratik değişiklikler yapılmasını elbette olumlu karşılıyor fakat diyor ki:
“Ama bu anayasanın hangi yönlerde değiştirileceğine dair hükümetin programında bir açıklık görmemekteyiz. Mevcut anayasa kuvvetler birliği esasına dayanmakta ve vatandaş hak ve hürriyetlerini gereği gibi teminat altına almamaktadır. Fakat bu anayasada, bu teminatın elde edilebilmesi için hangi yönlerde değişiklikler yapılacaktır? Çift Meclis mi? Anayasaya aykırı kanunları iptal edecek bir yüksek mahkeme mi kurulacaktır?”
Bölükbaşı’nın ardından Menderes’in partisinden Zonguldak mebusu Muammer Alakant, Tek Parti devrinin temel sistemi olan kuvvetler birliğini savunan bir konuşma yapacak, Bölükbaşı’nın daima kuvvetler ayrılığını savunmasına karşılık iktidardaki DP maalesef kuvvetler ayrılığını benimsemeyecekti. Bütün milletlerin demokrasi tarihinde temel kavramların netleşmediği böyle gri aşamalar vardır.
GEÇEN YETMİŞ YILDA
Özellikle sağ partilerde “dava” kavramı bir siyasi “kült” halindedir. “Dava” deyince hukukun temel ilkeleri, mesela özgürlükler, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, parti içi demokrasi gibi hayati ilkeler gölgede kalıyor!
Solda da “devrim” kavramı böyledir. “Devrim” kavramı Tek Parti devrinde devlet katında, 1960’lar ve 1970’lerde örgütler ve sol partiler katında tam bir “kült”tü.
1937’deki anayasa müzakerelerine, Takrir-i Sükûn ve Dersim Kanunu müzakerelerine bakın. Günümüzde önemli ve etkili olan sağdaki “dava” kavramıdır.
DAVA UĞRUNA
Yıllarca parlamenter sistemi savunup bir gecede lider başkanlık sistemine karar verince parlamenter sistemi savunmaya devam edenler “davaya ihanet” etmiş olur mu?
Demokrasilerde elbette başkanlık sistemi de olabilir. Aslında sistemlerin kâğıt üzerinde demokratik olup olmamasından çok onu uygulayacak olan siyasi kültürün demokratik olup olmaması önemlidir.
Öyleyse “dava” adına bir sistem ya da bir model savunuluyorsa aynı partiden birilerinin çıkıp “Kuvvetler ayrılığı ne durumda?” diye sorgulaması gerekmez mi? Fakat “dava” deyince suskunlukla kabul ediliyor.
Yahut daha yalın olarak dış politikada, ekonomide, eğitimde